Free songs
Ana Sayfa / Edebiyat / *Edebiyat / Ziya Gökalp, Din ve Tasavvuf

Ziya Gökalp, Din ve Tasavvuf

ZİYA GÖKALP,

DİN VE TASAVVUF

Dr. Hayati BİCE*

 

“Ziya Gökalp, Nakşıbendî miydi?..”

– Cumhuriyetin Kurucu Kuşağına Rahmet Niyâzlarımla… – 

Dr. Hayati BİCE

Alt başlıktaki “Ziya Gökalp, Nakşıbendî miydi?..” sorusuna bakıp “Şimdi bu da nereden çıktı?” diyeceklerin sayısının okurların çoğunluğu olacağından eminim. İnternet okurları, genellikle sadece başlığı okuyup geçer ve hatta sadece başlığı okuyup üzerine yorum yazma kerametini gösterirler. Bu nedenle bazen böylesi çarpıcı başlıklar kullanmak, rating arttırıcı bir yöntemdir; ama yazımı okuduğunuzda göreceksiniz ki, bu sorum sadece bir tıklanma avcılığı için atılmamıştır.

Son zamanlarda yazdığım yazıların, Türk/İslâm ekseninde değişik koordinatlarda duran insanlarda bir ilgi ve -alışıldık söylemleri sarsması ile yer yer- tepki kaynağı olduğunun farkındayım.[1] Geçenlerde buradan da yayınladığım -ve artık otuz yıllık yazı hayatımın ilk eseri olarak tescil ettirdiğim-“Hikmetinden Sual Olunmaz” başlıklı 1982 tarihli yazımdan bugüne yazdığım tüm yazılarda, -hatta otobiyografik romanım “Türkistan Rüyası”nda- ne yazdı isem, ilgilisine sağlam kaynakları göstermek gibi bir alışkanlığım oluştu.

Bu alışkanlığın beni çok rahatlattığını, yazılarımdaki bazı sivri tesbitlere itirazı olanları “Kardeşim, bak o yazının dibinde kaynakları sayfasına, satırına kadar göstermişim; git itirazını o kaynağa yap” deme fırsatı verdiğini ve bunun çok işe yaradığını söyleyebilirim. Okuma/yazma süreçlerinin ilk safhalarında olan genç okur/yazar ülküdaşlarıma özel sohbetlerimde de söylediğim gibi bu disiplini kazanmanın önemli olduğuna inanıyorum.

İşte bu nedenle, yazımın başlığındaki cümle ile şaşıran okurları -ve özellikle de bu yazıya kaynaklık eden eseri, tarayıcı ile kaydedip tam metninin bütün ilgililerine ulaştırılabilmesini sağlayan genç kardeşlerimi- bana yazımın başlığındaki ilginç soruyu sorduran kaynaklar ile baş başa bırakmak istiyorum.[2]

Gökalp, Nakşıbendîliği bakın nasıl övüyor?

Türk Milliyetçiliği’nin İslâm ile ilgisinin ve koparılamaz ilişkisinin pek çok kanıtı içeren Ziya Gökalp,“Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” adlı eserinin son makalesi olan “Milliyet ve İslâmiyet” başlıklı yazısında Nakşıbendîliği bakın nasıl övüyor?:

“…Şimdiye kadar bütün Müslümanlarda hâkim zihniyet şundan ibaretti: Yeryüzünde İslâm dininin şeriatına uygun yalnız bir devlet vardır ki, o da İslâm devletidir. Hakikî olarak hangi hükümetin idaresi altında bulunurlarsa bulunsunlar, bütün Müslümanların hakkıyla hâkimiyetini tanıdıkları ancak İslâm halifesidir. (…)

Cuma ve bayram namazlarında Halife adına okunan hutbeler, Hac günlerinde Arafat’taki topluluğu gösteren toplantılar siyasi bir geleceğin dinî müjdecileridir. Bu zihniyet şüphesiz ki hepimizin kalbini mukaddes galeyanlarla, ulvî vecdlerle dolduran bir ruhî haldir. Eğer kurgusal bir saadet ve dört yüz milyonluk [3] bir insanlığın hayatına kâfi gelmiş olsaydı, bu kalpteki gaye bizim için elverirdi. (…)

