‘Muhsin Başkan’ı Anarken…
– Siyaset/Tarikat/Cemaat İlişkisi –
Zaman ne kadar da hızlı akıyor… Türk tarihinde Satuk Buğra Han örneği bir sembol isim olacağını öngördüğüm [1] Muhsin Yazıcıoğlu’nun 25 Mart 2009 günü meydana gelen ve hergün bir başka iddia ile karartılan bir helikopter kazası ile şehadeti üzerinden tam iki yıl geçti. Muhsin Başkan’ı Kocatepe Camii’nde kıldığımız muhteşem cenaze namazı sonrasında ebedi istirahatgâhı olan Taceddin Dergâhı haziresindeki kabrine emanet ettiğimiz gün şahidi olduğumuz sahneler hâlâ gözümün önünden gitmiyor. O gün sadece bir siyasi figürü değil, bir gençlik önderini; bir dâvâ adamını, kendi neslimizin yıldız bir ismini ebediyete uğurlamıştık.
O günden bu yana geçen sürede, sık sık ‘Muhsin Başkanımız’ı hatırladık; ülkemizin mâkus talihini yenmeye aday insanlardan en önemli birisinin hiç beklenmeyen bir veda ile aramızdan ayrılması, yüreğimizin derinlerinde bir yerimizi hep ağrıtıp durdu. Bu ağrının yatışmadığını -aradan geçen iki yıla rağmen- hâlâ hissedenler hiç de azımsanamayacak kadar çoktur bizim çilekeş kuşağımızın insanları arasında…
Helikopterinin düşmesi sonrasındaki duygu yüklü ortamın beslediği yürek burkuntusunun -takdir-i ilahîye teslim ile- nisbeten hafiflediği şu günlerde, Muhsin Yazıcıoğlu’nun siyasi misyonuna dair, Türkiye’de sağ siyaset ikliminin şekillenmesinde tarikat-cemaat bağlantılarının etkisi hakkında yazılması gereken bazı önemli tanıklıklarım var ki –tam da önemli bir seçim öncesinde- kayda geçirilmesinin yararlı olduğuna inanıyorum.
“Fetih Partisi” ismi ‘radikal’ imiş !
Muhsin Yazıcıoğlu, mensubu olduğunu her zaman iftiharla belirttiği “ülkücü hareket”in siyasi alandaki ana gövdesi olan MHP’den ayrılarak “Millî Mutabakat Çağrısı” isimli deklarasyonun yayınlanması sonrası Anadolu’yu gezerek yeni bir “parti” örgütlenmesi için çeşitli kanaat önderleri ile temaslarda bulunmuş ve sonuçta “Türk-İslâm Ülküsü” odaklı yeni bir siyasi parti olarak örgütlenmek için düğmeye basılmıştı. “Parti”nin kuruluş toplantıları sırasında partiye “Fetih Partisi” adı verilmesi ağırlık kazanmıştı. [2] Sonradan öğrenildiğine göre MHP ile yol ayrımını duyuran “Millî Mutabakat Çağrısı” beyannamesinin kaleme alınmasında payı olan bir akademik isim, “Fetih” kelimesinin özellikle Batılı çevreleri irrite edecek bir arkaplanı olduğuna işaret ederek bu isme karşı çıkmış ve ‘Muhsin Yazıcıoğlu Hareketi’nin siyasi organizasyonu “Büyük Birlik” olarak adlandırılmıştı.
Oysa “fetih” kelimesini sadece “askeri bir zapt etme, istila” olarak takdim etmek bir akademisyen için asla kabul edilemeyecek bir dar bakış açısını yansıtıyordu. Çünkü, “fetih” kelimesinin kökü “açmak” fiilinden geliyordu ve Allah’ın Esmâü’l-Hüsna’sından “el-Fettâh” isminin işaret ettiği gibi maddi bir zaptedişten ziyade manevi bir gönül alma anlamını içermekteydi. Dilimizdeki “gönüller fethetme” terkibi zaten kelimenin bu manevi anlamını çok iyi yansıtan bir deyim olarak günlük dile kadar nüfuz etmişti ve halka verilecek mesajların İslâmi içeriğinin doldurulması için büyük bir kapı açma potansiyelini taşıyordu. Diğer yandan fetih kelimesinin otomatik olarak çağrıştırdığı “Fatih” kelimesi de Türk tarihi açısından benzeri olamayacak bir sembolizmin kod adı olarak toplum önündeki çalışmaları kolaylaştıracak bir anahtar olacaktı.
