Bir Yakın Tarih Analizi: Ülkücülerin Manevî Arayışları ve Tasavvufî Eğilimler
Dr. Hayati BİCE
Ülkücü Hareket’in yarım asrı bulan fikir serüvenine dair kitaplar giderek çeşitleniyor. Bu çeşitlenişte Ahmet Er, Nevzat Kösoğlu, Ali Güngör ve son olarak A. Yağmur Tunalı gibi, 12 Eylül 1980 öncesinde Alparslan Türkeş’in yanıbaşında ya da hareketin merkezinde yer almış isimlerin Hatırat’larını yayınlamalarının büyük bir payı var. Hareketin merkezinde yer almış olan Lütfi Şahsuvaroğlu gibi isimlerin de hatıralarını kaleme almaları ile ulaşılacak zenginliğin ülkücü nesillerarası kopukluğun giderilmesinde de etkili olacağına inanıyorum.
Bu yazıda ülkücü hareketin İslâmî renginin belirginleşmesi sürecine ışık tutan anılara değinmek istiyorum. Daha önceki birkaç yazımda bu sürecin değişik yönlerine işaret ederek, bu konuda sadece Tanıl Bora-Kemal Can ikilisi gibi solcu kalemlerin değerlendirmesine değil, hareketin önderlerinin anlatımlarının önemine değinmiştim. Ülkücü hareketin fikri serüveninin Necdet Pekmezci-Nurşen Büyükyıldız, Tanıl Bora-Kemal Can, Turhan Feyizoğlu gibi isimler tarafından tek yönlü olarak değerlendirilmesinin sakıncaları bana bu uyarıyı yapma gereğini hatırlatmıştı.
Şimdi A. Yağmur Tunalı’nın anlatımından yola çıkarak ülkücü hareket-tasavvuf ilişkisinin çeşitli kaynaklarda, “Menzil cemaati odaklı” olarak nasıl değerlendirildiğini görelim:
A. Yağmur Tunalı’nın Kaleminden: “Kavga Günleri 1968-1980”
Şair-yazar A. Yağmur Tunalı, 1980’lere gelinirken ülkücü harekette ortaya çıkan dindarlaşma eğilimlerini anlatırken “Menzil’e akın akın” başlığı altında şöyle diyor:
“(…) Bir başka plânda, Nâmık Kemâl Zeybek Bey, bu değişmenin altyapısını hazırlıyordu.
Bir “Menzil merâkı ve heyecânı” bütün teşkilatı sarmıştı. Menzilde bulunan Şeyh Râşid Efendi, neredeyse hareketimizin manevî önderi olmuştu. Muhsin Başkan da Menzil’i önemseyenlerdendi. Sıra sıra otobüsler Adıyaman yolunda ilerlerken, içlerinde taşıdıkları ülkücüler, Yesevi rûhuna uyandırıldıkları düşüncesinde yeni bir heyecana kanadlanıyorlardı.
Yesevî çizgisinin ne olduğunu bilen yoktu. Bugün de pek bilen olmadığı söylenebilir.
O, bir slogandı. Her kapıyı açan bir çilingirdi.
Yesevî deyince akan sular duruyordu. Yanına, bazen tasavvuf, çok zaman da İslâm getirilince, kimse konuşamıyordu.
Dolayısıyle, bu sloganı en çok işleten, her istediğini söyleyebilir ve yapabilir hâle gelmişti.
Artık, hareketin yörüngesi değişiyordu. Hanefî-Mâtüridî çizgisindeki bin yıllık Türk inanışının yerini, bir bakıma Şâfiî-Eş’ârî çizgisindeki yeni bir şekillenme alıyordu. Necip Fâzıl’la hızlanan sürece bizimkiler de katılmıştı. Bunu konuşan yoktu. Anlayan da gâlibâ çok az ve sesi kısıktı.
Ben de o anlayanlar arasında sayılmazdım. Ancak, dînî cemaatlere ve cami adamlarına yakın olduğum için, üslûbu iyi tanıyordum. Bu gidişin Erbakan Hoca’ya yarayacağını çok söylediğimi hatırlıyorum. Bu kadarını anlamıştım. Doğuda, şekillenen din anlayışlarının, Cumhuriyetle yaptığımız dini dışlama neticesini veren hatâlar dolayısıyle doğan boşluğu doldurmakta olduğunu da görüyordum.
