Şah-ı Nakşbend’in 675. Doğum Yıldönümü Törenleri
BİR KUTLU ŞAFAĞIN İLK IŞIKLARI
[ Kasr-ı Arifan’ın Dirilişine Şehadetimiz ]
( 13-20 Eylül 1993 ; Taşkent-Semerkand-Buhara )
Dr. Hayati BİCE
* * *
SUNU
Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buhari’nin 675. doğum yıldönümünü kutlama törenlerine katılma vesilesiyle 13-20 Eylül 1993 tarihleri arasında Özbekistan’ı ziyaret etme fırsatı bulduk. Bu ziyaretlerimizde Taşkent,Semerkand ve nihayet Nakşbendiyye külliyesinin de bulunduğu Buhara’da güzel izlenimlerimiz oldu.
Bu defaki ziyaretimizde tam bir yıl önceki gezimizde tesbit ettiğimiz bazı hususları daha iyi değerlendirmek ve aradan geçen sürede meydana gelen olumlu ve olumsuz değişimleri gözlemlemek fırsatı da bulduk.Bu izlenimlerimizi bir günlük akışı içinde sizlere sunmak istedim.
Dr. Hayati BİCE
* * *
13-14 Eylül 1993 gecesi saat 23.50 de kalkması gereken Özbekistan Hava Yolları’nın İstanbul-Taşkent tarifeli uçağı ile Şah-ı Nakşbend’in doğumunun 675.yıldönümü münasebeti ile düzenlenen törenlere gitmek üzere İstanbul Atatürk Havalimanı’nda bu gezide birlikte olacağımız insanlarla bir araya geliyoruz. Her yolculukda olduğu gibi bagaj-gümrük-kontrol işlemlerini yaptırma telaşımız bitip bekleme salonuna girdiğimizde Taşkent’ten gelen uçağın gecikmesi nedeniyle ortaya çıkan iki saatlik rötar başlıyor. Bekleme salonunda önce yan yana oturulan insanlar arasında giderek daha büyüyen gruplar halinde sıcak bir hasbıhal başlıyor.
Bizimle beraber uçağı bekleyen yolcular arasında ziyarete geldikleri Türkiye’den Özbekistan’a geri dönen Özbekler yanında, 1920’li yıllarda Rus Kızılordusu’nun Türkistan’ı işgaline direndikten sonra Afganistan üzerinden Suudi Arabistan’a hicret eden Türkistanlıların belki çocukları belki de torunları olan birkaç yolcu da var. İstanbul üzerinden Taşkent’e uçuşu bekleyen bu Türkistanlılardan yaşlı olanlarının değişik duygular içinde oldukları hemen fark ediliyor.
Havaalanında özellikle bagajları teslimde dikkati çeken bir grup ise Özbekistan’ın Buhara Taşkent,Semerkand ve Nukus gibi vilayetlerinde açılmış olan Özel Türk Liseleri’nin öğretmen ve öğrencileri idi. Bu grup yanlarında kendilerine ait eşyalar yanında Türkistan’da çok faydalı olacağı muhakkak olan bilgisayar, laser yazıcı ve diğer bazı teknik aletleri de götürüyorlardı. Bu gruptaki öğretmenlerden birisi ile rötardan kaynaklanan bekleme esnasında söyleşiyoruz. (…) Bu genç öğretmen bundan bir yıl önce gitttiği Özbekistan’a bağlı Karakalpakistan özerk bölgesinin merkezi olan Aral gölü yakınlarındaki Nukus şehrinde açılan özel lisenin öğretmeni olarak bir yıl ailesinden ayrı yaşadıktan sonra bu defa iki çocuk ve eşini de beraberinde götürdüğünü söylerken en ufak bir şikayette bulunmuyordu. Ne zaman Türkiye’ye döneceği konusunda ise tam bir tevekkül içerisinde “kimbilir belki de orada kalırız…” derken inanıyorum ki son derece samimi idi. (Türkistan’ın hemen her önemli merkezinde açılmış bulunan bu özel okulların önemini ve yaptıkları hizmet hakkındaki değerlendirmem daha sonra Buhara Özel Türk Lisesi’nden bahsederken dile getirme fırsatı bulacağım.)
Bu gezide birlikte olduğumuz grup genellikle aralarında tanışıklık olan 3-7 kişilik küçük gruplardan müteşekkil;bu gruba münferit olarak katılmış bir kaç kişi de mevcut. Bekleme salonunda daha önce hemen hiçbirisini tanımadığım bu insanlara biraz sevinç biraz da merak ile bakıyorum.Yaşı yetmişi çoktan geçmiş sakalları tamamen ağarmış şu yaşlı Zat’ı, işini-gücünü bırakıp yollara düşen ticaret erbabını Buhara yollarına düşüren şey Şah-ı Nakşbend ‘in kutlu adına duydukları bağlılıktan başka ne olabilir ki?..
Bu gezi biterken yaşadığımız hoş anlar ve zuhuratlar yanında bazı ufak-tefek kırgınlıklar için herkes birbiriyle helalleşirken bir haftalık bir birlikteliğin oluşturamayacağı gözler yaşartıcı muhabbette muhakkak ki Şah-ı Nakşbend’in aziz ruhaniyetine duyulan ortak saygının büyük payı vardı..
Özbekistan Hava Yolları’na ait uçakta yerlerimizi aldıktan sonra Türkistan’a ikinci varışımızda ne gibi değişikliklerle karşılaşacağımız hususunda kafamdan geçen düşüncelerle Hazar denizine ulaşıyoruz. Türkistan ufuklarında yükselen güneşin ağarttığı gökyüzünde adeta bir bulut denizinde süzülüyoruz. Bulutlar arasından yer yer görünen Hazar’ın lacivert sularını seyrederken neredeyse üç aydır Hazar denizinden uzakta Nahcivan’da mahsur kalan Ebulfez Elçibey aklıma geliyor.Daha bir kaç ay önce Türk dünyası hakkında güzel projeler ve düşünceler üreten herkeste son zamanlarda ortaya çıkan karamsarlıktan hayır ve şerrin ancak Allah’tan olduğuna inancımızla sıyrılıyorum. Yine de Hazar’ın sularında bir kabarma var mı diye lacivert enginlere dalmaktan kendimi alamıyorum.Hazar kabardıkça Türklüğün bahtının da açılacağı şeklindeki rivayet -bir batıl inanış bile olsa- ne kadar da hoşuma gitmişti… Ancak yaşadığımız gerçekler Türklüğün bahtının açılması için Hazar’ın kabarmasını beklemektense kendisini bu yola adamış kadroların yetiştirilmesi gerekliliğini ne kadar da acımasız bir şekilde bizlere öğretti.
Hazar’ı geçtikten sonra engin Türkistan bozkırı ortaya çıkıyor.Uçsuz bucaksız bozkırda belli belirsiz bir su kaynağı ile yeşeren bir vadi ve bu vadi etrafında kümelenmiş küçük-küçük yerleşim yerleri altımızdan geçiyor. Uçaktan izlendiğinde Türkistan’ın bakir bir ülke olarak, medeniyetten ne kadar uzak kaldığını düşünmekten insan kendini alamıyor. Nihayet kalkışımızdan 4,5 saat sonra kuş uçuşu 3600 kilometrelik hava yolculuğumuzun hedefi olan Taşkent ufukta beliriyor.
