BİR T Ü R K KLASİĞİ :
CENGİZ AYTMAT-OV-
Dr. Hayati BİCE
S u n u
Çağdaş dünya edebiyatının en önde gelen isimlerinden birisi olan Cengiz Aytmatov [doğrusu Aymuhammedoğlu], 1928 yılında Sovyet yönetimi altında bulunan Türkistan’ın Kırgız ülkesinde dünyaya geldi. Küçük yaşta hayatın katı gerçekleriyle yüz yüze gelen Aytmatov, 9 yaşında iken 1937 yılı Stalin Terör Kampanyası’nda babası Törekul Aytmatov’u kaybetti. Daha çocuk denebilecek yaşta iken 2. Dünya Savaşı’nın yol açtığı faciaları yakından gözledi. Bu yaşadıklarının Aytmatov’un bilincine silinmez bir şekilde kazındığı eserleri incelendiği zaman kolayca fark edilebilir.
1956-1958 yılları arasında Gorki Edebiyat Enstitüsü’nde çalışan ve Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni de bitiren “Kırgız çobanı Cengiz” bu yıllarda kaleme aldığı hikayeleriyle artık Rus edebiyatçıları tarafından bilinen bir yazar konumuna ulaştı. Hızla ünlenen Aytmatov, 1963 yılında Sovyetlerin en büyük edebiyat ödülü olan Lenin ödülünü aldı. Bugün 90’a yakın dilde okunan Cengiz Aytmatov, 1960’lı yıllardan itibaren dünyanın tanıdığı bir isim haline geldi.
Beyaz Gemi, Toprak Ana, İlk Öğretmenim (Öğretmen Duyşen), Erken Gelen Turnalar, Cemile, Gül-sarı gibi ilk ustalık ürünleri, ancak birçok Batı dilme çevrildikten sonra ülkemizde yayınlanan Aytmatov, “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” ve özellikle “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı eserlerinin yayınlanmasından sonra ülkemizde de geniş ölçüde tanındı. Aytmatov’un ülkemizde tanınmasında eserlerinden uyarlanan “Kopar Zincirlerini Gülsarı”, “Beyaz Gemi” ve “Cemile” filmlerinin de katkılarını unutmamamız gerekir. Son olarak kaleme aldığı “Kıyamet” adlı eseri 1987 Frankfurt Kitap Fuarı’nda ‘Yılın Kitabı’ seçildi; Almanya’da “İdam Yeri”, Azerbaycan’da “Cellad Kütüğü”, Özbekistan’da “Künde”, Fransa’da “Dişi Kurdun Rüyaları” adıyla yayınlandı.
“Gün Uzar Yüzyıl Olur”* adlı ülkemizde ünlenmiş romanını ve ülkemizde yeni yayınlanan son kitabı vesilesiyle Cengiz Aytmatov’u ve O’nun artık Türk Klasikleri arasında yerini almış olduğuna inandığımız değerli eserini gündeme getirmek üzere bir değerlendirme yaptık.
Halen Sovyet Halk Temsilcileri Meclisi (= Yüksek Sovyet) üyesi ve Yüksek Sovyet Kültür-Milli Diller Komitesi Başkanı ve Sovyet Yazarlar Birliği Sekreteri olan Cengiz Aytmatov’un çeşitli yayın organlarına yansıyan görüşlerini yazarın düşünce evreninin anlaşılması için derlediğimizi de hatırlatmış olalım…
TÜRK YURTLARI
(*) Ülkemizdeki yeni baskıları “Gün Olur Asra Bedel” adıyla yayınlanmaktadır.
* * *
“DÖNENBAY KUŞU” BİZE DE UĞRAR MISIN?
Dr. Hayati BİCE
Günümüzde dünya edebiyatının en önde gelen isimlerinden biri olan Cengiz Aytmatov, eserlerinde Türkistan’ın manevi coğrafyasını anaplan olarak kullanırken kimileri ideolojik bulunabilecek çağdaş temaları da ustalıkla bu anaplan üzerine işlemektedir. Ancak hiçbir eserinde basit ideolojik yönlendirmelerin öne geçtiği iddia edilemez.