Esasen, belki Cumhuriyetten bir asır önceden başlayan bir gelişme yaşandığını da sonradan fark edecektim. Türk
tarikatı olmakla târihte çok öne çıkan Nakşibendiliğin, yüzyıl öncesinde doğuda yeniden şekillendiğini görüyor ve gözleyebiliyorduk. Bizimkilerin kapılandığı, o yeni din anlayışıydı…” [1]
***
Tunalı’nın gözlemlerine dayanan tesbitlerindeki birkaç hususun tavzihe ihtiyacı olduğunu sanıyorum. Bunlardan ilki Menzil Şeyhi olarak bilinen Nakşibendi mürşidi Muhammed Raşid Erol’un adeta hareketin önderi haline geldiği iddiasıdır. Bir çok ülkücü 1978’lerden itibaren Menzil dergâhına intisab etmişler ise de asla bu hükmün verilmesine yetecek bir yoğunluk ve etkinlik oluşmamıştır. Sözkonusu dergâh ile ülkücüler arasındaki ilişkinin kurucusu olarak gösterilen Namık Kemal Zeybek de, ülkücü gençliğin Menzil’e yönlendirilmesinde -özellikle Muhsin Yazıcıoğlu çevresi için” etkili olan Ahmet Er de bu denli bir etkinlik kazanılmasının söz konusu olmadığını söylemiş ve yazmışlardır. Ahmet Er, Alparslan Türkeş’i ziyarete götürmek için izin istediği Menzil Şeyhi Muhammed Raşid Erol’un bu talebi geri çevirdiğini Hatıralarım adlı kitabında açıklıkla yazmıştır.
Diğer yandan Gümüşhanevî Dergâhı olarak bilinen İstanbul odaklı tasavvuf ekolünün Samsun yetkilisi Hacı Mustafa Bağışlayıcı’nın bütün bu isimlerin ötesinde bir kimlik gösterisi ile kurultay gibi hemen hemen tüm MHP etkinliklerinde yer aldığı da bilinmektedir. Bu dergâhın MHP çizgisine sempatisi son genel seçimlerde bu cemaatin önderi M. Nureddin Coşan’ın pek de alışılmadık bir şekilde, bir deklarasyon ile seçimlerde MHP’ye destek vereceklerini açıklaması ile tekrar teyid edilmiştir.
Diğer birçok tasavvuf büyüğü cemaat lideri ile Alparslan Türkeş’i görüştürdüğünü ifade eden Ahmet Er’in anlattıkları da ülkücü kitlenin tümüyle Menzil dergâhı etkisine girdiği iddiasını havada bırakmaktadır. İstanbul-Fâtih İskenderpaşa cemaati önderi Mehmet Zâhid Kotku, Ankara’da yaşayan Hacı Ahmed Kayhan, Bursalı İdris Efendi, Hasan Lütfi Şuşud bu isimlerden bazılarıdır.[2] Ahmet Er, Nakşibendi mürşidi olan ancak klasik tarikat faaliyetinde bulunmayan Hacı Ahmed Kayhan ile Alparslan Türkeş bu isimler arasında birçok görüşme olduğunu ve bu istişarelerin Türkeş’in vefatına kadar sürdüğünü kaydetmiştir. Yine Zeybek de, Hacı Ahmed Kayhan ile ilgili olarak, kendisine yaptığı bir ziyarette, kendisinden hemen önce ziyarete gelen Alparslan Türkeş ile ikinci eşi Seval Türkeş ile tesadüfen karşılaştıklarını belirtmiştir.
Tunalı’nın değerlendirmesinde maksadını aşan bir söylemi de tarikatçılığı ülkücü harekete bulaştıranların kendilerini dokunulamaz-eleştirilemez bir isim durumundaki “Yesevî” ismi ardına gizledikleri iddiasıdır. Tunalı’nın alıntıladığımız satırları arasında yer alan Yesevî konusundaki genel kabule rağmen bilgi eksikliği bilinen bir husus olmakla beraber işaret edilen dönemde -12 Eylül öncesi- ülkemizin genelinde Yesevî ve Yesevîlik konusunda çok fazla bir bilgi birikimi olmadığı gerçeğinin es geçilmesidir.