Sonuçta olacak olan oldu ve “Büyük Birlik Partisi” olarak ismi tescil edilip Allah’a işaret eden “hilâl” içerisinde Rasûlullah (s.a.v.)’i remzeden “gül” sembolü ile ‘Muhsin Yazıcıoğlu’nun Partisi’ siyaset tarihimizdeki yerini aldı. Bugüne kadar aradan geçen yeteri kadar uzun sürede, bu parti ile ne başlangıçta hedeflenen Birlik’in büyüğünü realize etmek mümkün oldu ne de İslâmi kesimin değişik organizasyonları arasında bir birlikteliğe çatı olunabildi. “Fetih” ismine karşı çıkan değerli akademisyen; bugün hangi sularda yüzmektedir bilinmez ama, “Büyük Birlik” seçimlerde hep “diğerleri kategorisi”nden çıkamadı. [3]
Oysa Yola Çıkılırken Kimler Neler Vaad Etmişti?
Aslında “Büyük Birlik” kuruluşu öncesinde Muhsin Yazıcıoğlu’nun temas ettiği İslâmi kesimin irili—ufaklı tüm odakları kendisine sempatilerini iletmiş ve çoğunlukla ima ile de olsa destek vaadlerini dile getirmişlerdi. [4] Sadece o temasa tanıklık eden bir dostumun anlatımı ile şimdi çok ünlenen -ve o derecede de güçlenen- bir cemaatin zirve ismi ile temasları çok ilginçti. Bugün okyanuslar ötesinde dahi ciddiye alınan bir güce ulaşan cemaat önderi [5] Muhsin Yazıcıoğlu’nu huzura kabul ederken yanına ilginç kişileri alarak karşılamış ve şöyle söylemişti: “Biz hiç sizin camianıza uzak olmadık. İşte bu arkadaşımızın ağabeyi MHP İzmir il başkanlığı yapmıştır; şu diğer yanımdaki kolej müdürümüz olan “pehlivan kaptan-ı deryâ” ise Ülkü Ocaklarından yetişmiştir”.
Yanındaki insanlardan nakledildiğine göre bahse konu olan cemaat önderi bu sözleri ile Muhsin Yazıcıoğlu’nu siyasi bir oluşum başlatması konusunda cesaret verici sözler ile MHP’den ayrılma konusunda teşvik etmişti; ya da -en azından- kendisini ziyaret edenlerde oluşan izlenim bu idi. Muhsin Yazıcıoğlu’nun başlatacağı siyasi hareketin İslâmî camiada bir ‘Büyük Birlik’ çatısı olacağına en çok ikna edenin bu cemaat önderi ile yaptığı temas olduğu söylenir. [6]
Siyaset-Tarikat İlişkisindeki İkiyüzlülük
Bütün bunlar ülkemizde sağ siyaset ortamındaki ilişkilere vakıf birisi için yeni sayılamayacak bilgilerdir. Muhsin Yazıcıoğlu’nun siyasi hareketini şekillendirme safhasında partisinin idari organlarına bazı İslâmi grupları temsil eden isimleri de aldığı ve bunlardan bazılarının parti yönetim kademelerinin üst sıralarında görevlendirildiği de bilinir. Fakat bütün bu yakın temas ve sempati izharının seçim sandıklarına yansımasının nasıl olduğunu anlamak için Büyük Birlik hareketinin aldığı seçim sonuçlarına bakmak yeterlidir. Hemen her zaman Muhsin Yazıcıoğlu’nu takdir eden, teşvik eden, yüzünden-arkasından hep öven İslâmi grup-cemaat liderleri-önderleri iş sandıkta oyları ile Muhsin Başkan’ın partisine destek vermeye gelince -net olarak söylemek gerekir ki- hep yan çizmişlerdir. Bunda bu grupların daima güçlüden yana olmak; yakın–uzak çıkarları kollamak gibi pragmatik bir tavrı adet haline getirmek gibi bir alışkanlık kesbetmiş olmaları etken olmaktadır. İlk başlarda İslâmî kişiliklere yakıştıramadığı bu ikiyüzlülük karşısında son derece üzüldüğü -ve hatta bazen kızdığı- bilinen Muhsin Yazıcıoğlu’nun zamanla olaya bir ‘âhir zaman hastalığı’ olarak umarsız bir bilge gibi bakarken; “biz zaferle değil seferle görevliyiz” noktasına geldiği bilinir.
