Ülkücü Gençlik ve Tasavvufî Yönelişler
Dr. Hayati BİCE
Ülkücü gençliğin yayın organlarından başlayarak daha rafine bir İslâmî çizgiye doğru yönelişi milliyetçi hareket içerisinde yeni bir tartışmanın konusu haline geldi. Özellikle 1980 başlarında yayınlanmağa başlayan “Nizâm-ı Âlem” gazetesi, ülkücü gençliğin tabanını Akıncılar olarak bilinen ve Erbakan çizgisinin takipçisi İslâmcı gençliğin aleyhinde genişletmesi bir yandan milliyetçi hareketin “Türkçü” kesiminde tepkiye yol açarken diğer yandan İslâmî kesimin yayın organlarında da anlaşılabilecek bir paniğe yol açmıştı. İslâmî kesimin önde gelen yayın organları olan Sebil ve Şura dergileri “Nizâm-ı Âlem” çizgisinin kendi zeminlerini altlarından kaydıracağını hissetmiş olmalı ki, ülkücü harekete ideolojik yönelik saldırılarını arttırdılar ve ırkçılık, kavmiyetçilik eleştirilerindeki dozu tekfir sınırına götürdüler. Bu süreçte Necip Fazıl’ın ülkücü harekete desteğinin gençlik üzerindeki yönlendirici etkisini kırmak için MSP’den desteğini çekerek MHP’ye yönelişini Sebil dergisinin sahibi Kadir Mısıroğlu, Kısakürek’in şahsî kaprisi ile izah ederek, “kendini ağıra satma” ; “piyasada silinmeye başlayan ismini parlatma” ; “kendisini aranılır bir şahsiyet haline getirme” gayreti olarak tanımlayacaktır.
1977 kongresinden hemen önce ülkücü hareketin günlük gazetesi olan Hergün’de yayınlanan Necip Fazıl röportajı İslâmî kesimin Necip Fazıl ile ilişkisinde bir kırılma noktası olmuştur. Akıncı gençlik, MHP ve ülkücü gençliğin yayın organında bu röportajın yayınlanmasını manevî babalarının kendilerine ihaneti olarak algıladılar. Organize bir şekilde sürdürülen bir kampanya ile Necip Fazıl’ın telefonları aratıldı, kendisine telgraflar çekildi; Türkiye’nin her yerinden gönderilen mektuplarla MHP ve ülkücü gençliğe destek veren açıklamaları protesto edildi. [1] İslâmî kesim bu şekilde Necip Fazıl’a adetâ, savaş açarken, ülkücü gençlik Necip Fazıl’ın eserlerini keşfederek yeni ufuklara yelken açıyordu. O yıllarda yayınlanmış olan “Doğru Yolun Sapık Kolları” isimli eseri[2], ülkücü gençlik arasında hızla popülerleşmiş ve Ülkü Ocakları tarafından dağıtılan bu kitap binlerce ülkücünün baş ucu kitaplarından birisi olmuştu. Diğer yandan Necip Fazıl’ın tasavvufî biyografisi sayılabilecek “O ve Ben” isimli eser [3] vasıtasıyla birçok ülkücü genç “tasavvuf” diye bir kavram ile tanışıyor ve “mürşid” denilen bir insan tipi hakkında belki de ilk kez bilgi sahibi oluyorlardı.“Başbuğ Velilerden-33” isimli eseri [4] belki de sadece Başbuğ Türkeş ismini çağrıştırdığı için alıp okuyan ve özellikle Turancı duyguları güçlü olan ülkücülerde Türkistan coğrafyasındaki tasavvufun Hacegân ekolünün zirve isimleri ile tanışıyordu.