Görüyoruz ki, Müslüman kavimler gelecek bir saadeti ümit etmek ve beklemekle beraber yaşadıkları memlekette aşağı bir seviyede kalmaya razı oluyorlar, idaresi altında yaşadıkları hükümetler ve milletler tarafından başlangıçta dil bakımından ve iktisat bakımından, sonra da fikir bakımından ve ahlak bakımından eritilmeye razılık gösteriyorlar. Büyük bir kurtuluş beklemek iyi! Lâkin birtakım küçük, kolay ve derece derece olan kurtuluş yollan vardır ki, bunlarda muvaffak olmadan ötekine nail olmak Allah’ın sünnetine aykırıdır. Evet, genel bir kurtarıcıyı bekleyelim. Fakat Kur’ân-ı Hakîm’in “Li-küllî kavmin had” (Her kavmin kendine ait bir kurtarıcısı vardır) yüksek açıklamasının icap ettirdiği gibi, mahallî ve millî kurtarıcılara, dile, terbiyeye, iktisada, ahlaka ait kurtuluşlara niçin ümit beslemeyelim? Hrıstiyan kavimlerin ne yolla yükselme ve istiklâl yollarına gittiklerini gözlerimizle gördük. Bunlar önce dillerini millîleştirmekle işe başladılar. Bir dil bağımsızlığı, siyasi bir bağımsızlığın öncüsüdür. Bir kavim milli dilini sevmeye, millî edebiyatını bu millî dil üzerinde kurmaya başladığı anda kurtuluş vaadini almış demektir.

Dilden sonra tarih gelir. (…)

Bundan sonra da din, terbiye ve iktisat gelir. Hür, millî bir terbiye her şeyden önce millî bir dil ve tarihe, sonra da iktisadî bağımsızlık esaslarına dayanır. Ve bütün manevî feyizlerini dinden alır. Nakşıbendîlerin mühim bir kaidesi var ki, “nazar ber kadem” tabirinde toplanmıştır. Bir adamın ayağı neferlikte ise, düşüncesi mareşallik olmamalıdır. Nefer, onbaşı olmaya çalışmalıdır. Yani ayağına yakın bulunmalıdır.

(…) İslâmiyet asabiyeti, “hakikate karşı boşuna harcanan emek” tabiriyle çirkin görmüş ve yasak etmiştir. Fakat bu asabiyet kendi yakınlarını tutma, şovenlikten gaye aşiret asabiyetidir ki, hâlâ içimizde yürürlüktedir. “Benî Kâhtan” ile “Benî Adnan” tabirleri de bu çirkin görme ve yasak etmenin aşiretlere ait olduğuna bir delildir. İslâm dini yukarıda sözünü ettiğimiz âyet-i kerîmede kavmiyeti caiz gördüğü gibi, aşağıdaki âyet-i kerîme ile de arada tanışma, anlaşma olmak şartıyla kabile ve cemaatlere yani kavim ve milletlere ayrılmayı tasvip buyurmuştur: “Sizi cemaatler ve kabileler halinde yarattık ki, birbirinizle tanışasınız.” [4]

(…) Artık İslâm hükümetlerinin idaresi altında müslüman olmayan kavimler kalmadı. Hâlbuki bugün müslüman kavimlerin çoğu mahkûmiyet ve esaret halindedir. İslâm kavimler arasında ise hâkimiyet ve mahkûmiyet kayıtları olmadığı için milliyet fikri İslâmlar arasında ayrılık çıkaramaz. Tersine milliyet fikri kuvvet buldukça İslâm ümmetçiliği fikri de o derece başaklanacağı için mevcut kültürü takviye edecek ve sağlamlaştıracaktır.

“Nakşıbendîlerin mühim bir kaidesi”: ‘Nazar ber Kadem’ Ne Demektir?
İlk kez sanıyorum, 1970’lerin sonunda okuduğum Ziya Gökalp’in, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak kitabındaki Nakşıbendîlik ile ilgili satırlar, o vakitler dikkatimi çekmiş olamaz. Çünkü, fakülte sıralarında olduğum o yıllarda gerek tasavvuf ve gerekse tasavvufun pratik hayattaki bir uygulama ekolü olan Nakşıbendîlik konusundaki bilgilerim sınırlı idi. Daha sonraki tasavvufî okumalarım sırasında Türkistan’ın büyük sufilerinden Abdulhalık Gücdüvanî’nin (?-1180) sistemleştirdiği “Nakşıbendîliğin Sekiz Kuralı” arasında bu kuralı da okumuştum. [5]

