Free songs
Ana Sayfa / Genel / Dr. Hayati BİCE: Berna Güzey’in Distopik Romanı ABUS Üzerine…

Dr. Hayati BİCE: Berna Güzey’in Distopik Romanı ABUS Üzerine…

DÜNYA DİSTOPYALAŞIRKEN

-Berna Güzey’in Distopik Romanı ABUS Üzerine-

Dr. Hayati BİCE

Distopya insanların sefil, insanlıktan uzak, korku dolu hayatlar yaşadığı hayâlî bir dünya veya toplumu ifade eder. Bir gelecek tasarımı olarak distopya, ütopyanın karşıtıdır. Kavram olarak distopya, ilk kez John Stuart Mill’in 1868 yılında İngiliz Parlamentosu’nda yaptığı bir konuşmada kullanılmıştır. Böylesi bir geleceği anlatan romanlar da distopik romanlar olarak tasnif edilmiştir. Distopya yazarları, gelecek tasarımından söz etseler de, okurun mevcut toplum düzeni hakkında düşünmeye yönelmesini hedefler. Distopik romanlar arasında en iyi bilinenler George Orwell’in bir dünya klasiği haline gelmiş olan 1984 romanı ve Suzanne Collins’in Açlık Oyunları eseridir. Her iki eser de film olarak beyazperdeye yansıtılmıştır.
Bu yazıda Berna Güzey’in son eseri olan Abus romanını distopik roman olarak değerlendireceğim.

Distopik Romanların Özellikleri

Distopik romanların özellikleri, bu türün önemli örnekleri analiz edilerek şu şekilde belirlenmiştir:

* Baskıcı Yönetimler: Propaganda ve Sansür Yöntemlerinin Acımasızca Uygulanması.

* Toplumun Gözetlenmesi, Bireysel Özgürlük Alanının Kısıtlanması ve Mahremiyetin Kaybı

* Toplumun Kategorize Edilmesi ve Bölünmesi

* Çevre Felaketleri

* Toplumun Baskılara Direnişinin Filizlenmesi ve Mücadele Evresi

Bir Distopya Olarak Abus

Berna Güzey eserinde kurguladığı Abus kentini gelecekte oluşmuş distopik dünyanın distopik bir şehri olarak betimler:

“Dünya bildiğimiz âlem de değil artık. Bir zamanlar se­kiz milyardan fazla insan yaşayan yeryüzünde nüfus yarıya inmiş. Sıcak savaşlar, ekonomik savaşlar, biyolojik savaşlar, açlık, tabiatın hor kullanılması sonucu ortaya çıkan salgın hastalıklar; hırs, açgözlülük, kaynakların tükenme korku­sunun terörle birleşmesiyle işlenen cinayetler, milyonlarca insanın kıyımına sebep olmuş.

İnsanlar belki bencillikleri, belki hayata bakış açıları, sayılamayacak kadar çok bir sürü belkiden dolayı çocuk sahibi olmaktan kaçınmış. Böylece de nüfus eriyip gitmiş.

İdeolojik, ekonomik, hukuksal teorilerin çoğu çökmüş ya da tahrif olmuş.”

“Deniz kenarındaydı Abus şehri. İklimi yumuşak, topra­ğı verimliydi. Dünyada insanın en rahat yaşayabileceği top­raklardan birindeydi. Havası temiz, suyu berrak, kaynakları bol bir şehir…”

“Abus, nüfusu yirmi milyonu bulan toprakları çok geniş büyük bir şehirdi.”

(…) iyilik yapmak Abus şehrinde utanmazlık, vicdan sızlaması ise bayağılıktı.”
Abus kentinde “Verilen hediyenin, ısmarlanan bir yudum kahvenin bir sebebi olmalıydı. Veren niye verdiğini, alan da niye aldığını bilirdi. Elbet dünya bu hâllere zamanla gelmişti, uzun zamanlarla.”

“Eyaletler, şehirler ya da ülkeler; hepsi başka başka, değişik, acayip toplumlar. Hepsi birer ‘Abus’lar. İçine kapanık, haris, tutucu, bencil güruhlar.

Bu asık suratlar şehrinde de ürpertici bir mâneviyatsızlık, soyunu sopunu inkâr etmese de hafife alma, burun kıvırma normalleşmiş bir anlayıştır.”

“Ruhları okşamaktan ziyade kamçılamak evladır, Abus’ta. İsim ne kadar gizemli, alevli, heybetli, garabet ise o derece beğeni uyandırır.”

“(…) kibar olmak, hoşgörülü davranmak, teşekkür etmek, iltifatta bulunmak bir zafiyet hatta suçtur Abus’ta.”

“Öyle sokaklar vardı ki girmeye cesaret edemezdiniz. Zaten kimsenin sesine kimsenin kulak vermediği Abus’ta hele de bu sokaklarda sırf zevk için biri sataşabilir, kütlesi ve kas kuvveti de sizden fazla ise kim vurduya gidebilirdiniz.”

“Maddi varlığı, asık suratı, insanları hakir gören tavırları sebebiyle de bir miktar itibar sahibiydi. Zaten haysiyet ve saygınlık da Abus’ta böyle elde edilirdi.”

“(…) kalpleri yumuşatabilecek, ruhlara dokunabilecek her türlü sözlü yazılı fikir beyan edenler idamla yargılanırdı. Abus’ta asıl korku dillendirilmese de duygusallığın ve yumuşak kalpliliğin insanları ruhen özgürleştirme ihtimaliydi. Katlanılamaz, hafife alınamaz bir fikir suçuydu bu. İyilik yapıcı değil yıkıcıydı. İnsanların doğar doğmaz vücuduna enjekte edilen ve öğrenilmesi zorunlu olan anlayış buydu. Yoksa toplum çürür, vatan elden giderdi.”