O günlerde henüz Yesevî’nin şiirlerinin toplamı olan Divân-ı Hikmet kitabının sağlam bir neşrinin yapılmamış olduğu göz ardı edilemez. Ancak 1993 yılında Türkiye Diyanet Vakfı tarafından basılan Divân-ı Hikmet kitabının gün ışığına çıkması ile 144 hikmet Türk okuruna -ve tabi onlar arasında ülkücülere- ulaşabilmiştir. Nihayet yeni bulunan hikmetlerin de eklenmesi ile 2006 yılında Yesevî’ye ait hikmetlerin Türkiye’de neşredilen miktarı 217’ye ulaşmıştır.[3] Bu şekilde Ahmet Yesevî’nin hikmetlerinde ne söylediği, bağlılarına neleri tavsiye ettiği, nelerden sakındırdığı bilinebilir hale gelmiştir. Fakat, Yesevî ve Yesevîlik konusunda hâlâ aşılamamış durumdaki M. Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” kitabının Diyanet Yayını olarak Türkiye’nin her yerinde bulunabilir olması ilgili okurların ve ülkücülerin Yesevî ve Yesevîlik konusundan sağlam bir bilgiye erişebilmelerinin vasıtası olarak el altında bulunabiliyordu.
Soldan Bakış ile Ülkücüler Ve Tasavvuf
Ülkücülerin tasavvufî eğilimlerinin evrilmesi konusuna dışarıdan bakan Tanıl Bora-Kemal Can ikilisinin bu konudaki yaklaşımları oldukça tutarlıdır. Yazdıkları iki büyük cild halindeki kitapları ile ülkücülük tarihini toparlayan ancak yer yer sol bakış açısından kaynaklanan hatalara düşen Bora ve Can, Menzil cemaati ile ülkücülük ilişkisini şu şekilde özetlemişlerdir:
“MHP, 1979/1980’de, hedefini tanımlarken, “Nizâm-ı Âlem (dünyaya nizâm verme) ve İ’lay-ı Kelimetullah” (Allah’ın sözünü yüceltme) ifadesini de kullanmaya başladı. Şeriat yanlısı yorumlara ve İslâm adına cihad iddiasına kapı açan bu şiar yaygınlaşırken; “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın” sloganı, en çok kullanılan birkaç slogandan birisi haline geldi.
MHP önderliği, bir yandan da İslâmî cemaatlerin desteğini kazanma arayışına girdi. Türkeş’in, bu amaçla Adıyaman-Kâhtalı Nakşibendi şeyhi Muhammed Raşid Erol‘la sıkı ilişki kurduğu, birçok ülkücünün bu şeyhe bağlandığı biliniyor. Nakşibendilerin aslında oldukça çaplı olan Adıyaman cemaatinin, fazla merkezî ve hiyerarşik bir yapıya sahip olmaması nedeniyle, bu ilişki MHP’ye pek büyük bir kitle desteği sağlamadı ama simgesel olarak önemliydi. Ülkücü önderlik, daha küçük çaplı başka bazı “mürşidleri” de kendisine angaje etmeyi başardı. Belirgin örneklerden birisi, Türkeş’in öteden beri sıkı bir ilişkide olduğu Samsunlu Nakşibendi büyüğü Hacı Mustafa Bağışlayıcı‘dır.”[4]
Ülkücü Hareketin yakın tarihini anlatan bir derleme olan Ülkücüler kitabında, Necdet Pekmezci ile Nurşen Büyükyıldız’ın “MHP’ye Menzil Operasyonu” başlığı altında yazdıkları ise ‘tasavvuf ve tarikatlar ile ilişkiler’ konusunda camia içerisindeki tartışmaları, -yer yer abartarak- öne çıkartmaktadır:
“(…) Başbuğ Türkeş, cezaevinden kaçmanın yollarını ararken, yavaş yavaş hareketlenen siyasi ortamda 12 Eylül yönetiminin hoşgörü ile yaklaştığı ve bir anlamda himayesine aldığı tarikatlar da yarım asra yakın bir zaman saklandıkları ortamlardan birer birer çıkmaya başladılar.
Tarikatlar 12 Eylül yönetimiyle işbirliği içerisinde Başbuğsuz kalan ülkücü hareketi kendi saflarına çekmek için her yolu denemeye başladılar.
Bu yakınlaşmanın temelleri 12 Eylül’den hemen önce yayımlanan Nizam-ı Âlem dergisinin Türk-İslam sentezci fikirleri ile atılmıştı.
1978 yılına kadar İslami söyleme uzak durmaya özen gösteren Türkeş, bu yakınlaşmayı kontrol altında tutmak ve ciddi bir muhalefet oluşmasını engellemek için hacca gitti. MHP yüzünü Türkeş tarafından kontrollü bir biçimde İslamiyet’e çevirdi. İlk İslami kıpırdanış Namık Kemal Zeybek ile ÜOD Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun çevresinde yeşerdi.
