Ülkücü Kimliği Yitirmeden İslâm’ı Yaşamak
-S. Ahmed Arvasî ve Türk-İslâm Ülküsü-
Dr. Hayati BİCE
Ülkücü hareketin İslâmîleşmesi sürecinde, Necip Fazıl’ın şeyhi olarak bilinen S. Abdülhakîm Arvasî’nin akrabalarından olan S. Ahmed Arvasî (1934-1988) çok önemli bir rol oynamıştır. Eğitim Enstitüleri’nde yıllarca öğretim üyeliği yaparak yüzlerce öğrenci yetiştiren ve mesajlarını, öğretmen olarak yurdun her tarafına dağılan öğrencileriyle en ücra köşelere kadar ulaştıran Arvasî, ilk baskısı 1967 yılında yapılan “Kendini Arayan İnsan” gibi felsefi kitapları ve determinizm, hürriyet, hayat, akıl, bilgi, zekâ, zaman, mekân, varlık, yokluk, oluş gibi felsefî meselelerde orijinal görüşleri olan seçkin bir aydındır. Yazı ve kitablarıyla felsefenin ülkücülerin ilgi alanına az-çok girmesini sağlamış ve henüz 30’lu yaşlarının başında, 1965’de kaleme aldığı “İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri” adlı çalışma gelecekteki eserlerinin habercisidir. Ülkücü hareket üzerindeki asıl etkisini oluşturduğu, köşe yazılarını 12 Eylül öncesinde MHP’nin yayın organı olan Hergün gazetesinde “Türk-İslâm Ülküsü” başlığı altında yayınlayınca genç ülkücülerin zihniyetini, Ayvazoğlu’nun deyimi ile “Hıra dağına biraz daha” yaklaştırmıştır.[1] Arvasî, Aydınlar Ocağı’nın bir toplantısında konuşurken konferans yöneticisinin İslâmî söylemlerinden rahatsızlığını hissettirmesi üzerine söylediği: “Ben Afrika’nın ortasında dünyaya gelmiş -ve bu akla da sahip- olsaydım tereddütsüz Türk Milliyetçisi olurdum.Çünkü ben Türk Milletinin de, İslâm Âlemi’nin de mazlum milletlerinin kurtuluşunun Türk milliyetçilerinde, Türk – İslâm ülkücülerinde olduğuna ‘Amentüye iman ettiğim gibi inanıyorum..” demesi bir efsaneye dönüşmüştür.
Bu gelişmelerin çarpıcı sonucu olarak ülkücü gençler artık kendilerini, “Kür-Şad önderliğinde Çin Sarayı’nı basan kırk çeri”den birisi olmaktan, -nisbeten daha yakın dönemlerin- Türk tarihinde birçok isimde simgeleşen “Türk-İslâm Ülküsü”nün neferi ‘Alp-Eren’ olarak tanımlama noktasına evrilmişlerdir.
İslâm’a yönelen ülkücüler, Türk-İslâm Ülküsü’ne özgü vurgu farklılıklarını, Türk-İslâm Sentezi’nden kategorik olarak farklı, özgül bir sistematiğin yapıtaşları saydılar. Kendilerini “Türk-İslâm ülkücüleri” diye adlandırdılar. Böylece Türk-İslâm Ülküsü, pratik bir ideolojik ve siyasal gerçeklik kazandı. Ülkücü tabana sunulan “ülkücü kimliğini yitirmeden İslâmlaşma” imkânının çerçevesi, belirttiğimiz gibi, “Türk-İslâm ülküsü” adlandırmasıyla özetlenebilecek bir söylem ekseninde çizildi.
Ülkücü tabanda İslâm’a yöneliş sürecinde en popüler olan kaynak, 1979 yılında Genel İdare Kurulu üyeliğine seçildiği “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası”nın 21 numaralı sanığı olan S. Ahmed Arvasî’nin Türk-İslâm Ülküsü adlı kitab serisidir. Popülaritesinde her şeyden önce, yazarının 12 Eylül öncesinin kanlı ve zorlu süreçlerinde İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü öğretim görevlisi olarak “ülkücü hareketin birinci dairesi” içerisinde yer alması etkili olmuştur. Arvasî’nin 1979’da yayımlandıktan sonra birçok baskı yapan Türk-İslâm Ülküsü kitabı, ülkücü hareketin İslâmlaşma sürecinin ürettiği terminolojinin, temel teorik ve ideolojik tutumların, formüllerin el kitabı niteliğindedir.