Uçağımız geniş bir ova üzerinde yayılmış Taşkent üzerinde bir kavis çizdikten sonra havaalanına iniyoruz. Artık Türkistan’dayız. Havaalanında pasaport kontrol ve gümrük işlemleri için beklerken etrafı tetkike devam ediyorum.Yolcuların pasaport kontrolü ve gümrük işlemlerinin yapıldığı loş ışıklı salonda fiziki olarak hemen hiçbir iyileştirme yapılmamış. Ancak hoşuma giden bir husus geçen yıl kontrol memurlarının hemen hepsi Rus iken bu yıl onların yerini Özbek memurların almış olması. Bu durum havaalanındaki yer hizmetlerini yürüten personel yönünden de geçerli. Ancak uçaklardaki uçuş ekiplerinde Rus hakimiyeti devam ediyor. İnşaallah kısa zamanda soydaşlarımız arasında yetişecek pilotların kontrolündeki uçaklarla uçabilmemiz mümkün olur.
Havaalanında özellikle dikkat ettiğimiz bir husus da uçaklar üzerindeki bayrak ve amblemler oldu. Bir önceki gelişimizde bağımsızlık ilanı üzerinden bir yıl geçmesine rağmen bütün uçaklar üzerinde orak-çekiç amblemleri ve Rus havayollarının sembolü “Aeroflot” yazılarını görmek bizi üzmüştü. Bu defa Özbekistan bayrağını ve bayrak renkleriyle yazılmış “Özbekistan Hava Yolları” ibarelerini görmekten son derece memnun olduk. Bunlar küçük ayrıntılar olarak değerlendirilebilir; ancak milli egemenliğin bu sembolik ifadelerinin de ne kadar önemli olduğunu insan böylesi vesilelerle daha iyi anlayabiliyor.
Havaalanından geldiğimiz otelde bir süre dinlendikten sonra hemen Semerkand’a doğru yola çıkıyoruz.îki otobüsü dolduran ekibimizde giderek herkes birbiriyle kaynaşıyor.Sovyet döneminden kalma “inturist” sistemi kuralları ile çalışan turumuz boyunca otobüs şöförlerinin aşırı bir titizlikle hız tahditlerine uyması zaman zaman şikayetlere yol açıyor. Bu hız tahdidi nedeniyle Türkiye’deki otobüslerin en fazla 3 saatte alacağı 250 km.lik Taşkent-Semerkand yolunu ancak 6 saatte alabiliyoruz. Bu sürenin bir saatlik kısmı yol boyu kılınan iki vakit namaz için geçiyor. Türkiye yollarındaki otobüs şöförlerinin aşırı hız yapmasından şikayetçi olan bizlerin bu defa yavaş gidişten yakınması aramızda esprilere yol açıyor. Namaz molalarının birinde yol kenarındaki satıcılardan geçen yıl tadı damağımızda kalan Türkistan kavunlarından birkaç tane alıyoruz.Herbiri 8-10 kilogram gelen bu kavunların tanesinin 5000 TL.gibi ucuz bir fiatla satıldığını gören ticaret erbabı bu kavunları TIRlarla Türkiye’ye ithal edip pazarlamanın mümkün olup olamayacağı hususunda oldukça kafa yoruyor.Semerkant’a doğru yaklaşırken akşam oluyor.Otobüsle sürekli batı yönüne gittiğimizden Taşkent’ten Buhara’ya kadar uzanan Maveraünnehir deltasındaki Zerefşan ovası(=altın saçılan ova)sını boydan boya katediyoruz. Ufukta kızaran güneşi takiple uçsuz bucaksız adeta yemyeşil bir deniz gibi uzanan pamuk tarlalarıyla kaplı bu ovanın bereketli topraklannda her türlü bitki yetiştirilmesi mümkünken Rus emperyalizminin bu bölgeyi sadece pamuk tarımı için görevlendirmesinin ekonomik sebeplerini daha iyi anlıyoruz. Dünyanın ikinci büyük pamuk üreticisi olan Özbekistan’da bir tane bile modern tekstil fabrikasının olmayışı emperyalist yapıyı açıkça ortaya seriyor. Akşam hava kararırken namaz için uygun bir yer arıyoruz.Komünist dönemde bütün cami ve mescidlerin kapısına kilit vurulduğu için öyle her köyde, hatta her kasabada cami bulma ihtimali yok. Aynca taharet ve abdest mahalleri de çok zor bulunabiliyor. Birkaç yerde akşam namazı için durmağa niyetlendiysek de bu gibi elverişsizlikler yüzünden namazı eda etme imkanı bulamıyoruz. Nihayet Serbazar isimli birkaç bin kişilik bir kasabada yeni yapılan bir mescide ulaşıyoruz;görünmeyen güçlerin bizi o mescide adeta sevkettiğini hemen anlıyoruz. Mescidin abdest mahalli.tuvaletleri ve müştemilatı ile Anadolu’nun her hangi bir köyündeki benzerinden hemen hiç farkı yok.
Mescidin yanma vardığımızda Afganistan sınırında bulunan ve ünlü muhaddis İmam Tirmizi’nin yetiştiği Tirmiz şehrinden Buhara’yı ziyarete giden ve adeta yüzyıllar ötesinden bugüne kalmış bir derviş grubu ile karşılaşıyoruz.Grubumuzda bulunan Konya merkezli Kon TV mensubu
arkadaşlanmız hemen bu fırsattan yararlanarak güzel bir röportaj yapıyorlar.Ben de gruba dahil birkaç kişi ile sohbete başlıyorum. Hasbıhalden sonra “Hoca Ahmed Yesevi hikmetlerinden bize bir kaç beyit okuyabilecek bir kişi var mı?” diye sorunca bir tanesi
“Bişek bilin bu dünya hepimizden geçer ha”
diye başlayan hikmeti okumağa başlıyor:
HİKMET-144
Şüphesiz bilin, bu dünya bütün halktan geçer ha;
İnanma malına, bir gün elden gider ha…
Ata, ana, kardeşler nereye gitti, fikir eyle
Dört ayaklı tahta at bir gün sana yeter ha…
Dünya için gam yeme, Hakk’tan başkasını deme,
Kişi malını yeme, Sırat üzerinde tutar ha…
Çoluk-çocuk, kardeş hiç kimse olmuyor yolda ş,
Yiğit ol garip baş, ömrün yel gibi geçer ha…
Kul Hoca Ahmed ibadet eyle, ömrün bilmem kaç yıl,
Aslını bilsen su ve toprak, yine toprağa gider ha…
Gruptaki bir diğer kişi yeni aldığı bir kitabı gösteriyor. Bu kitap,Hoca Ahmed Yesevi’nin “Divan-ı Hikmet” kitabinin yeni yapılan Kiril harfli baskısı. Bu güzel tevafuk gezimizdeki manevi feyiz ve bereketin ilk emaresi olarak grubumuzdaki herkesin gönlünü ferahlandınyor. Kıldığımız akşam namazı sonrasında ikram edilen kuru ekmekten birer lokma alıyoruz; bu Tirmizli güzel insanların bu kuru ekmeği bize ikram etmelerindeki hikmetler hepimizin gönlünü fethediyor… Anlıyoruz ki akşam namazı için o köyde duruşumuz hiç de tesadüfi değil ve bir çekimin sonucu.Allah’a hamdediyoruz.