Muhsin Yazıcıoğlu ve Tasavvuf Büyükleri
Muhsin Yazıcıoğlu’na yakın olan herkes bilir ki Muhsin Başkan’ın dinî cemaat ve tarikatlar ile temas ve ilişkisi sadece o cemaat ile sınırlı değildi. Ülkemizde yaşayan hemen hiçbir tasavvuf önderi ve irili-ufaklı hiçbir İslâmi oluşum yoktur ki bir vesile ile olsun Muhsin Yazıcıoğlu ile yüzyüze gelmiş olmasın… Ömrünün son yıllarında İskenderpaşa geleneğini yeni ufuklara taşıyan Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan ile aralarındaki -kalite düzeyi her anlamda yüksek- işbirliği dönemi hemen herkesin tanık olduğu bir dönemdir. (Yazımızın yanıbaşını süsleyen resimde Coşan ve Yazıcıoğlu Avustralya’da birlikte oldukları bir programda aynı karede yer almaktadır.) Vefatı sonrasında Cübbeli Ahmed Hoca diye bilinen Ahmed Mahmud Ünlü de Muhsin Yazıcıoğlu’nun ‘İsmailağa Cemaati’ olarak bilinen tarikat çevresinin manevi önderi ile müteaddit defalar kendisinin de olduğu ortamlarda görüştüğünü canlı bir tanık olarak çeşitli TV programlarında dile getirmiştir.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun tasavvufî ilgisi sadece siyasi fayda beklentisi ile açıklanamayacak bir durumdur. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl Mamak Cezaevi’nde kalan Muhsin Yazıcıoğlu, bu sürede dervişane bir tevekkülü hazmetmişti. Ülkücü mahkûmların “Medrese-i Yusûfîye” olarak adlandırdığı cezaevinde okuduğu kitablara bakılırsa hemen fark edileceği üzere İslâmî bilincini geliştirme çabası yanında tasavvufun teorisi ile olduğu kadar pratiği konusunda da epeyce kafa yorduğu anlaşılır. Bu yüzden son konuşmalarından birisinde kayda giren “İki saniye sonrasına garantimiz olmayan, bir saniyesine hâkim olamadığımız bir hayatta, fırıldak olmaya gerek yok!” sözlerinin tesadüfen söylenmiş olmayıp mutmain olmuş bir nefsi yansıtan bir ruh hali ile sarf edildiğini anlamak gereklidir.
Ankara’da 2004 yılında Selçuklu Vakfı’nda başladığım Dîvân-ı Hikmet Okumaları programını ilk oturumunda hazır bulunarak onurlandıran Muhsin Başkan’ımız, yaptığı veciz konuşması ile Hazret Sultan Yesevî’nin Türk tarihindeki önemine işaret ederken bu tasavvufî ilgisinin derinleşerek devam ettiğini de gösteriyordu.
Mürîd Değil Muhîb Olmak…
Şehadetinden yaklaşık bir yıl önce, (19 Şubat 2008 Salı günü) ziyaret ederek ile görüştüğüm Muhsin Yazıcıoğlu’na Türk tarihinde maneviyat önderleri ile devlet erkânının ilişkisi ekseninde kaleme aldığım “İşaret Taşları” kitabımı imzalarken konu tasavvufun Türk tarihindeki işlevine; Ak Şemseddin-Fatih örneğinde somutlaşan mürşid-lider ilişkisine geldi. Özellikle o sırada, yurtdışından bana ulaşan bir dost, Muhsin Yazıcıoğlu’nun bütün teşkilat mensubları ile birlikte dünya üzerinde ciddi bir mürîd grubu bulunan bir tasavvuf önderine intisab edeceği bilgisini bana iletmiş ve bu önemli haberin doğru olup olmadığını kaynağından araştırmamı rica etmişti. Bu nedenle sohbetimiz sırasında haberin doğruluk derecesini de bizzat kendisine sormak istedim: “Bu topluca intisab haberi doğru mu ? Siyasi örgüt ile tarikat arasında böylesi bir organik ilişkiyi doğru bulur musunuz?”
Muhsin Yazıcıoğlu’nun verdiği cevabı, artık tarihe kaydedilmesi gereken bir anı olarak aynen nakletmek isterim: “Çeşitli vesileler ile ismi geçen tarikat mürşidi ile yurtdışında da, Türkiye’de de görüştüm. Sevdiğim saydığım bir Zat, bir Allah dostu olarak elini öptüğüm bir mürşiddir. Pek çok Allah dostu ile de görüştüğümü ve ellerini öptüğümü herkes bilir zaten… Mamak’tan çıktıktan sonra, ziyaret ettiğim bir Allah dostuna da intisabım olduğu hep söylendi; fakat ben bir tarikata mürîd olmak anlamında hiçbir şeyhe intisab etmedim. Tarikata girmek için biat almadım. Muhîb derseniz eyvallah…” Muhsin Yazıcıoğlu’nun bu sözleri benim için de sürpriz oldu.