Cengiz Aytmatov’un eserleri arasında birçok yönden ayrıcalıklı bir yeri olan “Gün Uzar Yüzyıl Olur” romanında kültür değişmelerinin dünkü ve bugünkü yönelişlerinden tütün, en girift sosyal psikolojik tahlillere kadar pek çok olgu olağanüstü bir sentez gücüyle ifade edilmiştir. Eserin sistematik bir tahlili ciddi bir edebiyat araştırması olma potansiyeli ile ehlini beklemektedir. Yayınlandığı birçok ülkede yoğun akademik tartışmaları başlatmış olan eser üzerindc Türkiye’de birkaç tanıtım yazısı dışında bir çalışma yapılmadığını biliyoruz.
Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserde Türkistan’ın Kazak bölgesindeki 8 hanelik bir tren yolu bakım istasyonunda yaşayan Aral bölgesi Kazak Türklerinden Kazangap adlı yaşlı işçinin ölümü ve vasiyeti üzerine düzenlenen cenaze törenini anlatan ana eksen etrafında, Türklerin destanî devrine dönüşler ile uzay kolonileri arasındaki ilişkilerin sınırladığı geniş bir açılım sergilenmekte ve tek bir günün anlatıldığı roman böylece ismine uygun olarak ‘yüzyıldan uzun bir gün’ün hikayesi olarak şekillenmektedir. Romanda Türk geleneği temsil eden Kazangap’ın en yakın dostu Yedigey ile Sovyet devrinin yenik insanı Kazangap’ın oğlu Sa-bitcan arasındaki çelişki ortaya konularak, Türk insanı’ ile ‘Sovyet insanı’ karşılaştırılmakta ve açıkça ‘Türk insanı’ndan yana tavır alınmaktadır. Yazar bu trajik karşılaştırmasını sağlam bir zemine oturtabilmek için destanî geleneğe yaslanarak Yedigey’e Nayman Ana Destanı’nı anlattırmaktadır.
NAYMAN ANA DESTANI
Göçebe Türk oymaklarının düşmanı olan Juanjuan’lar -Türklerin tarihi düşmanları olarak sembollize edilmektedir- savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları ya uzak yerlerde satmakta veya güçlü-kuvvetli olanları ayırarak korkunç işkencelerle “Mankurt”laştırdıktan sonra köle olarak kullanmaktadırlar.
Juanjuanlarla girişilen bir savaşta babasını kaybeden ve babasının öcünü almak için Juanjuanlara karşı düzenlenen bir akına katılan Nayman Ana’nın oğlu Colaman akından geri dönemez. Cenk meydanında oğlunun cesedini arayan ancak bulamayan Nayman Ana hep oğlunun bir gün çıkıp geleceği ümidiyle yaşamaktadır.
Bir gün kervancılardan yakınlarda bir mankurt’un deve güttüğünü işiten Nayman Ana analık sezgisiyle bu mankurtun oğlu olabileceği hissine kapılır. Bu fikrini, hiç kimseye açamayan Nayman Ana, kitaptaki ifadeyle “torkunlarına (kızlık akrabalarına) uğrayacağını, onlarda bir süre konuk kaldıktan sonra eğer kendisi gibi istekliler çıkarsa Kıpçak ülkesine erenlerden Yesevi Dede’nin türbesine gideceğini” söyleyerek ve yine yazarın ifadesiyle “Eşhedüen la ilahe illAllah” deyip devesine binerek yola çıkar. Nihayet deve güden mankurtu bulan Nayman Ana önsezisinde yanılmamıştır. Bu mankurt onun sevgili oğlu Colaman’dır. “İki gözüm benim!” diye oğluna atılan Nayman Ana oğlunun kendisini tanımaması ve adını “Mankurt” olarak bildirmesi üzerine kahrolur ve şunları söyler: “Bir insanın dinden malı-mülkü, tüm zenginliği, gerekiyorsa yaşamı alınabilir. Ama belleğini köreltmeğe, beynini sakatlamaya kim cüret edebilir?” Ağlayarak oğluyla konuşan Nayman Ana sözlerine devam eder: “-Senin adın Colaman. işitiyor musun beni? Colaman senin adın. Babanın adı Dönenbay. Öldü baban. Anımsamıyor musun babanı? Sana ok atmayı o öğretti. Ben senin ananım. Sen de benim oğlum. Göçebe oymaklarındansın sen. Bizim oymağa Naymanlar denir. Sen de Naymansın.”