Nazar ber Kadem: Dervişin -özellikle kalabalık içerisinde- yürürken, dış atmosferden etkilenmemesi, bakışlarını ve kalbini muhafaza edebilmesi için, sağa–sola, direkt karşıya değil, tevazuen önüne bakması; bakışlarını ayakucuna sabitlemesi demektir. [6]

Ziya Gökalp’in Nazar ber Kadem kuralına klasik tasavvuf kitaplardaki bu maddî izahın çok ötesine taşınan -özel ve önemli- bir manevî bir anlam yüklediği, hattâ yepyeni bir içtihada bulunduğu söylenebilir. Gökalp, ‘ayakucuna bakma’yı kişinin toplum içerisindeki yeri ve fonksiyonuna uygun hareket etmesi olarak, haddini bilmesi olarak açıklamaktadır. Günümüzde de ülkücü camianın içerisinde bulunduğu hale bu nazarla bakıldığında, “haddini bilmemek gibi bir hastalık”tan söz edilmesi haksızlık mıdır?

Haddini aşarak, önüne gelen herkes için ileri/geri hükümler savuranlara kırk gün ayakucuna bakarak yürüme cezası verebilmek keşke mümkün olsaydı… Bu küçük cezanın bile, insanların nefs terbiyesi için çok işe yarayacağından eminim.

Halvet der Encümen
Ziya Gökalp Küçük Mecmua’da yayınlanan bir yazısında da itikaf ve mutekif kavramlarını izah ederek Nakşbendiliğin bir diğer önemli esası olan Halvet der Encümen’e değinir:

“Mutekif, zahiren içtimaî hayattan, cemiyetten kaçarak münferit bir hayat yaşar. Hakikatte ise, o, içtimaî hayattan değil, ferdî hayattan kaçar. Mutekif evde, yahut çarşıda barınamaz. Çünkü bu yerler, ferdî ihtirasların, ferdî hazların hakim olduğu yerlerdir. Mutekif, ferdî mekânlar olan evden, çarşılardan, kahvehanelerden uzaklaşır, İçtimaî bir mekân olan cami yahut mescitte bir hücreye kapanır. Burada, yemekten, içmekten, konuşmaktan, uyumaktan, hatta oturup yatmaktan nefsini mahrum kılar. Hariçteki insanların en başlı mahrekleri olan bu ihtiraslar, ferdî ihtiyaçları tatmin eden ferdî arzulardan ibarettir. Mutekif bütün bu ferdî hayatlardan kaçtığı gibi, i’tikâf hücresini ziyâdan, seslerden, kokulardan da tecrid eder. Bu hareket ile, ferdî olan havasının da ferdî işlerle meşgul olmamasını temin etmiş olur. Bu teşrihler gösteriyor ki mutekif, ferdî ruhuna taalûk eden ne kadar hâdiseler varsa ruhunu onlardan tecride çalışıyor. Bir ruhtan uzviyyen ruhî hadiseler çıkarılınca, orada içtimaîyen ruhî hadiselerden başka bir şey kalır mı? Demek ki mutekif içtimaîlikten ferdiyete kaçan bir mahlûk, değil, belki ferdîlikten içtimaiyata kaçan bir mevcuttur. Şu kadar var ki bu mevcut artık içtimaî şe’niyeti haricî müesseselerde değil, kendi ruhunun derinliklerinde görür, tadar ve yaşar. Bundan dolayıdır ki bu gibilerin ıttılâ vasıtalarına mükâşefe, zevk, hal adları verilir. Bunların yaşadığı hayata da derunî hayat namı verilir.
Dinin mutekifleri olduğu gibi, ahlâkla sanatın da mutekifleri vardır. Bunlar da gerek haricî müesseselerden gerek uzviyyen ruhî hadiselerden uzaklaşırlar. Fakat bunların uzaklaşması, mutlaka maddî bir i’tikâf şeklinde olmaz. Cemiyet içinde yaşayan bir adam da, ferdî arzulara, mihanîkî kaidelere gönül bağlamazsa, bir nev’i mutekif demektir. Hatta din sahasında bile bu nevi mutekifler mevcuttur. Nakşîler’in halvet der encümen dedikleri hal bu nev’î i’tikâftan ibarettir. İşte derunî hayat insanın yukarıdaki mânevî hayat diye teşrih ettiğimiz yeni şe’niyeti kendi içinde aramasından, kendi ruhunda yaşamasından ibarettir. İnsanlarda, manevî hayat, yâni mefkûreler ve kıymetler şe’niyeti olmasaydı derunî hayat da vücuda gelmeyecekti. Fakat, derunî hayat da mevcut olmayınca, mânevî şe’niyetler bünyevî müesseselerde tebellür eden yeni bir mefkûrenin zuhuruna kadar cansız kemikler halinde kalır. Demek ki bu iki hayat birbirinin lâzım ve melzumudur. [6a]