Edep, delik deşik acınası bir paçavradır. Acılar ve sevinçler paylaşılmaz. Yapılan kötülüğe aynı şiddette cevap verilir. En azından kısasa kısas hatta mümkünse daha acı bir şekilde intikam alınır. Gıybet ayıplanmaz, yapıldığında dinlenilir, içerik öğrenilir, cümle âleme dillendirilir, özellikle garip ilişki yumaklarının dedikoduları merakla ve zevkle dilden dile dolaşır.

Bir insana sahip olma isteği tamamen maddesel algılanır. Kimse kimsenin iç dünyasına ne girmek ister ne de onu dinlemeye, anlamaya tahammül gösterir. Maddeten istediği insana sahip olamamak çıldırtıcı bir durumdur. Sahip olana kadar ellerinden geleni yaparlar. Farklı inanç ve yaşamlara saygı göstermezler. Olaylar karşısında genellikle menfî tavır takınırlar. Umut verici konuşmak aptallık ve saflıktır.”

“(…) toplumda kendini ezdirmemenin, ukalalığın, hoşgörüsüzlüğün prim yaptığı bir ahlak anlayışı vardı ama bunda bile bir kalite, bir üslup aranırdı. İşte; bu duyguları, bu davranışları rafine bir şekilde yansıtanlar çok değer görürdü Abus’ta. Bu insanlar genellikle aydın, zengin, eğitim-li, elit tabakaydı. İçlerinde sanatçı olan da çoktu. Ve onlar kibrin, şüphenin, melanetin, habasetin, güzellik ve iyiliğe olan tahammülsüzlüğün inceliklerini sanatın ve derinliğin süzgecinden ne beceriklilikle geçirebilirlerse o derece alkışlanırlardı.”

“Ağaçların pembe beyaz çiçekleri nasıl bir şehre açtıklarının farkında değillerdi elbet. Onlar masum, onlar incecik yapraklarıyla mavi denize doğru meyletmişler, kokuları birbiri içine geçmiş. Dünyanın hangi devri, insanın şekli, düşüncesi ne olursa olsun onlar güzelliklerini hep sergilemiş kimseyi umursamadan. Asla bozulmayan, değişmeyen, değiştirilemeyen bir âyet gibi kapladılar şehri, asık suratlı Abuslulara inat! Başka şehirlerdeki, ülkelerdeki çiçekler de vurdumduymazdı. İnsanların bu dünyaya bakış açıları değişir, devirler değişir, anlayışlar farklılaşır, ayıplarla normaller yer değiştirebilir. Ama o pembe beyaz yapraklar hiç değişmez.”

Romanda Ana Mekân: Baldıran Apartmanı

Abus romanının en önemli mekânı Baldıran Apartmanı’dır. İki kata bölünmüş sekiz daireli Baldıran Apartmanı, daire sâkinlerinin girift ilişkilerini şematik olarak gözde canlandırılacak kadar ayrıntılı olarak verilmiştir. Hangi dairede nasıl bir hayat yaşandığı ve bu hayatların birbirinden ne kadar farklı olabileceği, günümüz çok katlı siteleri düşünüldüğünde dehşet verici bir anlatıdır. Bu farklılıkların ötesinde her mekânın insana dokunan bir ortak iklimi ürettiği şu satırlarda anlatılır:

“Apartmanın kendine has tuhaf bir kokusu vardı. Baldı­ran Apartmanı’nın insanları kendi cisimlerinden, benlikle­rinden, iç dünyalarından sızan yakıcı kavurucu rayihalarını birleştirerek ortaklaşa bir koku oluşturmuşlardı. Hepsinin payı vardı. Hepsinden ayrı ayrı yansıyan vardı. Geniz yakan, baş döndüren, bayıltan ve aniden ferahlatan. Dili olsa da anlatsaydı bu koku…”

Distopik Abus’un İnsanları

Berna Güzey Abus kentinde yaşayan kahramanlarını iyi/kötü olarak tasnif eder. Kötülerin egemenliğinin -sayısal fazlalıklarına rağmen- mutlak olamayacağını vurgulayıp iyilerden ümit kesilmemesi gereğine işaret eder:

“Doğduğunuz andan beri bu tablo önünüzde. Ama size sadece tek bir noktaya bakmanız ve gözünüzü kesinlikle kaydırmamanız söylenmiş. Hatta belki de farkına bile varmadan gözlerinize at gözlükleri takılmış ve siz o gözlükle öyle bütünleşmişiniz ki, artık tablonun geri kalan kısmını görmeniz imkânsız. Ayrıca bu kadarı da yetiyor size. Farklı bir renk ya da tablonun diğer kalan kısımları yanlış, çirkin belki de korkutucu. Hatta bazı insanlar baktıkları noktaya öyle odaklanmış ki geri kalan her yer onlar için cehennem, simsiyah alevlerle kaplı. Gözlerini o noktadan bir saniye olsun ayıramıyorlar. Bazen firariler oluyor tabii. Kalplerinde birtakım noktaları keşfedenler. Bu durumdan memnun olmayanlar ama memnuniyetsizliklerinin ve iç sıkıntılarının sebebini bir türlü nerede arayacaklarını bilemeyenler. Bir yerlerde bir gönüllerinin olduğunu ve onun tamamen sağırlaşmadığının farkına varanlar…

Yaratılışının hikmetinde binlerce sır saklı, özü bir cevher, ona üflenen zenginlik başka hiçbir varlıkta bulunmayan insan, bütün bu hisleri, kalbindeki gizli serveti unutmuş olabilir mi? Yok mudur unutmayan dünyada?

Elbette vardır. Elbette onlardan Abus şehrinde de vardır ve dünya hâlâ bu sacayaklarının hatırına dönmektedir.”