Oğluna bu şekilde kim olduğunu, nereden geldiğini anlatmaya, hatırlatmaya çalışan Nayman Ana onun hafızasını tamamen yitirdiğini acıyla fark eder; buna rağmen yine de onu obalarına götürmek ister. Ana yüreği onun bir gün aklının başına geleceğine inandırmıştır. Bu sırada yanlarına yaklaşan efendi Juanjuan, Nayman Ana’yı görür ve kaçan Nayman Ana’nın mankurtuna anlattıklarını öğrenince Colaman’a anasının ona işkence yapmak istediğini ve bu yüzden Nayman Ana’yı öldürmesi gerektiğini söyler. Romanda belirtildiği üzere “..oğlunu alıp götürerek göçebe Naymanlara istilacıların tutsakları nasıl sakatladıklarını, akıldan yoksun bırakarak nasıl alçalttıklarını göstermek isteyen ve böylece onların düşmana diş bileyerek silaha sarılmalarını” sağlamayı düşünen Nayman Ana Juanjuanlar oğlunun yanından ayrılınca tekrar oğlunun yanına döner. Ancak anasının kendisine kötülük yapmak istediği “öğretilen” oğlu, Nayman Ana’sını dinlemez bile! Kitapta bu hazin öykü şöyle bitiriliyor:
“Nayman Ana son anda oğlunun okunu ona çevirdiğini gördü; deveyi dehleyip ileri fırlamağa fırsat bulamadan kısa bir vınlama duydu, yaydan fırlayan ok sol böğrüne saplandı. Öldürücü bir saplanmaydı bu. Nayman Ana yavaş yavaş aşağı eğildi, yıkılmamak için devesinin boynuna sarıldıysa da yere düşmeye başladı. Fakat ondan önce başından ak yazması kaydı, bir kuş olup havalanırken; “-Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye çığlık attı.
İşte o günden beri Sarı-özek bozkırında geceleri Dönenbay kuşu uçarmıs. Bir yolcuya rastlarsa yanına yaklaşır: “Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay, Dönenbay!” diye bağırırmış..
Nayman ananın gömüldüğü yer Sarı-özek bozkırında Ana-Beyit Gömütlüğü, ananın yattığı yer olarak adlandırılmış.”
NAYMAN ANA KABRİSTANI – BAYKONUR UZAY ÜSSÜ
Nayman Ana’nın oğlu tarafından öldürüldüğü yer daha sonra Kazak Türkleri arasında kutsal bir makam olarak kabul edilerek ölülerin toprağa verildiği bir anıt-kabristan haline gelir yüzyıllar içinde. Romandaki kahramanlardan Kazangap da arkadaşı Yedigey’e öldüğünde ‘Nayman Ana Kabristan’ına gömülmesini vasiyet eder. Bu vasiyeti yerine getirmek üzere bir araya gelen altı kişi arasında Kazangap’ın oğlu Sabitcan da vardır. Sabitcan yatılı Sovyet okullarında okumuş, Sovyet normları benimsetilmiş bir Kazak Türk’üdür. Gördüğü ateistik eğitimin yönlendirmesiyle atalarının inanç ve geleneklerini küçümsemekte., anlamsız bulmaktadır. Okumuş biri ve yerel hükümet binasında odacı olan Sabitcan’ın karşı çıkmasına rağmen cenaze İslami usullerle teçhiz edildikten sonra Nayman Ana Kabristanı’na gömülmek üzere yola çıkarılır. Nayman Ana Kabristanı’na geldiklerinde Ycdigey şoke olur: Yüzyıllardır Nayman soyunun ölülerinin toprağına karıştığı yerler dikenli tellerle çevrilmiş ve bir uzay üssü haline getirilmiştir. (Bu uzay üssünün Sovyet uzay çalışmalarının yürütüldüğü Türkistan’ın Kazak bölgesindeki Baykonur uzay üssü olduğu fikri akla gelmektedir.)