Kitaba adını veren “Türk-İslâm Ülküsü” kavramlaştırması, İslâmlaşan ülkücü hareketin kendisini Türk-İslâm sentezinden, bu bağlamda da resmi ideolojiden ve genel sağdan ayırarak özgül siyasal kimliğini ifade etmesinin aracı haline geldi.[2] Türk-İslâm Ülküsü ‘öğretisi’nin, Türk-İslâm Sentezi ‘formülü’nden öz ve teori olarak farklı olmadığı; ayrımların salt vurgu düzeyinde ortaya çıktığı söylenebilir. Arvasî’nin “Türk-İslâm Ülküsü”nü özgül bir sistematik olarak benimseyenlerin, İslâm’ı Türk-İslâm Sentezi söylemindekinden biraz daha öne çıkardığı söylenebilir.
Arvasî, bugün bile sürdürülmeğe çalışılan Türkçülük İslâmcılık çatışmasını sona erdirmek üzere “Türk-İslâm Ülküsü”nü “Türk-İslâm sentezinden şöyle ayrıştırmaktaydı: “Bu ülkede, sun’i olarak birbirine düşman ‘güya Türkçü’ ve ‘güya İslâmcı’ cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman-Türk olarak ve tarihine yaraşır bir biçimde çıkmalıdır. Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm ülküsüne bağlı, Türklük şuur ve vakârına, İslâm iman, aşk, ahlâk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, Dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur. Din ve milliyet, zıt değerler değildir. Bu sebepten, ‘sentez’, tez ile anti-tez arasında söz konusu olacağına göre, yıllardan beri kullandığımız ‘Türk-İslâm sentezi’ yerine, ‘Türk-İslâm Ülküsü’ sözü daha uygun olur düşüncesi ile kitabımızın adını, ‘Türk-İslâm Ülküsü’ olarak seçtik. Bunu ısrarla kullanacağız. [3]
Arvasî’nin Türk-İslâm ülkücülüğünü tarif ederken, ülkücü gençlerin örnek alacağı şahsiyetleri vurguladığı şu satırlar dikkatle okunmalıdır: “Bütün ‘sahte tanrıları ve mabutları’, gönüllerden, kafalardan, zaman ve mekan köşelerinden çıkarıp atmak isteyen, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ prensibini temel ölçü kabul eden, şanlı Türk Milleti’ni ‘Allah’ın ordusu’ bilen, ‘Türk Milleti birlik, Türk Devleti güçlü olursa insanlık kurtulur, zulüm biter’ ölçüsü içinde hareket eden Türk-İslâm ülkücülerinin ‘fikir sistemi’, yüce peygamberler silsilesinin mukaddes alınteri ile ıslanmış, peygamberlik mührünü kıyamete dek elinde tutan şanlı kurtarıcımızın ve peygamberlerimizin ellerinde biçimlenmiş, O’nu takip eden muhteşem ‘Sahabi kadrosu’ tarafından ‘cihad ruhu’ ile beslenmiş, büyük veliler eliyle yoğrulmuştur. Türk-İslâm Ülkücüsü, ‘Câhid-ü Lillah’ (=Allah için savaşan)’dır. Türk-İslâm Ülküsü’nü yoğuran bu kadro ve ruhtur. Bu ruh, büyük Türk-İslâm kültür ve medeniyetinden kaynaklanmaktadır. Bu dava ve ülkünün ‘eskimediğini’, ‘modası geçmediğini’ bütün Türk-İslâm düşmanları Allah’ın izni ile idrak edeceklerdir. Türk’e ve İslâm’a ‘kefen biçenlerin’ sonu korkunç olacaktır.[4]
Yeni Bir Söylem: “Türk-İslâm Ülküsü”
Arvasî’nin “Türk-İslâm Ülküsü” tezi, Türklük ve İslâm’ı organik bir “vahdet” içinde, neredeyse özdeşleştirmeye varabilecek ölçüde bütünleştirme çabasına dayanır. Buna göre, İslâm, “medeniyetlere ve kültürlere biçim veren”, “milletleri inkâr etmeyen, aksine milleti, nitelikleri içinde tutarak geliştiren” bir “üst-sistem”dir; “Ondaki küfrü atar, ancak milli şahsiyeti korur. İslâm, kendine aykırı olmamak şartı ile ‘örfe’ (töreye) uymayı emrettiğinden milletin üslubunu yansıtır.” [5]
İslâm’ın millet varlığını, dolayısıyla milliyetçiliği meşru saydığını kanıtlamak, ülkücü hareketin İslâmlaşma sürecindeki temel meselesidir, Arvasî bu temel meseleyi, bir Kur’an ayetini referans göstererek halleder:“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.” [6]