Abus’ta Din, İnançlar ve Metafizik

Distopik romanların ortak konularından birisi de Tanrı inancının ve dinî ritüellerin gelecekte ne yönde bir seyir izleyeceğidir. En iyimser olan yazarlar bile dini, insan vicdanına hapsedilen bir duygu durumu olarak niteler. Distopya yazarlarının çoğu Hrıstiyan toplumlardan çıktığı için kilisenin özgürlükleri kısıtlayıcı, oluşturduğu hiyerarşi ile insanları boğacak hale gelen zorlamaları nedeniyle din aleyhdarı insanlardır. Bazı distopik romanlarda din, otoriter yöneticiler tarafından toplumu kontrol etmek ve bireylerin özgür düşüncelerini bastırmak için kullanıldığı işlenmiştir. Bazı distopik anlatılarda ise din, özgürlükleri tehdit eden bir söylem olarak görülür ve yasaklanması veya bastırılması sözkonusudur. Bu tür yapıtlar, seküler ama baskıcı bir yönetimi eleştirir. Yazar dinin yerini alarak toplumu kontrol etme işlevi görecek yeni bir ideoloji veya inanç sistemi teklif eder. Bazı distopya yazarları toplumun çarpık düzenini eleştirmek ya da alternatif bir hayat tarzı önermek amacıyla, reel dünyadaki dinlerden farklı olarak tamamen kurgusal bir din veya inanç sistemi teklif ederler. Nadiren de olsa bazı distopik romanlarda, din ve inanç, bireylerin içsel yolculukları ve inançlarını koruma mücadelesini yansıtan bir anlam arayışı ve direniş biçimi olarak ele alınır.

Berna Güzey bu noktada tutarlı bir analiz yapar:

“Abus’ta köşeye fırlatılmış, banal ve sıkıcı din mefhumu şehrin bazı bölümlerinde atıl olarak bırakılmış hayalet gibi harabelerle kendini göstermeye çalışır fakat insanlar için bu yapılar görünmez, umursanmazdı. Hatta birçok insan hele de yeni nesil için yabani varlıklardı bu harabeler. İnançlar değişmiş, insan bir yaratıcının varlığını kendine göre, kendi aklına göre şekillendirmiş herkes algısı, aklı ve isteği doğrultusunda ya tamamen reddetmiş ya da bir şeyleri kendine tapınmak için seçmişti. İpin ucu nesilden nesle biraz daha bırakılmış sonra ip kayıp gitmiş bir daha da ucu bulunamamıştı.

Daha doğrusu aranmamış ve hatta gören olduysa da o ipin ucunu görmezlikten gelmişti. Ve hatta din kavramının gölgesinin gölgesi Abus’un yobazlarının eline geçtiyse onlar, bu mefhum ortaya çıkmasın diye daha da derinlere gömmüşlerdi.

Artık şehrin tenhalarında rastlanan ne idüğü belirsiz, yok olmuş birkaç mabedin de peşi bırakılmıştı.”

Güzey’in dini sorgulatan satırlarında ulaştığı derinlikte İslam tasavvufunun 1000 yıllık birikimin sağladığı imkânlar etkili olmuştur. Romanda en olumlu kahraman olarak sunulan ‘Kadim Ağabey’ ledünnî sırlara vakıf bir insan-ı kâmil olarak konumlandırılmıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden sufî bir karakter olan Somunca Baba romanda yoksulları sarmalayan bir merhamet kaynağı olarak tanımlanır. 14. Yüzyıldan bir karakterin geleceğin dünyasında oynayacağı rolü yazar eserinde başarı ile tanımlar.
“Sabaha karşı fakir semtlerin sokaklarında, parklarda gördükleri ağaçların dallarına birer torbaya taze ekmek asıp bırakmak fikri tabii ki Sırlı’nındı. Elbette bunun için işbirlikçisi de şehrin dip sokaklarında gezerken tanıştığı “Somuncu Baba” lakaplı yaşlı bir adamdı. Bu adamı Kadim amcası da tanıyordu. Hatta o ve onlar gibiler içinde, kendi maneviyatlarında yaşayan ve sayısı belli olmayan işte bu güruh içinde, “Somuncu Baba” ismini de bu adama Kadim amcasının taktığını öğrenmişti ama ikisinin bir şekilde tanıştığından Kadim amcası haberdar değildi. Sırlı bu! Her gün şehrin her yerinde türlü türlü insanla tanışıyor, hepsinin yüreğine hiç farkında olmadan sızıveriyordu.”

Tanrı’nın varlığı ile ilgili türlü yaklaşımların yanında “Doğum günü”, “Sevgililer günü”, “Evlilik yıldönümü” gibi kapitalist dönemin tüketim şenlikleri bir yana hayatın acımasız bir gerçekliği olan ve tarih boyunca hemen her dindeki eskatolojik anlatılarla önemli bir paydasını teşkil eden ölüm konusu da Güzey’in, Abus’ta başarı ile tasvir ettiği hayat sahnelerindendir:

“Abus’ta herkes dilediği gibi gömülürdü. Kimi yakılır, kimi en güzel elbiseleri giydirilerek gömülür ama yüzü gözü görünmeden bütün vücudu bembeyaz bir örtüyle sarılarak gömülen pek az olurdu. Geçmişten kalma her dine özgü gömülme usulleri de birbirine girmişti. Kimisi öte dünya olduğuna inanır. Bazıları Allah’ın daha doğrusu bir yaratanın varlığı kabul eder. Ama çoğunlukla lanet okurken ismi geçirilir, alışılagelmiş söz kalıplarında Allah’ın adı zikredilirdi. Bu mekanik ve çelikleşmiş dünyada zaten maneviyat tamamıyla hastalıklı ve sapkın fikirlere yol açabilecek düşünceler olduğu için yok saymak en doğrusuydu.”