Cenazeyi getiren grubun lideri konumundaki Yedigey’in bütün ısrarlarına rağmen resmi makamlar ölünün içeri alınıp Ana-Beyit’te toprağa verilmesine izin vermezler. Çaresiz kalan kafile cenazeyi dikenli tellerin dibinde toprağa vermek zorunda kalır. Bu “zorunda kalışı” vurgulayan yazar, sömürgecilik, ölüm, Tanrı, resmi cenaze törenlerinin kofluğu, iman, kader gibi konulardaki ve açıkça İslami mesajlar taşıyan fikirlerini Yedigey’in diliyle belirtmektedir.
ÇAĞDAŞ MANKURTLAR
Babası Kazangap’ın Nayman Ana Kabristanı’na gömülmesi vasiyetine karşı çıkarak bir an önce cenazeyi toprağa gömüp şehre dönmek isteyen Sabitcan, dikenli tellerle yolları kesilince “Ben ta başında söylemiştim. Ölüyü ta buralara taşımanın ne gereği vardı?
İşiniz-gücünüz boş inançlarla uğraşmak! Bu masallara kendi inandığınız yetmiyormuş gibi bir de başkalarını inandırmağa çalışıyorsunuz.” diye tavrını ortaya koyar. “Nasılmış? Kapıdan geriye dönersiniz değil mi? Bunun böyle olacağım ben size baştan söylemiştim! “Ana-Beyit, Ana-Beyit!” diye tutturmanın sonu budur. Sopa yemiş köpeğe dönersiniz işte böyle!.. Adamlar “Plana göre gömütlük yerinden kaldırılacak” diyorlar. Karar kesin. Daha fazla uzatmağa gerek var mı? Eski masallara fazla kapılmışsın, sen, Yedike. Adamlar burada dünya çapında uzay işleriyle uğraşıyorlar, sen de tutturmuşsun “Ana-Beyit’imiz, Ana-Beyit’imiz!” diyorsun. Kim dinler seni? Kimin işine yarar senin Ana-Beyit’in?.. İhtiyar ıvır zıvır işlerle kimsenin kafasını şişirmeye kalkma. Hele böyle bir konuda bana hiç güvenme. Senin Ana-Beyit’in bana vız gelir, tırıs gider.” şeklindeki sözleriyle inançları alaya alan “okumuş-eğitilmiş” Sabitcan sözlerini şöyle tamamlar: “..Başka isim gücüm yok da o işlere mi koşacağım? Hem de ne için? Bak ihtiyar, benim ailem, çocuklarım, iyi de bir işim var. Ne diye durup dururken rüzgara karşı işeyeyim? Bir telefondan sonra kıçıma bir tekme atsınlar diye mi?..”
Atalarının yattığı Nayman Ana Kabristanı’nın ortadan kaldırılacağını öğrenince “birşeyler” yapmayı teklif eden Yedigey’e işbirlikçi aydınların sembolü Sabitcan’ın verdiği bu cevaplarla Cengiz Aytmatov’un sistemi sorguladığı açıktır. Yazar bu türden bir teslimiyeti bir tür Mankurtlaşma olarak değerlendirerek şunları yazmıştır: “Yedigey düşündükçe incinmişliği artıyor, durumu daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Buna gencecik adama (Sabitcan) bir yandan kızarak, bir yandan acıyarak, bir yandan da ondan iğrenerek; “-Mankurtsun sen! Gerçek bir mankurt! diye mırıldandı…”
Cengiz Aytmatov’un eserinin ana ekseni olan “mankurtlaştırma” olayının bu yönü son derecede enteresandır. Çağdaş mankurt olan Sabitcan’ın kafasına hiç kimse deve derisi sarıp güneşin altında bırakmamıştır ama işte o tam bir mankurt olarak ortadadır! Bu mankurtlaştırma metodu henüz tam olarak açıklığa kavuşmamıştır, ancak eldeki veriler bu işlemin Sovyetleştirilen eğitim sistemi ile ilişkisini fısıldamaktadır.