“Seyyid” unvanı taşıyan ve bu bağlamda Hz. Hüseyin (r.a.)’in soyundan gelen Arab soyunun genetik kodlarını taşıdığı belgeli olarak bilinen Arvasî, milliyetçi hareket içerisinde yer alması ile hem dinî çevrelerin hem de kendilerini Türkçü olarak niteleyen bazı dar görüşlü kişilerin kişiliğine yönelik saldırılarından bunalmış olmalı ki, kendisini şu sözlerle savunmak durumunda kalmıştır: “Beni yakından tanıyanlar, bütün hayatımı ve çalışmalarımı Türk-İslâm Ülküsü’ne vakfettiğimi elbette bilirler. Beni bu mukaddes yoldan döndürmek için ne oyunlarla, ne tertiplere ve ne kahpeliklere maruz bırakıldığımı bir Allah bilir bir ben…”
Başka ırklara mensubiyetin sevki ile hareket eden çoğu Marksist, bazı azınlık ırkçıları yanında, bazıları da Türk Milliyetçilerine, İslâm adına (kimden yetki aldılar ise?) “putçu” diye hakaret ederek İslâm’da milliyetçiliğin olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu hakarete varan iddialara karşı güzel bir tez geliştiren Arvasî, Türk Milliyetçilerini ırkçılık ile itham eden bu art niyetlilere, İslâmî ölçülerle ırk kavramını açıklarken, İslâm’ın ırk gerçeğini inkâr etmediğini ancak bu gerçeğin istismarına karşı olduğunu belirterek İslâm’ın “biyolojik ırk “gerçeğini kabul ettiğini, ancak Batı’da bir materyalist sapma olarak ortaya çıkan “biyolojik ırkçılığı” reddettiğini söyler. Arvasî, böylece Türk Milliyetçiliğinin biyolojik ırkçılığı bir kenara bırakıp “sosyolojik soy birliği” gerçeğini ihmal etmemesini ister. Kimse biyolojik genetik mirasını, -son yazılarımda bahsettiğim genom haritasını- belirleme iradesine sahip değilken, “sosyolojik mensubiyet” tercihe açıktır. “Sosyolojik mensubiyet” bilinci, aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip insanlar arasında “kan ve soy birliği” şuurunun güçlenmesini sağlarken bu unsurlar nedeniyle genel kitleden ayrık düşenlere de kendilerini‘komplekssiz olarak’ tanımlamaları için bir kapı açar. [7]
Ülkücü Hareketteki Ehl-i Sünnet Hassasiyeti ve Tasavvufî Eğilimler
Türk tarihinde İslâm’ın algılanıp yaşanmasında bütün asırlar boyu kesintisiz olarak etkin olan tasavvufî yaklaşım ve yönelişler ülkücü harekette de değişik boyutları ile gözlenmiştir. Bu yönelişlerde Arvasî’nin ailesi nedeniyle teori ve pratiğinden haberdâr olduğu tasavvufa yönelik ilginin ana kaynaklarından birisidir. Arvasî’nin,”İslâm dininin bir mümini dıştan kuşatması ile içten fethetmesi” anlamına gelen ve ayrılmaları gaflet değilse ihanet demek olan şeriat ile tasavvufun bağdaştırılıp birleştirilmesi işini de “ancak Türk-İslâm ülkücüleri gerçekleştireceklerdir.” değerlendirmesi bu etkinin somut bir ifadesidir.[8]
Arvasî’nin aile çevresinin bütünüyle tasavvufî gelenekten geliyor olması yanında, akrabası olan Abdulhakîm Arvasî’nin eserlerinden beslenen -bu mürşide bağlılığını deklare edip bir çok eserinde aralarındaki manevî bağı dile getiren Necip Fazıl’ın da katkısı ile- bir tasavvuf yöneliş, ülkücü harekette hep var olmuştur. [9] Bu yöneliş çoğunlukla “muhib” olmakla sınırlı kalırken bazıları için bir aşama öteye taşınarak mürşid/mürid bağlamında bir ilişkiyi beslemiştir. Anadolu’nun değişik köşelerinde mütevazı irşad faaliyetini sürdüren bazı tasavvuf büyükleri de, ülkücüler arasındaki bu yönelişi karşılıksız bırakmamış ve dergâhlarını ülkücü gençlere açmışlardır. (Ülkücü gençler arasındaki tasavvufî yönelişin bugüne yansıyan sonuçlarını bu yazı serisinin son bölümüne bırakarak işaret etmekle yetiniyorum.)