Gece ile beraber Semerkand’a vasıl olunca geçtiğimiz yıl konakladığımız İnturist oteline iniyoruz. Odalarımıza yerlesip geç bir akşam yemeği
yedikten sonra bir yakınımla beraber hemen otelin yanibaşında olan Emir Timur’un kabrini dışarıdan da olsa ziyarete gidiyoruz. Gece saat 23
civarında Semerkand sokaklarındaki sessizlik bizleri ürkütüyor. Yollarda tek-tük ve muhtemelen sarhoş bir kaç kişiden başka hiç kimsecikler yok. Bu durum halkın geceleri sokaklardan taştığını gören bizler için çok garip geliyor.ancak bu sessizlik ve evine kapanmada güvenlik gerekçelerinin başta geldiğini daha sonra öğreniyoruz. Geçen yıl benzeri bir sessizliğe Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te tanık olduğumuz için bu durumu değerlendirebilmemiz mümkün oluyor. Semerkand’da yol yorgunluğumuzu alan bir uykudan sonra sabah şehri gezmeğe başlıyoruz.
İlk olarak Emir Timur’un torunu ünlü bilgin hükümdar Uluğ Bek’in rasathanesini ziyaret ediyoruz. Rasathanenin gözlem kısmı geçen yılki ziyaretimizde restore edilmiş durumdaydı. Bu defa orada mevcut olan ve daha önce yıkılarak bir harabe haline gelen medresenin temel kazılarının yapıldığını görüyoruz. İnşaallah bir dahaki ziyaretimizde burada aslına uygun olarak inşa edilmiş bir medrese ile karşılaşmak ümidiyle oradan Şah-ı Zinde kabristanına geçiyoruz. Peygamberimizin amcası Hz.Abbas’ın oğlu Kusem ibn Abbas’ın şehid olmak üzere iken içlerinde kaybolduğu bir yamaçta kurulu bu kabristanda Timur hanedanından pek çok kişinin kabirleri var. Bu kabirler arasında en gösterişlisi ise Uluğbek’in hocası olan Kadızade-i Rumi’ye ait… Kusem ibn Abbas’ın kabrini ziyaret ederken rehberimiz olan kişi bu türbeden perşembe günleri bir demircinin örste demir dövmesin! andıran sesler geldiğini ve bu sesi kendisinin de bizzat işittiğin! anlattı. Bir rivayet
olarak kaydedelim.
Öğle namazı için Semerkand’da bulunan kutlu mekanlardan Hoca Ubeydullah Ahrar’ın dergahı ve kabrinin de bulunduğu külliyeye gidiyoruz. Yerli cemaatle birlikte öğle namazını kıldıktan sonra külliyenin sorumlusu İmam Recep Ali ile grubumuzda bulunan hocaefendiler ve diğer kişiler avludaki asırlık çınarlar altındaki kerevetlerden birisinde güzel bir sohbete dalıyoruz.Aradan geçen biryıl içinde külliyenin hemen yanibaşındaki Nadir Divan Beği Medresesi’nde geçen yıl tesbit ettiğimiz restorasyon çalışması tamamlanmış. Bu medresede şu anda Hoca Ahrar Veli külliyesinin gayretli ve muhlis imamı sorumluluğunda bir İslami eğitimin sürdürülmekte olduğunu da öğreniyoruz.
Geçen yılki gezimizde bir Cuma namazını eda ettiğimiz Hoca Ahrar Veli mescidinde herhangi bir öğle namazında Cuma cemaatine yakın bir toplulukla namaz kılmamız bizi sevindiriyor. Bu durum halk arasında cemaate devam hususunda güzel bir gelişmenin varlığına delalet ediyor. Avlunun bir tarafındaki gösterişli bir kabir dikkati çekiyor. Bu kabrin. Hoca Ubeydullah Ahrar’ın kabri yakınında defnedilmeyi vasiyet eden eski Afganistan krallarından İshak Han’a ait olduğu bilgisini alıyoruz. Külliyenin sorumlusu imam rehberliğinde Hoca Ahrar’ın kabrini ziyaretten sonra dualarla ve gönlümüz ferahlamış bir şekilde oradan ayrılıyoruz.
Semerkand yakınındaki itikaddaki mezhep imamımız imam Maturidi ve şehir merkezindeki ünlü mutasavvıf Ebulleys Semerkandi’nin türbelerini ziyaret etmek arzumuz, yerlerinin rehberlerimiz tarafından tam olarak bilinemeyişi ve zamanımızın kısıtlılığı nedeniyle mümkün olmuyor. Bir başka ziyaretimizde nasip olur inşaallah diyerek Buhara yoluna koyuluyoruz.
Buhara-Semerkand yolunda Semerkand’a yaklaşık 40 kilometre mesafedeki Çelek(eski adı Hartenk) kasabası yakınlarında bulunan en ünlü hadis külliyatı Sahih-i Buhari’nin müellifi İmam İsmail Buhari türbesini ve bu türbe etrafındaki külliyeyi ziyaret ediyoruz.
Külliyenin giriş bölümünde yer alan Oxford Ünrversitesi’ne ait bir afiş dikkatim! çekiyor. İngilizlerin ünlü üniversitesi tarafından düzenlenen İmam Buhari külliyesi ile ilgili bir restorasyonun duyurusu olan bu afiş,bizim üniversitelerimizin etkinliği ile Batı üniversitelerinin durumu arasında hiç de hoş olmayan bir farkı ortaya seriyor.
Cemaatle ikindi namazlarımızı kıldıktan sonra asırlık çınarların gölgesi altında külliyede İslami eğitim alan öğrenciler ve cemaatten yaşlı kişilerle görüşüyoruz. Daha önce işittiğimiz bir rivayeti de bu arada teyid etme fırsatı buluyorum. Komünist diktatörlük yıllarında İmam Buhari türbesi de ziyarete kapatılarak devlet çiftliklerinden birisinin deposu olarak kullanılmış. 1956 yılında Özbekistan’ı ziyarete gelen Pakistanlı bir devlet adamı ısrarla İmam Buhari’nin türbesini ziyaret etmek istiyor. Özbek yetkililer türbenin perişan halini dışarıdan gelen bir konuğa göstermek istemedikleri için bu talebi geçiştirmeğe çalışıyorlar. Ancak Pakistanlı yetkilinin aşırı ısrarını kıramayıp avlusu pamuk balyaları, buğday çuvalları, kırık-dökük malzeme ile dolu olan İmam Buhari türbesini göstermek zorunda kalıyorlar.Bu içler açışı durumu gören Pakistanlı yetkili,komünist yönetimle türbenin tüm onarımını üstlenmek buna karşılık bu kutlu makamın ziyarete açılması konusunda anlaşıyor. Bu anlaşma sonucunda türbe onarılarak ziyarete açılıyor. Bu acıklı durumu bize anlatan yaşlı Özbek sanki o zulüm günlerini yeniden yaşarcasına gözleri yaşarıyor.