Bütün bu okumaların doğal sonucu olarak tasavvufî eserlere yönelen ülkücü gençler arasında o sırada hemen tüm eserleri peşpeşe Türkçe’ye çevrilip yayılan İmam-ı Gazalî okumak bir moda halini almıştı. Bu okumalarla yetinmek istemeyen bazı ülkücülerde ise “Acaba bu devirde de bu kitaplardaki gibi tasavvufî irşad yapan mürşidler var mı? Varsa bunlar kimler?” şeklinde bir arayışın başlaması kaçınılmazdı. O dönemde İslâmcılar ile ülkücüler arasındaki tartışmanın odağında olan “Nizâm-ı Âlem” dergisinin yayın çizgisini belirleyen Lütfü Şahsuvaroğlu’na göre İslâmcı çevreler ise, Necip Fazıl’ı “12 Eylül olmasaydı tamamen defterden silme eğiliminde idiler.” [5]
Ülkücü Gençlik ve Tasavvuf ile Buluşma
1977 yılına gelindiğinde ülkenin her köşesinde bir kanlı iklim egemen hale gelmeğe başlamıştı. 4 Ocak 1968’de ilk ülkücü şehîd olarak bilinen Ruhi Kılıçkıran’ın şehadeti ile başlayan “ülkücü şehîdler kervanı”na eklenen isimler 1977’ye kadar yüzün altında idi. Oysa sadece 1997’deki ismi bilinen ülkücü şehîd sayısı o tarihe kadarki toplam sayının çok üzerine çıkmıştı. İnsanlar “dâvâ adına” öldürülüyorlar ve hayatlarının baharında karatoprağa veriliyordu.
Bir çok ülkücü genç gibi o yıllarda bir tıp fakültesi öğrencisi olan bu satırların yazarı için de uğrunda ölünecek bir dâvânın sonuçta Allah rızâsı kazanılmayacaksa bir anlamı olamazdı. Hiçbir parti, hiçbir parti lideri uğrunda ölünecek bir kutsallık odağı değildi ve işin tabiatı gereği zaten olamazdı da… Daha üstün bir kutsallık ihtiyacı vardı eğer uğrunda ölünecekse….
Ölüm denen hayatın en sarsıcı gerçeği ile henüz ‘bıyıkları terlerken’ karşılaşan ve manevî bir yola bağlanma arayışına giren ülkücü gençlerin gidebileceği kapılar, tasavvufî faaliyetlerin yasal olarak açıktan sürdürülmediği bir ortamda zaten sınırlı sayıda idi. 1925’te resmen yasaklanmış olan tasavvufî dergâhlar, ülkenin batısında kapılarını kapatıp bir de üzerilerine birde çarpı atılmışken merkezî denetimin uzağında kalarak faaliyetlerini sürdüren Doğu ve Güneydoğu Anadolu dergâhları, bir şekilde faal kalabilmişti. Tarikatların resmen yasaklandığı tarihte sadece İstanbul’da faal olduğu kaydedilen tarikat merkezlerinin sayısının 307 (üçyüzyedi) olduğunu gözönüne alırsanız tablonun, yol açtığı manevî boşluk yönünden arzettiği vahamet kendiliğinden ortaya çıkar. [6]
Ülkücü bir gencin manevî arayışa girdiğinde çalabileceği o kapılardan birisi olarak tüm ülkeye takdim edilen Menzil dergâhının, kapıya gelen ülkücülere kucak açması ile ülkücü gençlik için, tasavvufa intisab için bir vesile haline gelmesi de kaçınılmazdı. 12 Eylül öncesinin kan-revan ortamında hız kazanan bu bağlanma süreci 12 Eylül sonrasında cezaevlerine kapatılan ülkücü gençlerin önemli bir kısmı için de içerisinde bulundukları ağır şartlara katlanabilmeleri için psikolojik destek buldukları manevî bir sığınak gibi görünmüştür. Cezaevlerinde yatarken bir tasavvuf büyüğüne biat ederek tarikat virdi olan zikir dersini yapan birçok ülkücünün var olduğunu biliyorum.