“Ölüm korkusu ve ölüm sonrasındaki hayatın var olma ihtimali olmasa insanların dinî inançları nasıl bir seyir izlerdi? sorusuna yeterince yer verilmemiş olması önemli bir eksikliktir. Oysa yazar kitabından anlaşıldığı üzere edindiği tasavvufî tecrübe ve deneyimleri burada çok rahatlıkla yansıtabilirdi. Yeryüzündeki merhametin ancak Allah’ın rahmanî sıfatlarının yansıması olduğunu kabul eden tasavvufun sağladığı huzur materyalist dünyada hiçbir maddi kazanımlar elde edilemeyecek bir haslettir.
“Abuslular başkaları için üzülmenin verdiği merhamet duygusunun ağırlığının zor bir şey olduğunu bildikleri için bu duyguları yok etmişlerdi. Merhametin, bu hisse sahip insana fayda değil zarar getireceğini, kendine, işine konsantrasyonu düşüreceğini düşündükleri, bunun sonucunda ilerlemenin sekteye uğrayacağını varsaydıkları için yıllarca uğraşarak bu hisleri söküp almışlardı insanlardan.”

Böylesi bir romanda kahramanlardan birisinin adı Kâbus iken olumlu/olumsuz sonuçlar üreten rüyalar da kurgunun bir parçası olabilirdi. Dünya ne kadar değişirse değişsin bazı rüyaların hiç değişmeyeceğini bilmek günümüzün/geleceğin huzursuz insanları için rahatlatıcı bir terapi olabilir. Keramet sahibi olan Kadim Ağabey, bir rüyasında kendisine ziyarete gelecek bir Abuslu’dan (Yersiz) haberdar edilmiştir:

“Kadim ağabey, halılarla kaplı geniş odanın en dibinde arkası onlara dönük yerde oturuyordu. Yersiz şaşkın, ayakkabılarını çıkarmasını işaret eden Ahver’in sözüne uydu ve büyülenmiş gibi hiçbir şey demeden sadece Kadim ağabeye doğru gitti ve tereddütsüz diz çöküp yanına oturdu.

Kadim ağabey gelenlere baktı. Ahver daha ağzını açmadan Kadim ağabey Yersiz’e:

“Hoş geldin!

Bugün, yarın gelirsin diye bekliyordum,” dedi.

Bu sefer hem Yersiz hem Ahver şaşırmıştı. Kadim ağabey:

“Nasılını, niyesini sormayacaksın. Ben onu gördüm rüyamda. Geçeceği sokakta sadece bir toz zerresi olmayı şu zamanda yaşamaya tercih edeceğim, onu gördüm! Söyledi bana geleceğini!
Kısa bir an sessizlik. İdraklerini zorlayan cümleler karşısında şaşkın iki adam. Yersiz bambaşka bir âlemde gibi. Ayakları tutmuyor, vücudunu hissetmiyor.

Ve devam etti Kadim:

“Rüyalar habercidir. O kadarını bil yeter.”

Kâr Maksimasyonu Odaklı Evlilik Şirketleri ve Cinsel Ahlâk

Bazı distopik romanlarda, ahlâkî kısıtlamalar tamamen ortadan kaldırılarak toplumun bir çöküşe sürüklendiği tasvir edilir. Bu tür eserlerde, insanlar haz peşinde koşan, anlamdan yoksun bir hayat sürerler ve evlilikleri anlamsızlaştıran ahlâkî değerlerin kaybolması toplumun çöküşünün önemli bir nedeni olarak gösterilir. Güzey, distopik şehir devleti Abus’ta ahlâkî değerlerin ihmal edilmesi ile mekanikleşen insanlarası ilişkilerden evlilik kurumunun da nasibini alacağını ve birlikteliklerin sadece cinsel gereksinimlerin tatminine odaklanacağını kaydeder:

“(…) sadakat duygusu yoktu evliliklerde, kimse bunu itiraf etmese de. İnsanların nefislerinin ve vücutlarının her isteğini kırmadan yerine getirebilmesidir doğru olan Abus’ta ama genellikle kıskançlık devreye girdiği için aldatmalar karşısında eşler birbirine tepki verir. Bu tepki ve kıskançlığın sebebi; eşini sevdiği, paylaşamadığı ya da aşkın iki kişilik olduğunu düşündükleri için değil, tamamen hırslarından dolayıdır.”

Aile birliği ve karşılıklı fedakârlığın bu ilişkide neredeyse hiçbir önemi kalmamıştır:

“Abus’ta eşlerin birbirine maddi olarak bakması gibi bir şey söz konusu değildi. Evlilik sadece iki insanın birlikte yaşamasından ibaretti. Birbirlerinin maddi ve manevi sorumluluklarını üstlerine almalarını gerektirmiyordu. Ezkaza eşlerden biri diğeri zor durumda iken onun için üç kuruş harcasa, o parayı geri alana kadar rahat etmezdi. Kimse kimseye bir şey vermez ve kimse kimseden bir şey almazdı. Karı koca bile olsalar.”

Aile birliğinin devamında çok önemli bir faktör olan çocuk edinme romanda çok fazla vurgulanmaz. Çocuk istismarı konusunda çok dikkati çeken bir husus eşcinsel evliliği yapan erkeklerin sahipsiz çocukların yakınlardaki şehirlerine satılmasıdır. İnsanî sıcaklığın taşıyıcı kolonlarından akrabalık ilişkileri de tehlikededir:

“Abus’ta samimiyet, yakınlık, sıcaklık arz etmemesi için akrabalık haricinde insanlar “abla, ağabey, teyze, amca” vb. kelimeleri isimlerin sonuna getirmezler, hatta akrabalıklarda bile yeğen amcasına, küçük büyüğüne genellikle sadece ismiyle hitap ederdi. Neredeyse yeni nesil anne ve babasına bile ismiyle hitap eder hâle gelmişti.”