Arvasî, resmî statüleri yasal olmasa bile Cumhuriyet döneminde de varlıklarını sürdürmeyi başaran İslâmi cemaatlerin dağınıklığını eleştirerek, devletin en yetkili dinî merci olarak kurguladığı T. C. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde oluşturulacak bir otorite altında ve mutlaka devlet denetiminde faaliyet gösterir olması denetiminde görmek isteyen bir yaklaşımı paylaşır: “Tek parti döneminde resmi din eğitimi olmadığı için oluşan gizli dini eğitim ağı, birtakım cemaatlerin, farklı ve hepsi iddialı dini otoritelerin türemesine, “cemiyetin paramparça olmasına” yol açmış, “yabancı etkiler ve tehlikeli din akımları da gündeme gelebilmiştir.” [10] Arvasî’ye göre İslâm dünyasında masonların bazı ‘din politikacılarını’ localarına kaydederek onlar eliyle ‘İslâm’ı, reforme ederek’ alemşümul İslâm dinini bozmak, öte yandan İhvân-ı müslimîn gibi hareketler ile de ‘İslâm’da milliyetçilik yoktur’ propagandası yapıp milletleri çökertmek ve böylece birbirine zıt görünümde, kanlı-bıçaklı ‘İslâmcı’ ve ‘Milliyetçi’ düşman kamplar doğurmak istemişlerdir.
Sünni İslâm dünyasında odaklanan bu yıkım projelerine engel olunabilmesi için, hem reformizme hem de radikal fundamentalizme karşı devlet eli ile önlem alınmasını tavsiye eden Arvasî’nin bu öneleyici tedbir isteyen tavrı bazıları tarafından Sünni totalitarizmine dayalı anti-demokratik bir tavır olarak karalanmak istenmiştir. Oysa bugün, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin saldırgan istilasına uğrayan Irak’ta, Saddam bahanesi ile Sünnî İslâm’ın bir kenara itilip mezheb ve ırk temelinde iki çıbanbaşı oluşuma yol verilmesi, Arvasî’nin hassasiyetlerinin ne kadar da doğru ve önemli olduğunun kanıtıdır.
Bugün “Türk-İslâm Ülkücülüğü”
Arvasî’nin bir yönüyle İslâm’ın akaid zeminine bir taraftan da Türk tarihinin tasavvufî seyrine uygun düşen söylemleri, -tahmin edilebileceği üzere- ülkücü gençliğin, özellikle üniversitelerde okuyan kadroları üzerinde çok etkili oldu; olmaya da devam ediyor. Ülkücü hareketin en dinamik potansiyelini oluşturan genç önderler kuşağı, “ülkücülükten sapmadan” İslâm’ın bütün boyutları ile yaşanmasının mümkün oluşunu fısıldayan bu sözleri hızla benimsediler; değişik tasavvufî gruplara yönelen birçok ülkücünün davranışının şekillenmesindeki etkili oldu. Bu etkisi ile Arvasî, ülkücüler arasında bugüne kadar yaşatılan İslâm’ı kural ve duyarlılıkları gözeten siyasal-ideolojik yapının da başlıca mimarı oldu.
Arvasî’nin önderlik ettiği İslâmî yönelim, medyatik bir çıkışla ilan edilmese de, “Türk-İslâm ülküsü söylemi ve kimliği, “ülkücü tabana yabancılaşmadan İslâmlaşılabilecek” meşru bir zemin sundu. Başta Muhsin Yazıcıoğlu olmak üzere Mamak’ta tutsak edilmiş ülkücü gençlik önderleri, genellikle Arvasî’nin yazılarından doğrudan beslenerek, ülkücü hareketin inanç ve düşünce haritasını yeniden ürettiler. İslâm’ı Arvasî’nin önerdiğinden çok daha belirleyici, öncelikli bir konuma yerleştirdiler.
Bu tanımlamalar yapılarak ülkücü kimliği İslâmlaştırılırken, bu kimliğin tarihsel sürekliliğini, misyonunu ve bağlayıcılığını yitirmemesine de elbette dikkat edildi. İslâm’ın egemenliğinin “nihai siyasal hedef” olarak benimsenmesinin, ülkücü hareketin örgüt olarak varlığını gereksizleştirdiği ve iktidar hedefini ortadan kaldırdığı düşünülmemeliydi. 1980’lerin ikinci yarısında ülkücü önderlerce gittikçe artırılan İslâmi vurgusuna rağmen, Türklüğe mutlak bir seçkin, öncü misyon yükleyen özüyle Türk-İslâm ülküsü söylemi, Türklüğün “ruhunu” temsil eden ülkücü misyonunun bekası için teorik dayanak sağlıyordu.