GÜNÜMÜZDE MANKURTİZM
Cengiz Aytmatov Gün Uzar Yüzyıl Olur’u 1980’de tamamladıktan sonra, eser hızla yaygınlaşmış pek çok Batı diline ve Türk lehçelerine çevrilmiştir. Romandaki mankurtlaştırma ve mankurt temaları tartışılmış ve konu üzerinde akademik çalışmalar ortaya konmuştur. Bunlardan birkaç örneği belirtelim: Çağdaş Sovyet Şairlerinden Kazak Türk’ü Muhtar Şahanov “Yenilen Galip ya da Cengiz Hanın Halası” konulu Otrar manzumesi’nin doğuşunu anlatırken şunları söylemektedir: “Eserimizde kültür tarihimize derin kökler salmanın bizler için pek önemli olduğunu anlatmak istiyordum. Her insanın doğduğu yere sıkı sıkıya bağlı olması gerekir. Bunsuz büyük çaplı yazar olmaz. Köksüz insanlar ortaya çıkınca “mankurtizm” hali olur. (SANAT OLAYI, Aralık 1986, Sayı: 55) Bu ifadeler Sovyetler Birliği’ndeki Türkler arasında mankurt deyiminin tam tamına yerini bulduğunu göstermektedir. Fransa’da V.Lackhine tarafından “yılın kitabı” olarak gösterilen bu eserden yapılan iktibasla “Mankurtizm” sosyal değişme ve köküne yabancılaşma temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründe yerini almıştır.
Cengiz Aytmatov’un Mankurt kavramını sosyal psikoloji literatürüne katmasından 10 yıl sonra tam anlamıyla yerli yerine oturduğunu gösteren yeni bir örneği ünlü Azerbaycan şairi Çağın Korkud Atası Bahtiyar Vahabzade vermiştir. Bahtiyar Vahabzade Azerbaycan Parlamentosu’nun Karabağ konusunda yaptığı olağanüstü oturumunda yaptığı ve Bakü’de 13 Ekim 1989 tarihli Edebiyat ve İnce San’at gazetesinde yayınlandıktan sonra Ahmed Schmide tarafından Türkiye Türkçesi’ne aktarılarak Türk Edebiyatı dergisi, Yeni Düşünce ve Zaman gazetelerinde yayınlanan konuşmasında Azerbaycan’ı yıllardır hoyratça sömüren Ruslarla işbirliği yapan bazı yöneticileri Mankurt olarak tanımlamaktadır. Vahabzade Mankurtluğun günümüzde de sürüp gittiğini ortaya koyan, kendi soyuna, kültürüne yabancılaşmış ve kelimenin tam anlamıyla şahsiyetsiz bu uşakları şöyle vasıflandırmaktadır: “Toprağına, halkına değil oturduğu koltuğa, makama bağlı olan mankurtların önüne ne atsalar “Eyvallah..!” diyecekler… Vatan ve millet duygusundan nasibsiz bu buyrukçular ne Moskova’da ne de Azerbaycan’da halkının meselelerini bilenlerin yetki sahibi olmasına fırsat vermemişlerdir. Bugünkü feci vaziyetin önemli sebeplerinden birisi de içimizden çıkartılan bu mankurtlardır…”
Azerbaycan Halk Ccphesi’nin yolbaşçısı, öncüsü Ebulfez Alioğlu’nun Kasım 1989’da görüştüğü Taha Akyol’a biraz sitem kokan bir ifadeyle belirttiğine göre Karabağ konusu Sovyet Halk Temsilcileri Meclisi’nde görüşülürken Karabağ meselesine karışmamağa ve “nötral” kalmağa çalıştığı bildirilen Cengiz Aytmatov hakkında yine bir Azerbaycan aydını olan Nizami Caferoğlu’nun değerlendirmesi ise şöyleydi: “…Cengiz Aytmatov’un büyük sanatçı olmasının sebebi binlerce yıllık