Çünkü bütün ülkücü camiada, -kimileri olumsuz bir içerik yükleyerek, fakat genellikle bir övgü olarak- Muhsin Yazıcıoğlu’nun ülkemizdeki önde gelen Nakşbendî cemaati liderlerinden ‘Menzil Şeyhi’ olarak bilinen Muhammed Raşid Erol’un [7] mürîdi olduğu konuşulurdu.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahsi durumunu izah eden bu açıklamasından daha da önemlisi siyaset-tarikat ilişkisi hakkında söyledikleri idi. Bu konuda yaşadığı tecrübeler ile vardığı kanaat şöyleydi: Gerek tasavvuf ehli denebilecek cemaatler; gerekse diğer İslâmi eğilimli gruplar destek verdikleri siyasi lider ve organizasyondan somut beklentiler ile hareket ediyorlardı. Bu yüzden de hasbî değil hesabî davranıyorlar; bu ise sonuçta hayra hizmet anlamında hep hüsrana yol açsa da tavır değişmiyordu.
Muhsin Yazıcıoğlu, siyaset ile iştigal eden herkesin çok dikkatle irdelemesi gereken tesbitlerle siyaset-tarikat ilişkisinin nasıl olması gerektiğini ise şu sözleriyle ifade etmişti:
“Siyaset-Tarikat İlişkisi ‘Laik’ Olmalıdır”
“Siyasetçiler tarikat çevrelerinin siyasi desteğinden ne derecede güç devşirir, genel olarak bilemem ancak; bizim parti açısından tarikatların-cemaatlerin sandığa yansıyan bir faydasını göremedik. Hep sırtımızı sıvazladılar; ‘aslansın-kaplansın’ dediler ama sıra oy vermeğe gelinde Ecevit’in DSP’sine kadar tüm siyasi partilere destek verdikleri oldu da herhangi bir seçimde; bizim herhangi bir adayımızı -bir kez olsun- açıktan desteklemediler…
Siyaset-tarikat ilişkisine gelince 15 yıllık siyasi tecrübemin bana kazandırdığı görüşe göre siyasetçi-mürşid ilişkisi –tırnak içerisinde- laik bir zeminde götürülmelidir. Yani meşhur tabiri ile tarikat siyasetin işine karışmamalı, siyaset de tarikatın işleyişine müdahale etmemelidir. Siyasetçi ile tarikat ehli arasında menfaat esasında geliştirilecek her ilişki zamanla hem tarikata hem de siyasete zarar verecek duruma gelmektedir. Bir parti örgütü içerinde yer alan cemaat mensubları bir süre sonra parti içinde parti gibi hareket etmeye başlıyorlar ve kendi inisiyatifleri dışında alınan her kararı adeta dinden çıkma gibi algılayıp etrafa da o şekilde yansıttıkları için inanılmaz derecede büyük ihtilaflara yol açıyorlar. Hiçbir kimsenin yapamayacağı bozgunculuğa yol açan tasavvuf ehli insanlar olabileceğini düşünemezdim ancak siyaset hayatımda gördüm maalesef…”
Muhsin Yazıcıoğlu, daha sonra bu bozgunculuk örneklerinden bazılarını isimlendirdi ise de aziz ruhaniyetini incitecek polemiklere konu edilmemesi için bu konuda isim vermek istemiyorum. Sadece ülkemizin dinî çevrelerinde iyi tanınan bir Nakşbendî mürşidi olan Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan’ı vefa duyguları ile gözleri dolarak, rahmet ve minnetle sohbetimiz sırasında da andığını -artık o da yine şüpheli bir kaza ile ahirete irtihal etmiş olduğu için- söyleyebilirim.
2011 Seçimlerinde Tarikat Çevrelerinin Tavrı
Bu yazımın tarihe ışık tutan yönleri kadar “Önümüzdeki seçimde ve sonrasında ülkemiz sosyal hayatında cemaatlerin, tarikatların ne yönde bir etkisi olacaktır? Ya da olmalıdır?” sorusu hakkında düşünmek isteyenler için de yararlı olacağını umarım. CHP Genel Başkanı olarak ilk seçimine giren Kemal Kılıçdaroğlu’nun kamuoyuna yansıyan söylemleri sırasında cemaat ve tarikat yapılanmalarının legalize edilerek sosyal fonksiyonlarının daha yasal bir çerçevede izlenmesi gereğine işaret etmesi, bu konunun önümüzdeki günlerde siyaset ortamında da tartışılacağına işaret ediyor. Sağ siyasi partilerin tamamının her seçim döneminde bazen tatsız talepleri ile yüzyüze geldikleri “tarikat gerçeği”ni ülkemizin sol siyaset çevrelerinin de “sosyal bir olgu” olarak fark etmiş olmasını olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek mümkündür. Bu konunun öncelikle akademik düzeyde tartışılmasının Türk siyasetinin pratiğini daha rasyonel ve anlaşılır hale getireceği de şüphesizdir.