Ülkücü gençliğin tasavvufî eğilimlerinin yöneldiği tek tarikat kapısının Menzil dergâhı olduğu sanılmamalıdır. Ülkenin bilinen bütün tasavvuf büyüklerinin etrafındaki halkalarda ülkücü kökenli müridlerin mevcudiyetini bilenler bilir. Ülkenin tasavvufî çevreleri arasında saygınlığı olan İskenderpaşa, Erenköy, İsmailağa gibi çevrelerde bu durumun somut örneklerini görmek –bugün de- mümkündür. Hattâ tarikatlar yönünden değerlendirilirse en absurd yapılanmalar olan “sahtekâr Kalkancı” ve “nurcu Müslüm” gibi en olmadık isimlerin etki alanına giren, yanıbaşlarında diz çöken ülkücüler dahi olmuştur.
Asıl önemlisi bir tarikat olmamakla beraber, günümüzde İslâmî cemaatlerin en büyüğü ve ülke çapında bir sosyoekonmik güç odağı haline gelen Gülen Cemaati yapılanmasında da ilk gününden itibaren, Latif Erdoğan, Barbaros Kocakurt gibi önde gelen isimler de dâhil geleneksel MHP tabanından gelen birçok isim, çeşitli düzeylerde kendilerine yer bulabilmiştir.
Tasavvufa Yönelişe Tepkiler
İslâmî kesim, ülkücü gençliğin İslâmî çizgiye yönelişini, içten içe paniğe kapılmakla beraber zahiren önemsememeğe çalışıp, bu şekilde gençlik tabanının ülkücülüğe yönelişini etkisiz hale getirmeye çalışırken; diğer yandan milliyetçi geleneğin daha fazla Türkçülük isteyen kesimi de, MHP’nin milliyetçiliği terk edip ümmetçiliğe kaydığını iddia ediyordu. Bu isimlerden Nihat Çetinkaya, MHP İslâmî bir çizgiye gelişinin nedenlerini araştırdığını ifade ederek: “Bir gün bunu rahmetli Türkeş’e sordum. ‘Ne oldu bize, çizgimiz nasıl böyle değişti’ diye. Türkeş çok manidar bir yanıt verdi: ‘1971′den sonra olay bizi aştı. Dış etkilere mani olamadık…” demektedir. Bu görüşe göre MHP, 1969 kongresinden itibaren Türk-İslam Sentezi adı verilen, ABD’nin “Yeşil Kuşak” ya da sonraki adıyla “Ilımlı İslam” politikasına uygun olarak şekillendirilmiştir.
Bir önceki yazımda işaret ettiğim ve ülkücü gençliğin tarikatlara kaptırılmasından şikâyet eden eski MHP Yozgat Senatörü Servet Bora’nın iddiasına göre bu durum Büyük Ortadoğu Projesi’nden önce ABD’nin İslâm ülkelerine yönelik projesi olan Yeşil Kuşak Projesi’nin sonucu idi ve bu proje ancak İslami motiflerle yürütülebilirdi. Yine Bora’ya göre bu tarihten sonra MHP milletvekili adayları artık Türkçü olmaktan ziyade tarikatlarla sıcak ilişkisi olanlar, hatta bizzat tarikat liderleri arasından seçilmeye başlanmıştır. Ülkücü gençliğin, 1970’lerin ikinci yarısında İslâm’ı bir hayat tarzı olarak benimsemeğe yönelik ilgisini tarikatçılığın egemen hale gelmesi olarak anlayan kesimin tepkisini içeren bir anekdot, Bora’nın dilinden şu şekilde yansıtılmaktadır: “Yıl 1977 idi. MHP Genel Merkezinin önünde otobüsler birikmişti. Namık Kemal Zeybek’e:‘Bu otobüsler nereye gidiyor?’ diye sordum. Zeybek:‘-Bizim gençleri Adıyaman’a Menzil Şeyhi’nin yanına gönderiyoruz, eğitilsinler…’ dedi. Bundan sonra Ilımlı İslam’ın etkisi partide çok arttı. Hattâ, içimizde bazı arkadaşlar: ‘Kâfir suçlamasından kurtulduk’ diye seviniyorlardı.”