“Türk-İslâm ülkücülüğü” bir ideolojik/siyasî kimlik olarak oturtulmaya çalışılırken, bu kimliğin tanımlanmasında inandığını/düşündüğünü (İslâm’ı) yaşayan bilge bir rol modeli, “örnek insan” tipinin altı çizilmek zorundadır. “Aksiyonerlik ile bilgelik” kaynaşmasını öneren bu ideal-tipleme, ülkücü gençler için bir “alp-eren” olması gerektiği doğrultusundaki öğütlerde ifadesini bulmuştur.[11]
Arvasî’den Geriye Kalan Miras
Bugün geriye dönüp bakıldığında S. Ahmed Arvasî’nin söylemini benimseyen gençlerin, ülkücü söylemi ve milliyetçi düşünce geleneğini, İslâmi temelde yeniden tanımlamaya yönelişinin başarılı olup olmadığı tartışmaya açıktır. Ancak bu damarın, Arvasî’nin ebediyete intikalinden 23 yıl sonra bugün bile etkisini sürdürmesi önemsenmelidir.
_________________________________________
İletişim: http://www.hayatibice.net
[1] Beşir Ayvazoğlu, Tanrıdağ’dan Hira Dağı’na Uzun İnce Yollar, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-4, Milliyetçilik, İletişim Yayınları, 2002, İstanbul, s.576. [2] Tanıl Bora, Kemal Can, Devlet, Ocak, Dergâh -12 Eylülden 1990’lara Ülkücü Hareket- İletişim Yay. (6.baskı) İstanbul, 2000, s. 303-304. [3] S. Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü, Cild:I, “Neden Türk-İslâm Ülküsü?…”, Burak Yay., (7. Baskı), İstanbul-1994, s. 5-8. [4] S. Ahmed Arvasî, a.g.e., Cild:I, “Türk-İslâm Ülküsü’nü Yoğuranlar”, s. 9-10. Arvasî’nin bu noktada, Türk milliyetçiliğinin büyük isimlerinden H. Nihâl Atsız’ın “Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur” mısraına -içeriğini genişleterek- atıfta bulunduğu açıktır. [5] S. Ahmed Arvasî, a.g.e., Cild:I, “Türkler ve İslâmiyet”, s. 82. [6] Ayetin Tamamı: Kur’an-ı Kerim, 49. Hucurât suresi, 13. ayet: Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an-ı Kerim Meâli).Bu ayet, 1980’lerin ülkücü söyleminde, milliyetçiliğin İslâm’a uygunluğunu kanıtlamak için çok sık kullanılacaktır. [7] Milliyetçilik anlayışını gelenekte ilk kez Ziya Gökalp’in tanımladığı “sosyopsikolojik soy” tanımında tarif eden ve “Faşizmin ırkçılık anlayışı” dediği “biyolojik ırk” kavramından farklı olduğunu savunan S. AhmedArvasî, kendi milliyetçilik anlayışını ve konumunu şöyle açıklamaktadır: “Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, isterse çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimiz’in “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır.” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım.
İslâm’dan zerre taviz vermeden yepyeni kadrolar ve müesseseler ile zamanımızın bütün meseleleri, vahyin, Peygamber tebliğlerinin ve sünnet yoluna bağlı büyük müçtehitlerin açıklamalarının ışığında, yeniden bir tahlile ve tertibe tabi tutulabilir. İnanıyorum ki, hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür.
Türk milletini parçalama oyunlarına ve tertiplerine karşı durmayı, büyük bir namus ve vicdan borcu bilmekteyim. Hele bir Doğu Anadolu çocuğu olarak, doğduğum ve büyüdüğüm bölge etrafında döndürülmek istenen hain niyetlere, kahpe tertiplere karşı elbette kayıtsız kalamazdım. Şüphesiz bu oyunlar bitmemiştir ve kolayca biteceğe de benzemez. Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse, İslâm dünyası da güçlüdür. Aksi bir durum varsa, bütün Türk dünyası ile birlikte İslâm dünyası da sömürülmektedir.
Onun için diyorum ki; Türk devletini yıkmak ve Türk milletini parçalamak isteyen bölücüler yalnız Türklüğe değil, İslâm’a da ihanet etmektedirler.”
Tamamı için bkz: http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=597