2011 seçim sonuçlarının şekillenmesinde ‘cemaat ve tarikat çevreleri ile ilintili oylar’ın ne kadar etkin olacağı nerede ise tamamen meçhul iken, bu oylara talib olan siyasi aktörlerin neler yapıp neler söyleyeceği önümüzdeki süreç boyunca ilgi ile izlenecektir.
———————————————————–
[1] Bice, Hayati; İki Alp-Eren: Satuk Buğra Han ve Muhsin Yazıcıoğlu, , 9 Nisan 2009;http://www.haber10.com/makale/15127/
[2] ZAMAN gazetesinde Muhsin Yazıcıoğlu’nun 29 Ocak 1993 tarihinde kuracağı partinin kuruluş beyannamesinin İçişleri Bakanlığı’na verileceği haberi “Fetih Partisi kuruluyor” başlığı ile kayda girmişti.
[3] Bu satırlarımdan hiç kimse, Muhsin Yazıcıoğlu’nun insanüstü bir gayret ile partisini yıllarca –adeta tek başına- taşımasını ve özellikle 28 Şubat sürecinde sergilediği kahramanca direnç azmini küçümsediğimi çıkartmasın.
[4] Muhsin Yazıcıoğlu eğer siyasi temaslarını içeren günlük tuttu ise bu günlere dair aldığı notların günümüz için son derece aydınlatıcı unsurlar içerdiğinden eminim. “Ülkücü Hareket”in tarihini belgeleri ile 5 büyük cild halinde yayınlayan yazan değerli araştırmacı-yazar Hakkı Öznur’un o günlere ışık tutan –Büyük Birlik konulu- müstakil bir çalışmaya imza atmasını da dilerim.
[5] Bu konuda A.B.D. büyükelçilik yetkililerinin söz konusu cemaat ve lideri hakkındaki raporları Wikileaks belgeleri arasından seçilerek geçen günlerde Taraf gazetesi aracılığı ile kamuoyuna servis edildi. http://www.haber10.com/haber/235683/
[6] Söz konusu cemaat önderinin Muhsin Yazıcıoğlu’na sözlü destek ötesinde bazı destekleri olduğu iddiaları da ortaya atılmış ise de bu iddialar “siyasi yıpratma amacına yönelik dedikodu”lardan öte gidememiştir.
[7] Menzil cemaati olarak bilinen dinî grubun önderi olan Muhammed Raşid Erol 1993 yılında vefat etti. Muhsin Yazıcıoğlu’nun Mamak Cezaevi’nden çıktıktan hemen sonra Adıyaman’ın Kahta ilçesi Menzil köyüne giderek bu Nakşbendî şeyhini ziyaret etmesi Muhsin Yazıcıoğlu’nun bu mürşide biat etmesi olarak anlaşılmıştı. Hatta Muhsin Başkan’ın vefatı sonrasında basına yansıyan bazı demeçlerde söz konusu cemaatin önde gelenleri Yazıcıoğlu’nu cemaatin bağlısı, bir mürîd olarak takdim ettiler. Ülkücü camiadan pek çok kişinin söz konusu cemaate mensub olduğu ve bu cemaatten bazı kişilerin Muhsin Yazıcıoğlu’nun sağlığında BBP üst yönetiminde görev aldığı bilinir. Bu yöneticilerden bazıları daha sonra, Muhsin Başkan’ın sağlığında statü kaybederek yönetici pozisyonlarını yitirdiler.
[8] Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan’ın Muhsin Yazıcıoğlu ile siyasi olarak da yakınlaşmasında Refah Partisi ile aralarında ortaya çıkan soğukluk etkili olmuştur. Bu konuda Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan’ın tavrını açıklayan önemli bir yazısı için bakınız: “Bir Parti ve Biz”, İslâm Dergisi, Temmuz-1990, Başyazı;
http://www.iskenderpasa.com/A25FF411-8956-4C62-B528-8824B72EB7DE.aspx