Bugün: Maneviyat İhtiyacı ve Ülkücü Gençlik
Abraham H. Maslow isimli ünlü sosyal pskiatrist, toplumların gereksinimlerini, 1943 yılında yayınladığı bir tezinde “ihtiyaçlar hiyerarşisi” olarak adlandırdığı bir piramid tarzında ifade eder. Bu piramid öncelik sırasına göre şöyledir:
1. Fizyolojik gereksinimler (solunum, su, beslenme, cinsellik, uyku, boşaltım)
2. Güvenlik gereksinimi (can sağlığı, aile, nesil, iş, mülkiyet, mesken güvenliği)
3. Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, karşı cinsle yakınlık)
4. Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, saygınlık, başkalarına saygı, özgüven, başarı)
5. İnsan olarak kendini gerçekleştirme gereksinimi (inanç, maneviyat, erdem, sorun çözümleme, önyargısız olma)
Bu tablo ışığında değerlendirildiğinde ülkücü gençlik, ihtiyaç hiyerarşisinin henüz ilk üç basamağındaki gereksinimlerini tatmin noktasından uzaktır. Buna rağmen ruhun ihtiyaçları diyebileceğimiz beşinci kategorideki gereksinimlerinin tatmini için ülkücü genç, ne yapacağını bilemez haldedir. Bu gereksinimin giderilmesinde başvurabileceği kaynaklar, engin Türk tarihinin derinliklerinden bugüne kadar değerlendirildiğinde İslâm imanı ve İslâm’ın takvâ düzeyinde yaşanılması olan tasavvufî hayat dışında bir çözümlemeye ulaşabilmesi mümkün değildir. [7]
Maneviyat gereksinimi bir ihtiyaç ise bugünün dünyasında yaşayan, ortalama her Türk gibi ülkücü genç için de bunun tek tatmin yolu, İslâm, Hz. Rasûlullah’ın ve ashâbının hayatları ve tabiî ki, Yesevî’den Yunus’a Allah dostlarının tarif ettiği tasavvufî geleneğimizde aranmalıdır. Bu gereksinimi giderecek kanalları oluşturmak ise bir siyasî programı ile, siyasetin akıl almaz ayak oyunları kapsamında yapılabilecek bir iş değildir.
Bir zamanlar romantik Türkçü söylemin dillendirdiği, öldükten sonra “Tanrı Dağlarının zirvesinde toplaşacak atalar ruhlarına kavuşma” gibi tam bir hayâl uğruna yaşanacak bir hayatın, gencecik yaşında karatoprağa giren bir insan için hiçbir anlamı olamayacağını, bu satırların yazarı, Tanrı Dağları’nın karlı zirvelerini seyrederken düşündü; sıcak bir Haziran günü eriyen karlarının oluşturduğu derelerin tertemiz ve buz gibi suları ile iki rekât şükür namazına durduktan sonra…
Ülkücü gençliğin dün olduğu gibi bugün de tasavvufa ilgi duymasını işte bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Konunun “Yeşil Kuşak” , “Ilımlı İslâm” vs. gibi operatif stratejik boyutlarını görmezden gelmek değildir bu…
——————————————–
İletişim: atahayati@gmail.com
NOT: “Ülkücü Hareket ve İslâmî Kimlik” başlıklı önceki yazım ile ilgili olarak e-mail yolu ile birçok eleştiri ve katkı iletildi. Bu yazım ve takip edecek yazılarım ile ilgili mesajlara cevabımı üçüncü yazı ile sonlanacağını tahmin ettiğim değerlendirmemden sonra yazacağım.
[1] Rapor-3 kitabçığında Necip Fazıl bu protestoları şöyle anlatır: “Telefon o kadar çaldı, kapım motosikletli telgraf müvezzilerince öylesine tokmaklandı, aldığım mektuplar bütün bir gün bir odun sobasını idare edecek derecede o kadar kümelendi ki, hayretler veya dehşetler içerisinde kaldım.”