zengin Türk medeniyetini tarihi gelişim mantığıyla özüne sindirmesi, tefekkür yolunu çizerken her zaman Türk medeniyetinin idrak ölçülerini esas almasıdır. Bu yönüyle Cengiz Aytmatov medeniyet tarihindeki köklü varlığımızın başlangıç devirlerinden çıkıp gelmiştir diyebiliriz… Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Yüzyıl Olur ve son olarak yayınlanan Kıyamet romanları ile felsefi arayışlarını tamamladı; çağdaş Türklüğün bu iki şaheser tefekkür anıtı karşısında dünya lal kesildi…. Gün Uzar Yüzyıl Olur romanında tarihi arkaplan, tarihi değerler milli varlığın yaşama sebebi olarak belirtilir ve tarihini yitiren bir halkın benliğini yitirmiş gibi, dününü unutan bir toplumun bugününden bile mahrum edilmiş gibi olacağını vurgular. Böylece aynı zamanda vatan duygusunu yitiren kişinin insanlığını yitirmiş geleceğinden mahrum edilmiş olacağı da belirtilir. Buna göre bir milletin millet oluşunun sebebi tarihinin, insanın varoluşunun sebebi ise vatanının varoluşudur…”
Aytmatov’a ilişkin bu yazımızı Nizami Caferoğlu’nun yine Aytmatov’un bu eserinden ilham alarak dile getirdiği bir çağrı ile noktalayalım:
“Doğudan batıya, batıdan da doğuya koşan Hun atlarının ayak seslerini duyuyor musunuz?.. İnin içinizdeki kadimliğe, inin ve dinleyin: o sesleri mutlaka duyacaksınız…
İnin içinizdeki kadimlige… İnin ve dinleyin, tarihin sesi her yerden kesilse de insanın içinden kesilmez…
İnin içinizdeki kadimliğe; inin içinizdeki gerçeğe, inin ve dinleyin: gerçek insanla başlamaz, insan gerçekle başlar…”
***
Dişi Kurdun Rüyaları Üzerine
“…Gün Uzar Yüzyıl Olur’da mankurtluğun mitolojik ve gerçek planda takdimi arasına bir mesafe koyan yazar, bu son eserinde o mesafeyi de ortadan kaldırmıştır. Bu noktadan itibaren Cengiz, artık bir yazar olarak değil bir filozof olarak düşünmektedir: O’nun izahına göre insan, tarih boyu bütün varlığını toplum içinde ve özünde taşıyagelmiştir, Bu sebeple insan kendini keşfettikçe, toplumuna yabancılaşmak söyle dursun, varlık sebebi olan köklerim idrak edecektir…”
(Nizami Caferoğlu, Edebiyat ve İnce San’at. 30 Aralık 1988. Bakü – AZERBAYCAN)
***
GÜN UZAR YÜZYIL OLUR
1. Baskı, İSTANBUL-1982
BORANLI YEDİGEY (EDİGE)’ İN DUASI
“Şimdi yüzümüzü kutsal Kâbe’ye dönelim, ellerimizi önümüze açalım. Böyle bir saatte dualarımızı, aklımızdan geçenleri duysun anlasın diye Tanrıyı düşünün… “… Böylece insanoğlunun bir rastlantı sonucu geldiği, fakat günlerle gecelerin izlemesi gibi aynı şaşmazlıkla günü gelince bırakıp gideceği bir dünya, kendi düzeni içinde değişmez bir dünya yarattığı için Yaradan’a selam vermiş oluyordu… O anda coşkuyla kendinden geçercesine dua etmekte haklıydı, çünkü insanoğlu dünyada boşuna yaşamıyordu. “Ey Tanrım, dedelerimizin ezberledikleri kitaplardan okuduğum duaları gerçekten işitiyorsan beni de işit. O’nun vasiyet ettiği gömütlüğe gömmeyi