1978 yılında ÜOD’nin resmi yayın organı olarak beş sayı çıkabilen Nizam-ı Alem dergisiyle MHP içerisinde İslamiyet’in takunya sesleri de duyulmaya başlanmıştı. 1978-79 yıllarında Menzil Şeyhi M. Raşid Erol’a ilk yakınlaşan da Namık Kemal Zeybek oldu. Zeybek, Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde kaymakam olarak görev yaparken, Erol ile tanıştı. Bu tanışıklığın daha sonra şeyh-mürit ilişkisine dönüştüğü iddia ediliyor.
Zeybek cezaevine düştükten sonra düşüncelerinde hızlı bir İslami evrimleşme süreci yaşadı ve 1991 yılında Türk-İslam sentezi olarak nitelendirilecek olan hareketin öncüleri arasında yer aldı. Oral Çalışlar, Liderler Hapishanesi adlı kitabında Zeybek’in İslami çizgiye kaymasına ilişkin gözlemlerini şöyle aktarıyor:
“Regaip Kandilinde TV’de mevlüt yayınlanırken yine kendinden geçmiş ve cezbe kapılarak dini deyimle ‘höykürmüştü.’ Bu höykürüşüne şahit olan Türkeş, “Ne oluyorsun” diyerek kızmış ve Zeybek’i susturmuştu.(5)
Menzil Şeyhi Raşit Erol ile 12 Eylül yönetimi arasında sıcak bir diyalog vardı.
Askeri yönetim ile kurulan bu diyalog kısa süre içerisinde siyasi ve ekonomik ranta dönüştü. Menzil Şeyhi M. Raşid Erol ülkücülerin en gözü karaları olan Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını müritleri arasına katmayı başardı.
Menzil tarikatı 1981 yılına gelindiğinde askeri yönetimin desteğiyle MHP içerisinde ağırlığını hissettirmeye başladı. Menzil Şeyhi Erol’un asker emeklisi vekili [E. Yarbay Mehmed Ildırar olmalı, HB]Yeni Mahalle’de bir ev toplantısı düzenledi.
Bu toplantıya henüz tutuklanmayan ve cezaevinde İran Devriminin etkisi altına giren Burhan Kavuncu’nun da aralarında bulunduğu bazı kişiler katıldı. Menzil’in vekili dinî sohbet toplantısında “Şeyhimiz mi size kendinizi öldürmeyi emretse yerine getirirsiniz, yoksa Türkeş mi?” diyerek, tarikatla olan bağlarını ölçmeye çalıştı.
Toplantıya katılanlar canlarını şeyh için vermeye hazır olduklarını söylediler.
Aynı soru daha sonraları Mamak ve diğer cezaevlerinde yatan ülkücülere de sık sık sorulacak ve “Başbuğ öl dese ölürüm” diyenler açlık ve sefalet ile karşı karşıya bırakılacaklardı.
…
Burhan Kavuncu’nun tutuklanarak Mamak Cezaevi’ne konmasından sonra bu ilişkiler daha da gelişti. Menzil tarikatı daha sonra tetikçi olarak kullanacağı kişileri cezaevinde beslemeye başladı.” [6]
***
Ülkücülerin tasavvuf konusundaki yönelişlerini kendisi de hem bir ülkücü hem de bir tarikatın muhibbi olarak yakından bilen [7] rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin Yeni Düşünce’de yayınlanan değerlendirmesi bu konudaki tutarlı yaklaşımlardandır:
“Ülkücü hareket tabanında tasavvufa, “tasavvuf heyecanına” ilginin 1970’lerin sonlarında yoğunlaşmasında “ölümle burun buruna olan genç insanın gönül huzuru arayışı, önemli bir faktör olarak rol oynamıştır.”
Ömer Lütfi Mete, nicelik tartışmasına girmeden tasavvufî yapılanmalara yöneliş açısından ülkücülerin temel eğilimlerini nitelik yönünden şu şekilde sınıflandırmıştır:
“1- Tasavvufa kayıtsızlıkla beraber, yakın geçmişlerindeki temel istikameti şu veya bu ölçüde sürdürenler…
2- Bir tasavvufî ekole bağlanmakla beraber aksiyoncu karakteri sürdüren ve kendi yakın geçmişiyle barışık kalmaya devam edenler…
3- Bir tasavvufî ekolü benimseyerek kendi yakın geçmişiyle beraber aksiyoncu karakteri reddedenler…
4- Bir tasavvufî ekolü benimsedikten sonra, kendi yakın geçmişini özellikle metot planında reddederken, daha değişik bir aksiyoncu anlayış arayanlar…
5-Herhangi bir tasavvufî ekolü benimsemediği halde, yine kendi yakın geçmişini reddederek, genel inanç sistemini güdebileceği başka metot ve hareket arayışına girenler.” [8]
Ömer Lütfi Mete bu gruplar arasında nitelik tartışmasına girmemekle beraber sıralamasının, eğilimin ülkücüler nezdinde görülme sıklığı ile paralel olduğu düşünülebilir. Bu beş grup arasında ikinci grubu teşkil eden grubun tasavvufî eğilime sahip ülkücülerin izleyebileceği en sağlıklı yol olacağı da –benim kanaatime göre- açıktır.
