Bilim Işığında Bakınca Görülen / Tasavvuf
Ülkemizin tanınmış sosyal antropologlarından Prof. Dr. Tayfun Atay’ın “İslâm Mühendisliği” başlığı ile geçtiğimiz günlerde yayınlanan yazısı beni çok düşündürdü. İngiltere’de yaşayan bir sufî topluluk ile hazırladığı doktora tezinin kitaplaştırılmış şekli olan “Batı’da Bir Nakşî Cemaati” kitabının ilk baskısını okuduğumdan bu yana geçen 10 yıldır takip etmeğe çalıştığım Atay, bu dikkat çekici yazısında ülkemiz ve dünya müslümanlarının son yıllarda ortaya çıkan ve günden güne keskinleşen zihniyet farklılıklarına işaret ediyordu.
Yazarın emek verdiği bilim alanı olan antropolojinin sağladığı analitik bakışı ile kaleme alınan yazısının önemli birkaç cümlesini vermek isterim: “1991-92 yıllarında Londra’da bir Nakşibendi çevresi üzerine yaptığım araştırmanın en ilginç yanlarından biri, bol miktarda ‘mühtedi’ (sonradan müslüman olmuş) Batılı ile karşılaşmış olmaktı. Çoğunluğu İngiliz bu Batılı müritler, pek çok müslüman açısından İslâm’ın Batı karşısındaki üstünlüğünün gurur verici nişaneleriydiler. Ancak madalyonun bir de pek görünmeyen öteki yüzü vardı. Bu Batılı müritler, tarikat bünyesindeki ‘yerli’ müslümanlara, (…) uzak, mesafeli ve soğuk bir tutum sergilemekteydi.(…) Bunun nedenini anlamaya çalıştıkça ortaya çok çarpıcı bir gerçek çıktı. İçerisinde yaşadıkları ‘modern’ toplumun maddiyatçı, bireyci, rekabetçi dişlileri arasında kendisini yalnızlaşmış, yabancılaşmış, kimsesizleşmiş ve kaybolmuş hisseden bu insanlar, özellikle mistik-manevî deneyim ve tatmin arayışıyla bu sufî-İslâmî çevreye yöneliyorlardı. Fakat burada birdenbire karşılarına çıkan ‘yerli’ müslümanlar, katı, kuralcı, yasakçı, aşırı talepkâr ve hoşgörüsüz bir söylem ve pratiği bu ‘yeni’ müslümanların başından aşağı ‘İslâm’ adı altında boca etmekteydi.“
Özetlemeğe çalıştığım yazının ana eksenini oluşturan karşılaştırma batılı, öz cehd ve kendi gayreti ile sayısız engeli aşarak İslâm’a sığınmış muhtedi müslümanlara dayatılan ‘zahirci İslâm’ anlayışının bugün, ülkemizde de sosyal çevresi itibarıyla İslâm’a uzak bir iklimde dünyaya gelip yaşamış, ancak kendi çabasıyla İslâm’ı anlamağa çalışan entelektüel birikimi olan insanlarımıza da dayatıldığı idi. Atay bunu şöyle ifade ediyor: “…Türkiye’ye tıpkı Britanya’da İslâm’la müşerref olmuş Batılılara yaşatılana benzer şekilde İslâm adına, dinbazca ayar vermeye çalışan bir anlayış var. Bu anlayışın ‘dindarlaştırma’ adına kestiği ahkâmın memleketteki dindarların hayatına dahi müdahale edebileceğini düşünmek mümkün.(…) Dindar olduğu halde, memlekete din adına biçilen kumaşın içine sığamayacak pek çok insan da kaçmak isteyecek Türkiye’den.”
Sosyal antropoloji birikiminden aldığı perspektifle Prof. Dr. Tayfun Atay, -en azından benim için- can sıkıcı bir öngörü ile yazısını bitiriyordu: “Kim bilir belki de yukarıda mevzubahis ettiğimiz Batılı muhtedi müslümanların dünyasına sığınacak ve aradıkları, özledikleri, arzuladıkları İslâm’ı orada yaşayacaklar!..”
Bugünün Türkiyesi’nde genellikle, artık pekçoğu erişilebilir hale getirilmiş olan tasavvuf klasiklerini okuyup ‘zarif bir İslâm’ yaşama arzusu duyan, gönlünde ‘nitelikli bir sufîlik’ özlemi uyanan özenen -çoğu üniversiteli- gençlerin ‘kadim cemaat yapılanması’nın bütün zaaflarını taşıyan sosyal gruplar içinde yaşadıkları sıkıntıları birebir gözlemlemiş birisi olarak, Atay’ın bu öngörüsünün gerçekleşebilme ihtimalinin yabana atılmaması gereğidir benim canımı sıkan!
Ne dersiniz sizin de canınız sıkılmadı mı?