başaramadık… Biz kullarını bağışla ve Kazangap kulunu toprağa kabul et… Biz kulların sana yakarmaktan başka birşey beceremediğimiz için acı, esirge bizi, yardımını eksik etme. Biz kulların doğru olsun, yanlış olsun, herşeyi Sen’den bekleriz. Bir kaatil bile Sen’i kendi yanında görmek ister… Nayman Ana’nın yattığı kutsal gömütlüğe bundan böyle gelemeyecek oluşumuza çok üzgünüm… Vasiyetimi benimle buraya gelen gençlere bırakıyorum, beni buraya gömmek onların boynunun borcu olsun; ancak aralarında dua edecek birini göremiyorum ne Tanrı’ya inanıyor, ne de dua biliyorlar… Duaları küçümsüyorlar. Bu duruma göre ecel saati gelince kendilerine, başkalarına ne diyecekler? Acıyorum hepsine… Kutsal varlığına saygısızlık ettiğim için bağışla beni Tanrı’ml.. Eğer yaramaz bir şey söylediysem bağışla beni. Ben basit bir insanım, ancak bu kadar düşünebiliyorum… Bağışını üzerimizden eksik etme… Amin.” (s. 335-338)
***
MANKURT KİMDİR-NASIL MANKURT OLUNUR?..
“…Önce tutsağın kafasını kazırlar, kesilen bir devenin boyun bölgesinden yüzülen bir deri parçası tutsağın kafasına bir başlık gibi geçirilir. Kafasına deri geçirilen tutsak başını yere sürtmesin diye boyuna tahta kalıp takılır, yürek paralayıcı çığlıklarını kimse duymasın diye ıssız bir yere götürülürdü. Kolları, bacakları bağlı tutsak orada güneşin alnacında, aç-susuz birkaç gün kalırdı. Başına deri geçirilenlerden çoğu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlarsa belleklerini yitirerek geçmişlerini anımsamayan birer “mankurt” -köle- olurlardı. Tutsakların ölüm nedeni açlık, susuzluk değildi. Zavallılar başlarına geçirilen taze deve derisinin güneş altında kuruyarak büzülmesi sonucu acıya dayanamadıkları için ölürlerdi. Sımsıkı sarılan deri kurudukça tutsağın kazınmış başını mengene gibi sıkıştırırdı. Bütün bu acılar sonunda tutsak aklını yitirmeye başlardı. Juanjuanlar işkencenin beşinci gününde sağ kalan var mı diye bakmaya gelirlerdi. İşkenceye tutulanlardan biri bile sağ kalsa amaçlarına ulaşmış sayarlardı kendilerini… “Mankurt” kim olduğunu, soyunun-sopunun nereden geldiğini, adını, çocukluğunu, anasını-babasını bilmezdi kısacası insan olduğunun bile farkında değildi. Benlik bilincini yitirdiği için efendisine iktisadi açıdan büyük avantajlar sağlardı… Herhangi bir köle sahibi için en büyük tehlike, kölesinin başkaldırmasıdır. Her köle fırsat bulunca isyan eder; oysa mankurt köleler arasında kaçmayı, karşı koymayı, başkaldırmayı düşünmeyen, alışılmışın dışında tek varlıktı. Köpeklerin sahiplerini dinlemeleri gibi mankurt ta efendisinin sözünden dışarı çıkmazdı. Efendisinden başkasının sözünü dinlemez, bedeninin gereksinmelerinden başkasını düşünmezdi…. En kirli, en ağır işler mankurtlara verilir, sonsuz sabır isteyen bıktırıcı, sıkıcı, sinir törpüleyici işler onlara yaptırılırdı.”…(s. 125-127)
SON BASKI