Abus’ta Ekonomik Göndermeler

Distopik romanların ortak özelliklerinden birisi de yazarın gelecekte olabilecek olumsuzlukları biraz abartılı bir şekilde sunarak iktidar sahiplerini için bir erken uyarı görevine talip olmalarıdır. Bu yönü dikkate alınırsa distopya yazarları, daha insanî ve daha yaşanabilir bir dünyaya katkıda bulunmak istedikleri düşünülerek ‘ülkücü yazar’ olarak değerlendirilebilir. Berna Güzey’in Abus romanında gelecekteki ekonomik sistemlerin sosyal adalet boyutunun tamamen gözardı ederek vahşi kapitalizmin de ötesinde kıyıcı bir ekonomik silaha dönüşeceği endişesini şu satırlarında paylaşır:

“Abus’ta insanların işlerine son verildiğinde tazminat almaları gibi durum söz konusu değildi. Öyle bir mefhum yoktu ki onların görüşlerinde. İnsanlar çalışırken karşılığını zaten alıyorlardı. Yeni iş bulana kadar bir insanın kendini idare etmesi gerektiği, yıllardır verdiği emeğin ufak bir mükâfatı olmasının lazım olduğu; kuralların, yapının, sistemin anlayışın, ahlakın tamamen zıttı olan çok tahripkâr ve sakıncalı düşüncelerdi. Tazminat; içinde sanki biraz teşekkür, biraz merhamet barındıran tehlikeli ve melun bir kavramdı. Kimsenin aklına bile gelmezdi böyle bir talep, hatta ağza almak, ima etmek bile suç teşkil ederdi.”

“Abus’ta emeklilik sistemi de farklı idi. Kişi öldüğü zaman eşinin ya da çocuğunun onun emekli maaşını alması gibi bir durum söz konusu değildi. Hatta çalışamaz hâle gelene kadar herkes çalışmak zorundaydı. Ne zamanki elden ayaktan tamamen düşülür ancak o zaman vaktinde maaşlardan yüksek miktarda kesilen paralar, cüzi bir oranda devlet tarafından o kişiye bağlanırdı. Miras yoluyla ölen kişinin mallarının yakınlarına kalması için ölmeden önce yüzlerce kâğıt imzalaması gerekirdi. Aksi takdirde tüm mal varlığı devlete kalırdı.”

Abus’ta ekonominin tamamen kontrol altına alınmaya çalışılacağı, bunu aşmak isteyen üretici ve tedarikçilerin etik değerleri umursamadan yozlaşacakları ima edilerek şöyle ifade edilir:

“Abus’ta herhangi bir şahıs ya da özel şirketin şehir dışından çöp bile getirebilme şansı yoktu. İthalat ve ihracat çok farklı ve sadece devletin yapabileceği bir zemine oturtulmuştu. Şahıslar veya firmalar ihtiyaç duydukları malın temini için devlete başvurur ve ürün şehre gelince de devletin belirlediği fiyatla satın alırlardı. İthalat ve ihracat için teşebbüs etmek, başka ülkelerle herhangi bir ürün için bireysel bağlantıya geçmek büyük cesaret isterdi”

Sırlı ve Annesi

Sırlı, yazarın Abus romanında iyilik kavramını üzerine yüklediği ve bu şekilde en öne çıkardığı kahramandır. Yazarın bu kahramanına Sırlı adını vermesi de bu kahramanın tüm eylemlerinin bir sır özünü taşıdığını ilk sayfalardan itibaren hissettirir. Yazarın kaleminden okulun en başarılı ancak en sorunlu öğrencisi olan Sırlı şöyle tanıtılır okura:

“Geniş kalın dudaklı ağzı hep gülümser. Bal rengi gözlerle aynı renk saçları, yumuşaklığı hissedilir biçimde kulak hizasındadır. Yüzünde hâlâ bir bebek masumiyeti gizli. Çocuğa bakanlar ister istemez onun aurası altına girerler. Gürbüz ve yapılı vücudu gençliğin bütün esintisini üzerinde taşır. Zekâsı korkutucu, aklına güç yetmez. Devre ve insanlara asla yenilmeyen tarif edilemez bir tesiri vardır apartmanın bu en genç sakinin. Zordur onu kabullenmek Abuslular için.”

“…davranışları yüzünden okuldan atmak isteseler de zekâsı ve çalışkanlığı yadsınamıyordu. Babası Reis Bey’den de konumu itibariyle çekiniliyor, okuldan atmaya teşebbüs edemiyorlardı.”

Sırlı’nın annesi Kâbus romanda şöyle tasvir edilir:

Orijinal sarı saçları her zaman başının arkasında topuz yapılmış, bir kadına göre oldukça uzun boylu, balıketli ve tam bir Abuslu. Üzerinde döpiyesten başka bir kıyafet görmenin mümkün olmadığı şehir hastanelerinden birinde başhemşire. Başı öyle dik, vücudu öyle kaskatı ki omurlarının tek bir bütünden oluştuğu iddia edilebilir. İskeletini açıp incelemek ihtiyacı hissedebileceğiniz kadar eğilip bükülmez bir kadın. Ona inat, apartmandaki herkese inat, tüm Abuslulara inat asi, laf geçirilmez, çocukluğundan beri iflah olmamış annesinin başına bela on sekiz yaşındaki oğlu; Sırlı.