Pakistanlı yetkililerin öncelikle Türk devletinin ilgilenmesi gereken bu konulardaki hassasiyetinin bir başka örneğini
Afganistan’ın başkenti Kabil’deki Babür Şah türbesinin düzenlenmesi konusunda işitmiştim. Pakistanlı kardeşlerimizi bu yakın ilgileri için bütün Türklük adına hayırla anmadan geçemeyeceğim. Bugün Türkistan’daki tarihi eserlerin pekçoğu, restorasyon için gerekli maddi ihtiyaç nedeniyle himmet sahiblerinin yardımlarını bekliyor. Gönül öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin bu konuyla ilgilenmesini istiyor,ama atılan şaşaalı nutuklardan başka bu konuda devletin hiçbir şey yapmadığını bilmek bizi kahrediyor. Bu konuda, eski kültür bakanlarından Namık Kemal Zeybek’in takibiyle programa alınan ancak yıllardır bir türlü tamamlanamayan Hoca Ahmed Yesevi türbesinin restorasyonu ve eski cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın gezisi sırasında, Şah-ı Nakşbend türbesini ziyaret ettiklerinde yapılan yaklaşık 50.000 dolarlık yardım bu konudaki yegane istisna olarak aklımızda…
Semerkand’dan Buhara’ya kadarki 260 kilometrelik yolu yine 6 saatte alıyoruz.Yol boyunda bir kasabada durarak rastgele bir evin kapısını çalıp abdest alıp namaz kılmak için izin istediğimiz bir köy evi belki bir daha konuk edemeyecekleri 20-30 kişinin namaz kılması için evlerini bize sonuna kadar açarken tatlı bir telaş yaşıyorlar.Belki de nesiller boyu bu Türkiyeden gelmiş davetsiz misafirlerin kıldıkları akşam namazı o kasabada anlatılacak;belki değil muhakkak…Namaz sonra-sında gönüllerinden koptuğu aşikar olan üzüm-ekmek ikramlarından sonra hane sahibi ve bütün Türkistan halkı için dualarımızla ayrılırken yol boyu bütün namazları böyle rastgele duracağımız yerlerde kılmağa karar veriyoruz.Bu namazlarımızın ne denli büyük bir hayra vesile olduğu apaçık görünüyor;böylesi bir hayırla kazandığımız sevabın -Allah en doğrusunu bilir ya -kıldığımız namazınkinden daha az olmadığına inanıyorum.Nihayet gece yarısı yaklaşırken Buhara’ya vasıl oluyoruz.
Buhara’daki ilk gecemizin ertesinde bizim programımızda Buhara’ya 10 kilometre kadar uzaklıktaki Kasr-ı Arifan’daki Şah-ı Nakşbend külliyesini ziyaret yok.O gün Özbekistan’ın en üst makamında olan Devlet Başkanı İslam Kerimov başta olmak üzere resmi protokol ve yabancı ülkelerin resmi yetkililerinin katılacağı özel tören nedeniyle diğer ziyaretçilerin Kasr-ı Arifan’ı ziyaret etmelerinin mümkün olamayacağı Özbekistan Turizm Bakanlığı yetkilisi tarafından bize iletiliyor.
Grubumuzdaki çoğu kişi bu yolculuğa Şah-ı Nakşbend’i ziyaret için çıktığı için bu haber organizasyonu yapan şirket yetkilileri ile tartışmalara yol açıyor. Şirket yetkilileri, Özbekistan,her ne kadar serbest bir ülke olsa da komünist dönemden kalma birçok alışkanlıkların devam ettiğini ve ziyaret hususunda ısrar edilmesinin anlamsız olduğunu söylüyorlar.İzinsiz bir ziyaretin uygunsuz olacağı gibi sorumlular hakkında bazı zararlı sonuçları olacağı da anlatılınca grubumuz yatışıyor.Şah-ı Nakşbend ziyaretinin kaldığı ertesi gün Cuma namazının da orada kılınması suretiyle bolca vakit kalacağı hususunda teminat veriliyor.Bunun üzerine Buhara’daki ilk günümüzde şehir içindeki diğer tarihi yerleri ziyaret ediyoruz.İlk olarak gittiğimiz Mir Arab Medresesi’nde öğretimlerini sürdüren öğrencilerin ders saatine rastlayan ziyaretimizde Buhara Cuma Camii bünyesinde faaliyete geçen yeni medresenin odalarında tefsir,fıkıh, hadis gibi İslami bilimleri öğrenen yüzlerce öğre nciyi görünce çok seviniyoruz.Bir yıl önceki ziyaretimizde Cuma Camii ile karşı karşıya olan Mir Arab Medresesi’nin sınırlı mekanında öğrenim gören öğrenciler vardı.Cuma mescidinde ise tamirat devam ediyordu.Bu yıl öğretime açılan Cuma Camii Medresesi mekan olarak daha fazla öğrencinin eğitilebilmesine imkan sağlayabilecek kapasitede.
Mir Arab Medresesi’ne ismini veren Şeyh Abdullah Yemani’nin kabrini ziyaret ederken orada bulunan bir görevli bu zata ait bir rivayeti anlatıyor.Bu rivayete göre,Yemenli çok zengin bir kişi olan Abdullah Yemani, bir gece rüyasında Hz.Peygamber(S.A.V.)’i görür.Peygamberimiz (S.A.V.) kendisine Buhara’ya giderek bir medrese kurması emrini verir. Bu emir üzerine Buhara’ya gelen Abdullah Yemani,şimdiki medresenin bulunduğu yere yerleşir.Vefatına kadar Buhara’da kalan Abdullah Yemani,öldüğünde burada defnedilir. Daha sonra Buhara hanlarından Ubeydullah Han, kabri üzerinde bir türbe yaptırır ve kendisiyle ailesinin de bu türbede defnedilmesini vasiyet eder.Bugün bu türbede Abdullah Yemani ile beraber Ubeydullah Han ailesinin kabirleri de bulunmaktadır.