Türk Müslümanlığı, Türk’ün İslâmı ya da Tasavvufî İslâm
A. Yağmur Tunalı, Kavga Günleri (1968-1980) adlı kitabından birkaç yerde, Yahya Kemâl’in adını anarak bir Türk Müslümanlığı’ndan da söz etmektedir. Tunalı’nın, daha 1970’lerde radikal İslamcı çizgiye savrulmakla suçladığı Muhsin Yazıcıoğlu’nu tenkid ederken; kendisinin nasıl bir İslâmî yaklaşımı savunduğu, ya da kendisini herhangi bir grup/cemaat yapılanmasına yakın olup olmadığı konusunu, havada bıraktığını da kaydetmeliyim.
Bahse konu edilen ‘Türk Müslümanlığı’ bir ‘İslâm’ı algılama ve yaşama tarzı’ ise, bunu bir kavmin aidiyeti ile ‘Türk müslümanlığı’ olarak değil “Tasavvufî İslâm” olarak değerlendirmenin teorik olarak daha tutarlı olacağı kanısındayım. Bu tercih aynı zamanda bizi, “Her kavmin ayrı bir müslümanlığı olur mu/olmaz mı?” gibi gereksiz ve yorucu bir tartışmadan da kurtaracaktır.
İlahiyat camiasının seçkin ismi Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın ısrarla savunduğu Tasavvufî İslâm, Başbuğ Alparslan Türkeş başta olmak üzere ülkücü hareketin algıladığı ve benimsediği İslâm anlayışıdır. Ülkemizdeki kavram kargaşasına yeni bir cephe açmamak hassasiyeti ile Tasavvufî İslâm’ın ne olmadığını anlayabilmek için Suudui Arabistan’daki Vehhabî anlayışının, Afganistan’daki Taliban ideolojisinin, Somali’de türbeleri kazma-kürek yıkmakla öne çıkan eş-Şebab hareketinin ve diğer bütün İslâm coğrafyalarındaki ilkel anlayışlarının görünümlerine bakılmasını tavsiye etmekle yetineceğim. [9]
Anlayana işaret yeter!…
______________________________________________
(*) Dr. Hayati BİCE, ÜLKÜ-YAZ Genel Başkanı.
İletişim: http://ulkuyaz.org.tr
[1] A. Yağmur Tunalı, Kavga Günleri:1968-1980, Bilge Kültür Sanat Yay., İstanbul-2013, s. 200-201. [2] Ahmet Er, Hak Dostları, Ankara-2009. [3] Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, (Yay. Hazırlayan: Dr. Hayati Bice), T. Diyanet Vakfı Yay., (6. Baskı), Ankara-2010. [4] Tanıl Bora-Kemal Can, Devlet-Ocak-Dergâh, İletişim Yay., s. 285-286. [5] Oral Çalışlar, Liderler Hapishanesi, Ecevit, Erbakan ve Türkeş ile Cezaevi Günleri, Çağdaş Yayınları. 4. Basım, Şubat 1996. s.232. [6] Ülkücüler, Necdet Pekmezci, Nurşen Büyükyıldız, Kaynak Yayınları, 1999-İstanbul, s. 132-135. [7] Ömer Lütfi Mete, Elazığlı bir Kadirîyye tarikatı silsilesinin vârisi olan Abdulkadir Şaşmaz’ın yakın çevresinde ve grubun yayın organı olan Çağrışım dergisini çıkartan ekip içerisinde yer almıştır. [8] Ömer Lütfi Mete, Tasavvuf ve Aksiyon-1, Yeni Düşünce, 18 Mayıs 1990-1 Haziran 1990. [9] Somali’deki eş-Şebab terör grubunun “şirk ile mücadele” adına bir türbeyi yerle bir etme görüntüleri için bkz:
http://www.youtube.com/watch?v=JKrNSsKHO4Q