Romandaki anlatıda 18 yaşında olduğu kaydedilen Sırlı, keskin zekâsı ile Abus’taki insanî başkaldırı hareketinin doğal önderi olacaktır:

Üniversite öğrencilerinin lideri yanında birkaç arkadaşıyla Sırlı’yı ilk görmeye geldiğinde çok temkinliydi. Gözleri fıldır fıldır delikanlı, Sırlı ve arkadaşlarının her hareketini inceliyor, her lafın altında gizlenebilecek tüm olası hesapları kafasında hesap ediyordu. (…) Sırlı konuştukça delikanlının gözlerindeki tüm şüphe kıvılcımları tek tek yok oluyordu. Berrak bir su gibiydi Sırlı.”

Uzun süre totaliter rejimin muhafızlarından kaçmayı başaran ancak sonunda yakayı ele veren Abus’taki müesses nizamın altını üstüne getiren eylemlerin organizatörü Sırlı’nın yargılanması Ağır Ceza Mahkemesi Reisi olan babasına düşecektir:

“Başkan o esnada Sırlı’nın babasına döndü.

“Şimdi bu gördüğünüz adam, o aşağılık sürüngenin babasının size elbet diyecekleri vardır!”

Kâbus, başı ellerinin arasında saçlarını kökünden yakalamış, gözleri yuvalarından fırlayacak gibi ekrandan eski kocasına bakıyordu. Kalbi durmak üzereydi. Yargılarını inançlarını mı seçmeli yoksa oğlunu mu seçmeli karar veremiyordu. Düşünemez olmuştu. Sırlı’nın babası o esnada konuşmaya başladı:

“Ben görevinin başında bir Abusluyum! Şunu bilin sizin kanınızdan olan sizin gibi davranmazsa ona gereken cezayı kendi ellerinizle vereceksiniz. Yarın mahkeme yapılacaktır. Yasaları kimse çiğneyemez. Hele ki Abus ideolojisi her şeyin üstündedir!”

Sesinin titremesine engel olamıyordu ve o sırada tek bildiği; Başkan’dan nefret ettiğiydi.”

(…)

“Ve söz Sırlı’ya verildi.

“Öncelikle bu yasalara rağmen bana söz hakkı verdiğiniz için size minnettarım. Bu bile sizler için bir gelişme!”

Bütün salon homurtularla inledi. Minnettarlık ha! Bu ucuz ve aşağılık serseri yok edilmeliydi!

Babası büyük bir hayâl kırıklığıyla salonu susturdu. Sırlı devam etti:

“Bir gün her şey değişecek. Belki ben burada olmayacağım ama bir zaman gelecek ve içinizde bir yerlerde bir pıhtı canlanacak ve işte o vakit birer insan olacaksınız! Savcı doğru söylüyor, evet! Ben sizden biri değilim ve ben, ben olmaktan hiç pişman olmadım ve olmayacağım!”

Kameralardan ekranlara canlı yansıyan bu sözler nefesini tutmuş bütün şehri susturdu, yürekleri dağladı. İçinde acı hissetmemiş en azından şaşkınlığa uğramamış çok az kalp kalmıştı artık bu koca şehirde ve şimdi gözler kameraların döndüğü ağır ceza reisindeydi. Başkan odasında, koltuğunda yayılmış, sanki hacmi iki katına çıkmış, keyifle o anı seyrediyordu. Evet, sıra etrafına her zaman güçlü bir hâkimiyet kurmuş olan ve hep nefret ettiği ağır ceza reisindeydi.

Mahkeme sahnesinde en ağır rol Sırlı’nın babasına düşmüştür: Oğlu hakkında savcı tarafından mütalaadaki idam istemini, eşi Kâbus’un huzurunda karara bağlamak:

“Hâkim oğluna baktı. Savcıya baktı. Salonun gerisinde yüzü sapsarı olmuş Kâbus’a baktı. Ona bakan gözler sanki salona her baktığında daha da çoğaldı. Duvarlardan, tavandan, yerlerden, her yerden gözler fışkırıyordu. Sonra sanki hepsi birleşip kocaman tek bir göze dönüştü. Öyle bir göz ki; onu aşağılar gibi ve tahakkümle bakan. Sanki şeytanın gözü! Kendini ona kul yapmak ve kabul ettirmek için tek ve son şansının olduğunu haykıran! Titredi, ezildi, teslim oldu, kabul etti ve elinde duran kalemi tek hareketle kırdı!

Kayboldu o kocaman göz!”

Oğlu için idam kararını veren babanın trajedisinin son sahnesi olan idam yerinden Sırlı’nın kaçırılma girişiminin ardından sevgilisi Sarmaşık sahne alır:

“Sustu Sarmaşık. Uzandı yanına sevgilisinin sonra. Dalga dalga sarı saçları Sırlı’nın yüzüne yayıldı. Bir eliyle Sırlı’nın elini tuttu, diğer eliyle karnını okşadı. Beraber seyrettiler son kez gökyüzünü. O özgürlüğe uçan kuş sürüsünü. Sırlı, Sarmaşık ve henüz doğmamış evlatları. Ve son nefesini o sarı saçların kokusuyla verdi Sırlı.

Ağır bir sessizlik şehirde. Herkesin yüzü gökyüzüne dönmüş. Daha önce böylesi görülmemiş. Dünyanın bütün kuşları toplanmış sanki. İlk defa kuşlar onlara değil, onlar kuşlara bakıyor… Hiç bakmadıkları gibi. Sırlı’nın onlara bakışı gibi. Sırlı’yı almaya gelmişler, belli. Gidecek Sırlı. Alıp götürecekler onu. Ama gölgesi hep Abus’un üstünde olarak. Öyle gidecek Sırlı. O hiç ölmeyecek.”