Mir Arab Medresesi’ni gezerken bu yıl medreseye 1000 ‘den fazla öğrencinin kaydolmak için müracaat ettiğini ancak yönetimin yeni alınacak öğrenci sayısını 250 olarak dondurduğunu öğrendik.İslami eğitime duyulan ilginin resmi makamlarca böyle kısıtlanması aklımıza ülkemizdeki İmam-Hatip okulları sayısının dondurulmak istenmesi çalışmalarını getirdiği için acı acı gülümsemekten kendimizi alamadık.Mir Arab Medresesi’nde sovyet döneminde olduğu gibi bugün de bütün Orta Asya cumhuriyetlerinden ve özerk Türk bölgelerinden gelen öğrencilerin var olduğunu gördük. Eski sovyet cumhuriyetlerinde kalan soydaşlarımız arasında kardeşlik duygularının gelişmesinde bu medresede bir arada eğitim görerek kaynaşan bu öğrencilerin yarın kendi bölgelerinde sözü dinlenen birer din adamı olarak önemli bir rol oynayacakları bugünden görünen bir gelişmedir. Ümidimiz ve dileğimiz bu gelişmenin bir an önce gerçekleşmesi…
Öğleden sonra Buhara gezimizde önce gelenekli el sanatlarının sürdürüldüğü Nadir Divan Beği Medresesi’ni ziyarete gidiyoruz. Bu medresede el sanatlarını bugüne taşıyan ustaların yaptığı bakır ve pirinç işçiliğinin güzel örnekleri var. Bu sanat ürünlerinin fiatı son yıl içinde alıcılarının Buhara’ya gelen ziyaretçi sayısına bağlı olarak artması sonucu neredeyse 10 misli pahalanmış. Ülkede süren enflasyon ve rublenin sürekli değer kaybetmesi sonucu bütün fiatlarda görülen artış bu tür az bulunan ve dışarıdan gelenlerin dikkatini çeken ürünlerde daha belirgin halde… Yeri gelmişken ülkede,rublenin değer kaybından da bahsedelim.Bir yıl önce bir dolar ile 200 ruble alınabilirken bu yıl 2000 ruble alınabiliyor. Rublede tam 10 misli bir değer kaybı olmuş;bizim bulunduğumuz bir hafta içerisinde ruble %10 değer kaybederek resmi kurda 1 dolar=1800 rubleden 2000 rubleye çıktı.Bu durum halkın dolar toplamağa olan eğilimini arttırmış. Bu arada son bir yıl içinde Taşkent’e gelen yabancıların kiralık ev bulmakta çektikleri sıkıntı sonucu kiraya verilen evlerin fiatı da Özbekistan ölçülerine göre astronomik denecek bir düzeye çıkmış.Bunu değerlendirebilmeniz için en yüksek memur maaşının 30 dolar olduğunu, bir evin kirasının ise 75-100 dolar arasında değiştiğini söylememiz sanıyorum yeterli olur.
Nadir Divan Beği Medresesi’ndeki el sanatları atelyelerini gezerken sabah ziyaret konusunda sert eleştiriler alan Buhara’nın Turizm Müdürlüğü yetkililerinden birisi, rehberlerimizin yanına gelerek Şah-ı Nakşbend türbesini ziyaret için sadece 7 kişilik bir izin aldığını ve gruptan seçilecek 7 kişiyi ziyaret için götürmek üzere geldiğini iletiyor. Bu ziyaret için buralara gelen kişiler olarak hemen herkes haddini bildiği için bu 7 kişinin belirlenmesinde bir sorun çıkmıyor; grubun en yaşlı üyeleri diyebileceğimiz ve tasavvufi yönden mümtaz büyüklerimiz bir gün önce ziyaret etme imkanı buluyorlar. Bu Şah-ı Nakşbend’in kendisini ziyarete gelmiş insanların gönüllerini alıcı bir davet… Bu gezimizi organize eden şirket yetkilisi, bana da tercümanlık yapmak üzere “fahri rehber” olarak bu fırsatı tanıyor; sevinçle Kasr-ı Arifan’a doğru yola koyuluyoruz.
İkindi vakti Buhara üzerindeki güneş ,ufuk çizgisine yaklaşırken Kasr-ı Arifan’a,Şah-ı Nakşbend’in kutlu makamına vasıl oluyoruz. Önce Şah-ı Nakşbend’in annesinin evinin ve daha sonra kabrinin bulunduğu mahalli ziyaret ediyoruz.İkindi namazlarımızı oradaki mescidde eda ettikten sonra Şah-ı Nakşbend’in annesinin ve akrabalarının kabirleri başında dua edip Allah’a bu ziyareti bize nasip ettiği için hamdediyorum.
Şah-ı Nakşbend’in annesini ziyaretten sonra yürüyerek hemen yakınındaki kutlu makama varıyoruz.Bir önceki ziyaretimizde Şah-ı Nakşbend külliyesindeki onarım faaliyeti olanca hızı ile sürüyordu. Adeta bir harabe halindeki mescid-dergah ve dış avlular düzenlenerek ayağa kaldırılmağa çalışılıyordu. O ziyaretimizde dergahtaki büyük mescid ve buna ilave edilen eyvanlı küçük mescidde namaz kılınamıyordu. Sadece sohbet yeri olarak kullanılan mekanda namaz kılmak mümkündü. Bu ziyaretimizde ise her iki mescidin de tamir edilerek ibadete açıldığını gönlümüz genişleyerek gördük. Özellikle kubbesi tamamen çökmüş durumdaki mescidde yapılan restorasyon çok hoşuma gitti;ana dergah olarak kullanılan bu mekanda artık beş vakit namaz kılınıyor olması ise ayrıca sevindirici bir durum.
Bu mescidde hep hayal ettiğim bir güzellik ise iç mekanın (en güzel camilerimizin kubbelerini adeta bir bütün halinde görünmez hale getiren) salkım saçak ampul görüntüleri yerine aydınlatmanın her bir duvardan diğerine yönelen ve hiç bir şekilde gözü rahatsız etmeyen spot ışıklarla yapılması olmuş. Bu küçük ayrıntıyı da belirtmeden geçemeyeceğim.Sabah biz gelmeden yapılan resmi törenler münasebeti ile Şah-ı Nakşbend kabrinin bulunduğu iç avlu halılarla döşenmiş.İç avluya geçişteki koridorlara saksılarla çiçekler yerleştirilmiş…Dış avludaki minare yanında ve Şah-ı Nakşbend’in baş ucundaki iki kuyunun etrafları da mermer ile kaplanmış.Bahçe iç açıcı bir tarzda düzenlenerek bu külliyenin imarının en iyi bir şekilde yapılabilmesi için elden gelen gayret sarfedilmiş.”Allah bu gayret sahiplerinin emeklerini misliyle bereketlendirsin,Şah-ı Nakşbend’in himmeti üzerlerinde olsun!..” diye dua etmek boynumuzun borcudur…
Akşam namazımızı restorasyonu tamamlanan Şah-ı Nakşbend camiinde kıldıktan sonra otelimize dönüyoruz.Otel Şah-ı Nakşbend törenleri için Özbekistan’ın her yerinden ve dış ülkelerden gelen ziyaretçiler nedeniyle tamamen dolmuş.Akşam yemeğimizi yedikten sonra uğradığım lobide Özbekistan’ın Fergana vadisi diye bilinen ve İslam’ a olan bağlılıkları ile ünlü yöresindeki Andican şehrinden bir imam ile tanışıyoruz.Bu genç imamdan Suudi Arabistan’da işittiğim bir haberi doğrulama imkanı hasıl oluyor.Andican vilayetine bağlı yaklaşık 100 bin nüfuslu Kurgantepe adlı şehirde yaşayan ve kendisinde bazı harikulade haller görülen bir çocuğun var olup olmadığını soruyorum.Andicanlı imam, kimi sorduğumu hemen anlıyor.Belirttiğim çocuğun halen 14-15 yaşlarında olduğunu söylüyor.Ali Şir adındaki bu çocuk,soylarında pek çok veliyullah bulunan Muhammed Recep isimli bir imamın çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Konuşmağa başladığında ilk söylediği kelime lafza-ı celal “Allah” olmuş.5 yaşında iken hafızlığını tamamlayan Ali Şir,sonra “Kütüb-ü Sitte” olarak bilinen hadis külliyatını ezberine almış.Bu külliyatı oluşturan 6 eserden sadece Sahih-i Buhari’nin 17 cild olduğunu düşünürseniz bunun ne kadar olağanüstü bir durum olduğunu anlayabilirsiniz.11-12 yaşların-da iken kürsüye çıkıp halka vaaz etmeğe başlayan Ali Şir’in oruç ve zekat üzerine yaptığı bir vaaza ait ses kasetini Suudi Arabistan’daki Türkistanlılardan bir büyüğümüz bana 3 yıl önce hediye etmişti.Geçen yıllardaÖzbekistan’da yapılan Kur’an-ı Kerim okuma yarışmasında dereceye giren Ali Şir,varlığından haberdar olan Arablar tarafından her türlü masrafı taahhüt edilerek davet edilmiş; ancak,Suudi Arabistan’daki Türkistanlılar bazı nedenlerle bunu uygun görmemişlerdi.Andicanlı imamın verdiği bilgiye göre en son Birleşik Arab Emirliği yetkilileri, Ali Şir’i ülkelerine davet etmiş.Ali Şir’in bu daveti kabul edip etmediğini imam efendi de bilmiyordu. Andicanlı imam kardeşimizin verdiği bu ayrıntılı bilgiye ait notları kaydederek imanımızı kavileştiren ve Allah’ın Türk soyu üzerindeki rahmet nazarlarının kaldırılmadığına bir işaret olarak kabul ettiğim bu rivayetin gerçek bir vakıa oluşundan duyduğum hazzı sizlerle paylaşmak üzere bu satırları yazıyorum…
II
Buhara’daki ilk gecemizde unutamayacağımız bir vakıaya da tanık olduk.Şah-ı Nakşbend külliyesini ziyaret eden kişiler olarak ana gruptaki çoğunluktan ayrıldığımız için o gün akşam yemeğine davetli olunduğumuz Buhara’daki Türk Lisesi’ne oldukça geç bir saatte varıyoruz. Buhara’nın merkezinde alınan bir binanın restorasyon ve tadilatıyla fiziki yapısı oluşturulan binanın manevi yapısı daha da güzel olarak düzenlenmiş.Okulun dış duvarlarının açıldığı avluya girdiğimizde bahçede kurulan sofrada herşeyin hazır olduğunu ve adeta bizlerin beklendiğini görünce şaşırıyoruz. Buhara’da yaklaşık bir yıldır yaşayan okul yönetiminin hazırlattığı sofranın baş ikramı Türkistan pilavı idi; bu bana Türkiye’den oraya giden kadronun mahalli şartlara ne denli intibak ettiğinin bir göstergesi olarak göründü.Yemekler yendikten sonra okulun müdürlüğünü yürüten genç ve dinamik arkadaşımız -ki Buhara günlerimizde hep yanımızda idi- okulun kısaca tarihçesini ve durumunu anlatıyor. Bine yakın Türkistan’lı öğrencinin okuduğu okula talebin çok fazla olması nedeniyle öğrenci alımında seçme yoluna gittiklerini, okula Buhara’daki Rus ailelerin çocuklarından da devam edenler olduğunu ve inanılması güç ama bu Rus öğrencilerin bir süre sonra kendi arzularıyla müslüman olarak ibadetlerini yapmağa çalıştıklarını anlatıyor.Bu anlatılanlar hepimizi çok şaşırttığı gibi sonsuz derecede de sevindiriyor.
Buhara Özel Türk Lisesi’nin alp-erenliğin günümüzdeki en güzel şeklini yerine getiren müdüründen sonra bizden ayrı olarak o sırada orada bulunan ve bu hizmetlerin organizasyonunda pay sahibi ZAMAN gazetesinden Naci Tosun, Türk Cumhuriyetleri ve hatta Yakutistan’da açılan okulların durumunu duygulanarak ve duygulandırarak anlatıyor. En sonunda ise konuklar adına grubumuza seviye kazandıran alim ve fazıl kişilerden birkaçı duygu ve temennilerini dile getiriyor. Yapılan dualardan sonra grubumuz adına toplanan yardım okulun ihtiyaçlarında kullanılmak üzere okul yönetimine teslim ediliyor. Bu arada vakti giren yatsı namazını kılmak üzere okul binasına giriyoruz; tertemiz abdest yerlerinde abdest almanın huzuruyla Buhara Özel Türk Lisesi’nde cemaatle kıldığımız bu yatsı namazını sanıyorum grubumuzdaki kişilerin tamamı unutamıyacaktır.
Yeri gelmişken Türkistan Cumhuriyetleri’nde açılan bu tür okullardan kısaca bahsedelim. Son beş yıl içinde ortaya çıkan imkanların sağladığı gevşeme ile dışa açılan Türk Cumhuriyetleri’ne özel okullar suretiyle ulaşan bir cemaatin organizasyonu ile Taşkent, Buhara, Semerkant, Nukus, Karşı gibi önemli yerleşim yerlerinde kolej statüsünde Türk öğretmenlerin görev yaptığı okullar açılmış bulunuyor. Komünist yönetimin idare anlayışını ve bunun getirdiği hantal bürokrasinin çıkardığı engelleri aşmanın yanısıra Türkistan’ın muhtelif yerlerinde bu okulları örnek bir anlayışla organize etmede bu cemaatin Türkiye’de aynı tür okullaşmada gösterdiği başarı ve kazanılan tecrübenin payı olmuş. Okulların öğretmen kadrosunun temininde de Türkiye’deki okulların kadrolarından yararlanılmış.Bu kolejlerde Özbekistan yönetiminin belirlediği müfredata uygun olarak dersler veriliyor.Ayrıca öğrencilere öğretim dili olarak seçilen İngilizce de iyi bir şekilde öğretilerek Özbekistan ve hatta tüm Türkistan’ın ihtiyacı olan dışarda ülkesini temsil kabiliyetine sahip kadroların yetiştirilmesi hedeflenmiş.Okulların öğretim dilinin İngilizce olması tartışmaya açık bir konu;ancak okulda öğrencilere Türkiye Türkçesi de öğretiliyor.Bu okulların en önemli fonksiyonları ise öğretmenlerinin önder kadrolar olarak yaşamağa çalıştıkları İslami hayatı görerek benimseyen öğrencilerin yakın çevrelerinde İslam’ın birer tebliğcisi konumuna ulaşmaları olacak.Allah’ın izni ve dilemesiyle birkaç yıl içinde bu yöntemle çok kalıcı sonuçlara ulaşılacağını umuyorum.