Abus’un İyilik Kutbu: Kadim Ağabey

Kötülük ve vicdansızlık diyarı Abus’ta iyilik damarını besleyen Kadim önemli bir kahramandır. Mütevazı evinden 20 milyonluk bir şehre egemen olan hoyratlıkların şifası için nefes alıp veren birisi olan Kadim, Sırlı’nın ruhunu besleyen berrak kaynaktır:

“Adam işte o zaman yine tam gözlerinin içine bakıp: “Bu ev ve sınırları içinde benim kurallarım geçerlidir. Abus’un değil! Ya uyarsın ya gidersin! Edep yoksa ruhunda hiç durma burada! Diyeceksen de bana “Kadim ağabey” diyeceksin!” demişti. (…)

Abus’ta bir hayalet gibiydi bu adam. Bambaşka, garip biri. Sertti, ketumdu. Az konuşurdu.

Geçmişten kalmış da dünyadan gitmeyi unutmuş sanki. Hatta yaşadığı yerde de unutulmuş gibi. Hâlbuki çoktur bu adamı tanıyan hem de öyle çoktur ki. Hepsi saklar ama. Ve kimse kimseye de söylemez.

Uzun boylu, iri yarı, kır sakallı, kır saçlı, gözlerinin altında torbalar çok belirgin, koyu tenli, kaşları hep çatık gibi uçları yukarı doğru, gözleri mavi, hem de çok parlak. Masmavi. Yüzünün ortasında parlayan iki mücevher gibi. Kimdir, neye inanır veya inanmaz? (…) Sadece bu geçmişten çok geçmişten kalma binaya gözü gibi bakar. Bu köhne yapı onun evinin bahçesinin sınırları içindedir. Bahçenin bir tarafında bu tuhaf yapı, diğer tarafta da tek katlı iki odalı evi vardır. Ağaçlarla kaplı avlu ve bahçe o kadar büyüktür ki bu iki harabe de kolaylıkla saklanmaktadır.”

Abus’taki Hiyerarşinin Başkanı

Distopik şehir devletinde katı bir hiyerarşi egemendir. Bu hiyerarşinin en tepesindeki aktör olan Başkan’ın okurun gözünde canlanması için yazar, makam odasından duvarlardaki desenlere kadar her ayrıntıda kalemini ustaca kullanır:
“Koyu kahverengi ceviz kapı açıldı. Tüm duvarlar abanoz lambriyle kaplıydı. Lambriler bir takım ejderha, yılan şekillerinde oyulmuş, oyulan kısımlar kırmızı ve siyahla renklendirilmişti. Başkan’ın arkasındaki tabloda şehrin sembolünün usta ellerden çıkmış bir resmi vardı. Yanında da adamın tam boy resmindeki haşin gözleri gerçeğinin yanında öyle masum resmedilmişti ki adamla karşı karşıya gelindiğinde ‘Şeytan’ nasıl bir varlıkmış diye düşünmeye gerek kalmazdı.”

“Başkan, bir tarafında Ahver Ateş, bir tarafında Sırlı’nın babası olduğu hâlde şehrin merkezindeki meydanda üç boyutlu simülasyonla basının karşısındaydı. Adamın cüssesi Ahver ve ağır ceza reisinin iki katı olarak ayarlanmış, yanındaki iki adam bir devin gölgesinde gibi kalmışlardı. Bütün şehirde nefesler tutulmuş her tarafta yansıtılan dev ekranlardan pürdikkat bu üç adama bakıyorlardı. Başkan gözlerinde daha önce görülmemiş bir galibiyet hırsıyla kasılmış, basın mensuplarına açıklama yapmak üzere konuşmasına başladı:

‘Abuslular! Bugün bir kere daha galip geldik. Gençliğe baş olmaya kalkışmış adi bir fareyi yakaladık. Ona uyan, onunla iş birliği yapmış herkes yakalanacaktır. Buna emin olun! İş birliği gibi aşağılık bir kelime bizim lügatimizde bile yoktur! Çünkü her Abuslu bir birey olarak devdir. Bu sülüklerin hepsi toplansa bir damla kanımızı bile ememezler! Yargı ve yasalar neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır. Bir daha da böyle kurallara ve Abuslu anlayışına aykırı, insanın gücünü hele de bir Abuslunun gücünü hor gören davranışlar sergileyen herkes gereken cezayı görecektir. Sadece buradan eğitimcilere tekrar ve tekrar sesleniyorum! Görevinizi doğru düzgün yapın! Yeni nesli çok daha güçlü, azametli ve tuttuğunu karşısındakinin kalbini sökercesine koparan bireyler olarak görmek istiyoruz. Maalesef doğru anne babalar olamamış insanlar var!”

Başkan Ahver Ateş’e döndü. Sırıtarak kulağına eğildi: “Sen konuşmayacaksın! Seni sadece benim emrimdeki zavallı bir yaver olarak buraya çağırdım! Alt basamakta kalmış pis bir soytarısın ve ben ne dersem onu yapacaksın!” Ahver ise bu sözlerden dolayı öyle rahatlamıştı ki çünkü tek kelime edebilecek takati yoktu.”

“Sırlı şehirde tebdili kıyafet gezen müfettiş var mı diye korkuyla etrafına bakınırken, kısa boylu tıknaz bir kadın pantolonunun arkasına sakladığı copu çıkartarak, karşı kaldırımdan hızlı adımlarla ve sırıtarak olay yerine geldi.”

Abus’ta Sembolizm

Yazar romanında kahramanlarının isimlerini seçmekten onların giysi ve aksesuarlarına kadar her ayrıntıda belirgin bir sembolizmi hissettirir. Bu sembolizmde renklerin, özellikle de yeşilin özel bir yeri vardır:

“Tüm bu kalabalık, anlaşılan, dalga dalga yayılan Abus’u saran bu tehlikeli birliktelikte birbirlerini tanımak için bir işarete ihtiyaç duymuşlardı. Yeşil bir işaret. Kimi yeşil bileklik takıyor, kimi yeşil taştan bir kolye, kimi çantasına yeşil ip bağlıyor ve her ne olursa olsun üstlerinde bir şekil-de yeşil bir ibare bulunduruyorlardı. Mümkün olduğu kadar dikkat çekmemek üzere bu yoğun kalabalık birbirlerini böyle tanıyorlardı.”