18 Eylül 1993 Cuma günü düzenlenen törenlere katılmak üzere bütün misafirler kaldıkları otellerden devlet tarafından temin edilen otobüslerle Şah-ı Nakşbend külliyesine götürülüyor.(Bu iş için tahsis edilen otobüslerin Türkiye’de Otomarsan firmasınca yapılan 0303 Mercedesler oluşu hoşumuza gidiyor.) Saat 10.00 civarında Şah-ı Nakşbend külliyesine grubumuzda bulunan muhterem insanlardan Mustafa Karadağ Efendi’nin delaleti ve Şah-ı Nakşbend Hazretleri’nin himmeti ile süslenen güzel bir yolculukla vasıl oluyoruz.Önceki akşam namazı öncesi büyük bir sükunetin hakim olduğu dergah bugün Türkistan’ın her yöresinden ve değişik ülkelerden gelen ziyaretçilerle dolup taşıyor.
Yine önce Şah-ı Nakşbend’in annesinin ve diğer yakınlarının bulunduğu kabristan ziyaret ediliyor.Külliyenin dış kapısından Şah-ı Nakşbend’in validelerinin kabrine kadarki yaklaşık bir kilometrelik yol boyunca gidiş ve geliş esnasında yanımıza düşen Türkistan-lılarla kısa kısa sohbetler ediyoruz;herkesin sevinç ve süruru gözlerinden okunuyor.Şah-ı Nakşbend’in annelerinin kabri başındaki manzara ve yapılan dualar böylesi bir oğula sahip olmanın ne büyük şeref olduğunun en güzel göstergesi oluyor.Bu ziyaretten sonra külliyeye doğru geldiğimiz yolu yeniden geçerken karşıdan gülümseyerek gelen yaşlı bir Türkistanlı gönlümüzü çeliyor.Selam verdikten sonra yanımızda hediye olarak bulunan bir tesbihi bu yaşlı kişiye armağan etmek istiyorum.Tesbihi verirken bu kişiye bir şeyler söylemek ihtiyacı hissederek “Bu tesbihle namazlardan sonra tesbihat kelimelerini 33 kez çekersiniz” gibi bir şeyler söyleyince aldığım cevapla irkiliyorum.Yaşlı zat gözlerimin ta derinlerine bakarak aynen ” Evlat,ben şimdiye kadar abdestsiz yere basmadım ve Allah’ı anmadan bir nefes dahi almadım…”diyor.Benim kendisine her namazdan sonra 99 kez tesbih çekersiniz demekle ne büyük bir hata yaptığımı anlayıp mahcub olduğumu gören bu Zat’ın beni kucaklarken gönül diliyle de “Ah evladım,daha öğreneceğin çok şey var…” dediğini hissediyorum. Bu hal aklıma hemen Türkistan’da yaygın bir tasavvufi deyimi getiriyor: “Her geceyi Kadir bil;her gördüğünü Hızır bil…” Elhak doğrudur. Şah-ı Nakşbend külliyesine gelen ziyaretçiler önce kabr-i şerifi ziyaret edip duada bulunuyor.Cuma namazı yaklaştıkça dergahtaki insan kalabalıklığı artıyor.
Cuma namazı öncesi Buhara ve Özbekistan’ın değişik yerlerinden Kuran kursu öğrencileri tilavet ettikleri ayet-i kerimelerle bütün dergahı çınlatıyorlar.Külliyenin avlusunda kuş sesleri ile karışan bu ilahi sesler herkesi derin düşüncelere sevkediyor.Daha bir yıl önce terkedilmiş bir virane haline getirilmiş olan dergahtaki bu hal,adeta bir yeniden doğuşu müjdeliyor.Şah-ı Nakşbend’in sağlığında pek çok sevdiği bu bahçedeki kabri etrafında halkanan mümin çehrelerde bu müjdenin müşahhaslaşmış eserleri ayan-beyan görünüyor.
Cuma namazı iyice yaklaşırken külliyenin dış kapısından itibaren tekbir ve tehlillerle yerleri-gökleri titreten bir ordu heybetiyle külliyeye dahil olan İslam’a her zaman sadık kalmış Fergana vadisinin Nemengan şehri müslümanları kabr-i şerifi ziyaret için bölük-bölük geçerlerken, yüzlerinde yılların çileleri okunan bu insanların Orta-Asya’da İslam’ın yeniden dirilişinden korkan şirk ve küfür ehline korku salan dervişler olduğunu anlıyorum.Bu dervişlerin celalli bir eda ile kelime-i tevhidi tekrar ederek önümden geçip gidişleri ömrüm boyu unutamayacağım sahnelerden birisi olarak hafızama nakşediliyor.
Cuma namazı öncesinde vaaz eden ve bu törenleri düzenleme fikrinin sahibi Özbekistan müftüsü vaazında bugünleri gösterdiği için Allah’a hamdederken biz de aynı duyguları paylaşıyoruz.Cuma vakti girip hiç alışkın olmadığımız ancak hoş bir üslup ile ezan okunduğunda saflar yeniden düzenleniyor.Daha bir yıl önce kapalı olan iki mescidi tamamen dolduran cemaat külliyenin avlusuna taşıyor.Şah-ı Nakşbend hazretlerinin makamına daha yakın olduğu için avludaki saflara katılıyorum. Şah-ı Nakşbend’in halvethanesine gönderdiğim emanetimizin de daracık mekanında doğrulup Şah-ı Nakşbend dergahında yıllardan sonra kılınan bu ilk Cuma namazına katıldığını düşünerek çok değişik duygularla Özbekistan müftüsü Abdullah Muhtar Efendi’nin ardısıra namaza başlıyorum.
Namaz sonrasında külliyenin dışında kurulan açık pazarlardan hatıra eşyası satan standlara uğrayıp bu törenleri bize ömür boyu hatırlatacak bazı ufak tefek şeyler alıyoruz.
Öğle yemeği için otelimize dönüp ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra Buhara yakınlarında bulunan ve Şah-ı Nakşbend’in üstadı olan Emir Seyyid Külal’ın türbesini ziyaret için yola çıkıyoruz. Buhara dışına çıkıp yaklaşıp 20 kilometre yol aldıktan sonra küçük bir kasabaya ulaşıyoruz. Emir Külal’ın kabrinin burada olması nedeniyle bu kasaba bugün Külal Kasabası olarak biliniyor. Büyük bir sahra içinde yer alan kabristana varınca başı ucunda iki büyük direğin ve bu direkler ucunda muhtemelen at kuyruğundan yapılmış iki tuğun yer aldığı bir kabri gösteren mihmandarımız bu küçük bir duvarla çevrili alanda Seyyid Emir Külal’ın toprağa verildiğini söylüyor. Evliyadan büyük zatların başına ucunda tuğ bulunan bir direk dikilmesi adetinin bütün Türkistan’da yaygın olduğunu da mihmandarlarımızdan öğreniyoruz. Daha önce ziyarete ettiğimiz Şah-ı Nakşbend ve diğer Allah dostlarının kabirleri üzerinde de bu direkleri ve tuğları görmüş olduğumuzu hatırlıyoruz.
Emir Timur’un kabrinin bulunduğu türbede mürşidi Mir Seyyid Bereket’in ayak ucunda yatan Türkistan’ın büyük hakanı Timur’un devrindeki büyüklerden Şeyh Ömer’in kabri üzerinde de böylesi bir tuğu gördüğümüzde biz bunu hükümdara ait bir işaret olarak algılamıştık.
Emir Külal’ın mütevazi kabri başında okunan dualardan sonra oradaki mescidin imamı enterasan bir olay anlatıyor.Buna göre ölümünden sonra kabrinin yükseltilerek gösterişli bir türbe yapılmamasını isteyen Emir Külal, mesleği olan çömlekçilik sanatını icra ettiği fırınının ölümünden sonra yıkılarak kabrinin üzerine bu fırından çıkan kavrulmuş kil ve çömlek parçalarının serpilmesini vasiyet eder.Emir Külal’ın ölümünden sonra vasiyetini yerine getiren bağlıları,çömlek fırınını yıkarak zemininden çıkan materyali kabri üzerine örter.Biz ziyaret ettiğimizde de Emir Külal’ın kabri üzerinde bu yanmış kil ve tuğla parçacıkları serpili idi. Emir Külal’ın kabrini ziyaretten sonra tekrar otobüsümüze dönerken kasabanın mescidi önünde mescide yardım için açılan kitab sergisinden bir kaç kitab alıyoruz.Bu kitaplar arasında bulunan “Yedi Pir” isimli bir kitapçık Nakşbendiyye tarihinde önmeli yerleri olan ve Buhara civarında yaşamış mürşidlerin hayatını kısaca anlatıyor.
Sadrüddin Selim Buhari isimli bir yazarın hazırladığı bu kitapçıkta Abdulhalık Gücdüvani, Hoca Arif Revgeri, Hoca Mahmud Encir Fagnevi, Hoca Ali Ramiteni, Muhammed Baba Semmasi, Seyyid Emir Külal ve Bahaüddin Nakşbend isimleri yer alıyor.
O gün Buhara’dan Semerkand’a geri dönülmesi gerekiyor.Artık yolculuğumuzun maksudu olan ziyaretler yapıldığı için herkesde genel bir hoşnudluk hasıl olmuş durumda.Semerkand’a dönerken zihnimizde geçen yıl gördüğümüz Özbekistan ile bu yıl gördüğümüz Özbekistan’ı kıyaslama imkanımız oluyor.Bir yıl önceye göre devlet denetimi daha fazla arttırılmış. Sokaklarda, caddelerde resmi üniformalı,şapkalı güvenlik görevlilerine adım başı rastlamak mümkün.Şehirlerarası yollarda hemen her kavşakta kontrol noktaları oluşturulmuş.Bu sıkı önlemler ve edindiğimiz bilgiler Özbekistan yönetiminin baskı politikasını arttırmağa yöneldiğini gösteriyor.Muhalif unsurların başında gelen aydın ve sanatçılar üzerinde de ağır bir baskı uygulandığını biliyoruz.Bizim ziyaretimize tekaddüm eden yakın bir tarihte Özbekistan’ın büyük sanatçısı Dedehan Hasan-ki Türk Yurtları okurları O’nu yayınladığımız şiirlerinden hatırlayacaklar. – bir konser için gittiği Cızzak şehrinde tutuklanarak 1 hafta gözaltında tutulmuş.Aynı sanatçının geçen yıl hemen her köşebaşında bulabildiğimiz kasetleri de hemen piyasadan çekilmiş.Bütün bunlar güzel haberler değil ancak hepimizin bilmesinde yarar var.
Özbekistan’a bir yıl arayla yaptığımız bu iki gezi bize Orta Asya Cumhuriyetleri’nde zamanın yavaş bir tempoyla aktığını düşündürüyor.Yaklaşık bir yıl önce kim hangi köşede neyi satıyorsa,kim nerede çalışıyorsa hemen hepsi adeta yerlerinden kıpırdamadan bıraktığımız gibi duruyorlar.
Bu durum iş bağlantıları kurmak üzere Türkiye’den eski sovyet cumhuriyetlerine gelen iş adamlarının şikayet ettiği konuların başında gelen hantal bürokrasinin biraz da buralardaki yaşama tarzından kaynaklandığını gösteriyor. Komünist yönetimin zaman içinde dünyanın en muhafazakar yönetimi haline dönüşmesindeki sır da burada yatıyor.Bu yavaşlığa rağmen görüştüğümüz Özbek dostlarımızın son yıllarda meydana gelen gelişmelerden başlarının döndüğünü anlatmaları ise bizi iyice hayrete düşürüyor.Sonuç olarak anlıyoruz ki son 10 yılda Türkiye’de meydana gelen gelişmeler,iletişim teknolojisi ve ulaşım ağının sağladığı hareketlenme toplum hayatımızın akışına da hız katmış ve biz bu hıza alışmış durumdayız.
Semerkand’a dönerken yolda kötü bir haber daha alıyoruz.Tacikistan’da baş gösteren ve oradan Özbekistan’ın güney kısmına sıçrayan kolera vakaları nedeniyle Taşkend’e yaklaşık 70 km. mesafedeki Özbekistan-Kazakistan sınır kapısı kapatılmış.Bunun bizim için anlamı Taşkend’e vardıktan sonra ziyaret etmemiz planlanan Hoca Ahmed Yesevi hazretlerini ziyaret edemeyecek oluşumuz.Hazret-i Türkistan’ın türbesinin bulunduğu Yesi şehri Kazakistan sınırları içinde kaldığı sınır kapısı kapatılınca bu ziyareti yapamıyoruz.
Semerkand’a akşam vasıl oluyoruz.Ertesi gün Semerkand’ın ünlü pazarını dolaşıp biraz alışveriş yaptıktan sonra otelimize dönüyoruz.Geçen yıl tanıştığımız Afganistan Türkmenleri’nden bir ailenin çalıştırdığı otel bünyesindeki dünyaca ünlü Türkmen halılarının sattıkları halı mağazasına uğrayıp biraz sohbet etme fırsatımız oluyor.Bu arada izlediğimiz Özbek televizyonu Şah-ı Nakşbend törenlerini geniş bir şekilde yayınlıyor.
Afganistan’ın başkenti Kabil’den gelen Türkmen ailenin Taşkent’te de yeni bir halı mağazası açtıklarını öğreniyoruz.Bu durum bizim için Özbekistan ile Afganistan’daki Türkler arasındaki ekonomik ilişkilerin giderek daha güçlendiği ve bu işbirliğinin zaman içinde gelişerek bütün Türkistan Cumhuriyetleri boyunca yayılacağının işaretçisi oluyor.
Semerkand- Taşkent yolunu katederken herkes Buhara anılarıyla başnbaşa kaldığı için olsa gerek grubumuzu genel bir sessizlik kaplıyor. Nihayet bir haftalık geziye sığan yoğun bir ziyaret programını tamamlamanın ve tasavvuf tarihinin en seçkin isimlerini selamlamanın eşsiz gönül huzuru ile Taşkent üzerinden İstanbul’a dönüyoruz…