Kırmızı ve siyah ise distopyanın nesnesi olan her şeyi kuşatan renklerdir.

“(…) meydanın başındaki heybetli hükûmet binasının balkonunda Başkan göründü.

Kollarını göğsünde kavuşturmuş, toplanan kalabalığı mağrur ve alaycı bakışlarla süzmek, gücüne yem olacak zavallıyı seyretmek için halkın karşısındaydı. Bir Abuslu bilmeliydi ki itaat edilmesi gereken tek kişi, o ve kurallardı. Ama ne olduysa ne oluyorsa istediği ve beklediği tepkiyi halktan alamıyordu. Sanki kimse etkilenmemiş gibiydi. Onun orada onlara bakıyor olması hiçbirinin üzerinde bir etki yaratmamıştı ve hepsinde bir tuhaflık vardı. Neden yeşil giyinmişti bunlar? Giyeceklerse Abus’un renkleri siyah ve kırmızı tercih edilmeliydi.”

Abus romanında rastlanan isimlerden tasavvuf tarihinden alınan Somuncu Baba (Hamidüddin Aksarayî, 1331-1412), bazı mısralarını iktibas ettiği Türk edebiyatından Ahmet Haşim (1887-1933) yazarın okuruna hatırlatarak genel kültürüne emanet ettiği iki isimdir.

Yazımızda isimleri örneklendirilen sembolik kahramanlar dışında Abus’ta sahne alan daha pek çok figür vardır: Ahver Ateş, Mürver Sipahi, Diken ve kızı Kudret, Hezeyan ve eşi Atılgan, Şöhret, Yersiz, Kezban, Cengâver, Sırlı’nın arkadaşları (Sarmaşık, Rüzgâr, Doruk, Feza) Kılıç… Yazar bu isimleri bazılarını daha keskin hatlarla sahneye çıkartır; bir kısmını ise biraz sisler ardında bırakır.

İyiliğin Zaferi: Sırlı Şehir versus Abus

Kitabın sonunda Sırlı’nın harekete geçirdiği ruh ile Abus adeta bir metamorfoz yaşar:

“Aylar sonra Abus bambaşka bir şehirdi. Çok zorlu geçen bir sekiz ayın ardından hükûmet devrilmiş, yönetim devralınmıştı. Bu kanlı savaşta insanlar hayatını kaybetti, sokaklar birbirine girdi, akıllara durgunluk veren sahneler yaşandı ama nihayetinde hepsi birer Sırlı olan arkadaşları, gönüldaşları, vicdanın, merhametin ve iyiliğin savaşçıları galip geldi. Evet; artık Abus idaresiyle, kurallarıyla en önemlisi vicdanıyla bambaşka bir şehirdi.”

“Artık ismi de Abus değil bu şehrin.

Artık gücü, onun hep hatırlarda kalacak olan gülümsemesinde saklı.

Bu şehrin semalarında binlerce kuş bir arada, onun gülümsemesiyle gökyüzüne bakan insanlara, tekrar tekrar hatırlatıyorlar ruhlarının özgürlüğünü. Fısıldayarak kanat çırpışlarıyla.

Evet, ismi Abus değil bu şehrin.

Artık ismi “Sırlı Şehir” bu şehrin.

Öyle bir şehir ki; iklimi yumuşak, toprağı verimli, havası temiz, suyu berrak, kaynakları bol. Denizin kokusu üzerinde. Baharda açan pembe beyaz çiçeklerin kokusuyla birlikte. Siz Sırlı Şehir’i dünyanın neresinde düşünmek isterseniz?

Size kalmış tercih de tahayyül de.”

SONUÇ

Genel olarak distopya yazarlarının amacı, toplumsal eleştiri yapmak, güncel sistemlerin potansiyel tehlikelerini göstererek okuru, insanlığı ve ülkelerinin geleceği hakkında düşünmeye yöneltmektir. Distopyalar genellikle gelecekte veya alternatif bir dünyada geçen karanlık senaryolar üzerinden, bugün önemsenmeyen bazı sorunların büyüyerek ileride nasıl felaketlere yol açabileceğini anlatır. Böylece distopya yazarları, hem uyarı niteliğinde mesajlar verirler, hem de insan doğasına ve topluma dair derin sorgulamalar yaparlar.

Berna Güzey de Abus romanında bu tanıma uygun bir yazımla geleceğin hayâlî bir şehir devleti üzerinden Türk toplumunun mevcut değerlerinin önemi vurgulamış ve bu ahlâkî değerlerimizin yozlaştırılması ile varılması muhtemel bir tabloyu kelimeleri ile çizmiştir. Güzey böylesi bir kötü senaryoda bile Türk toplumunun manevî mirasının önemini vurgulamak suretiyle toplum direncimizi arttırılması noktasında Türk tasavvuf geleneğinin sağladığı imkânlara dikkat çekmiştir.

Kitap Ötüken Neşriyat tarafından yayınlandı ve Karar gazetesinin 2024 yılı sonundaki değerlendirilmesinde ‘Yılın En Önemli Romanları’ arasında yerini aldı. Kalıcı bir eser olarak Türk edebiyatında şimdiden yerini alan Abus, yazarı Berna Güzey için bu güç yazılır alanda başarılı bir metin inşa etmesi ve Türk distopyaları alanına kalıcı bir katkıda bulunmayı başarmasıyla övgüyü hak ettiren bir anlatı olarak okurlarını bekliyor.

(*) Bu yazı kısaltılarak KARAR Gazetesinde yayınlanmıştır. (9.2.2025)

Hakkında editor

Yoruma kapalı.

Yukarı Kaydır