***
Gökalp, yazı hayatının ilk yıllarında Diyarbakır’da yayınlanan Peyman gazetesinde yayınlanan “Tekkeler” başlıklı bir yazısında tasavvuf ve tarikat hayatının Hz. Rasûlullah dönemine giden köklerine işaretten sonra Nakşıbendi tarilkatının Moğol istilası sonrasında Türkistan’da nasıl bir onarıcı rol üstlendiğini şöyle izah etmektedir: “Yedinci Asr-ı Hicride Moğol istilâsı ümmet-i İslâmiyyeyi istiklâl-i siyâsiyyeden mahrum bırakmış olduğu bir sırada, Mâverâünnehir tekkeleri, gayet zengin olan vâridât-ı vakfiyyeleri sayesinde genç Temür’e mücehhez bir ordu hazırlayarak, bu hârika-i harbiyyeyi müceddit diye ortaya attılar, senelerden beri levs-i işrâkle lekelenen mukaddes vatanı, Moğol barbarlarının pençe-i tagallübünden kurtardılar. O zaman Tarîkat-i Nakşiyyenin bir cem’iyyet-i hafiyye hâlinde şevket-i İslâmiyyenin iâdesine olan hidemâtını tarih, hiçbir vakit unutamaz.” (Makaleler, I, s.85-86. Şevket Beysanoğlu’nun “Ziya Gökalp’in İlk Yazı Hayatı” kitabında verdiği bilgiye göre Bu makale, ilk kez 23 Receb 1327/27 Temmuz 1325 (9 Ağustos 1909). tarih ve 7 sayılı Peymân gazetesinde imzasız olarak basılmıştır.)

Ziya Gökalp’in olgunluk dönemi fikirlerini yansıtan ve 1922 tarihli “Dine Doğru” makalesi ise Şah-ı Nakşıbend Muhammed Bahauddin Buharî övgüleri ile doludur: “Bazı cahil kimseler evliyalığı keramet göstermekten ibaret sanırlar. Kerametten maksat, insanların ruhunu fevka’l-ahlâk bir mertebeye, melekâne ahlâk dediğimiz dereceye yükseltmekse, bu daima evliyadan sâdır olan bir şeydir; fakat, maddiyat sahasında birtakım harikalar göstermekse, evliya mertebesinde bulunanlar hiçbir zaman bu gibi şeylere tenezzül etmemişlerdir. Tasavvufî bir menkıbe vardır ki bu hakikati bize daha canlı bir surette gösterebilir: Şah Nakşıbend’e bazı müritleri sormuşlar ki: “Sair şeyhler müridine keramet gösterirler. Sen bize hiç keramet göstermiyorsun?” Şah Nakşıbend buyurmuş ki: “Kerametten ne çıkar? Mucize bin kat kerametin fevkindedir. Mucizeye gelince, bunun da en büyükleri Hazreti İsa’dan sâdır olmuştur. Fakat, dikkat ediniz ki o, ölmüş cesetleri diriltiyordu, ben ise ölmüş ruhları diriltiyorum.” (…)  Şah Nakşıbend ölmüş ruhları dirilttiğini söylüyor ki, bugünkü ruhiyat tecrübeleriyle de sabit olmuş bir hakikattir. Fakat, Sultan-ı Enbiya olan Peygamberimiz, badiye Araplarını amik bir cahiliyetten en yüksek bir hars ve medeniyete yükselttiği gibi, zuhurundan yüz sene geçmeden neşrettiği din, dört yüz milyonluk büyük bir insaniyetin İçtimaî ve ferdî nâzım ve mürebbisi oldu. Fahr-i Kâinat’ın bu kadar içtimaî ve ferdî ruhları az zamanda cahiliyet sâfilininden hikmet ve mülkiyet illiyyinine yükseltmesi en büyük bir mucizedir. Şah Nakşıbend gibi muhterem evliyanın ölmüş ruhları diriltmesi, bu büyük mucizeye nisbetle, ancak keramet derecesinde kalır.” (Makaleler, VII, s.21-27, «Musahabe», Dine Doğru, Küçük Mecmua, Sayı : 5 (3 Temmuz 1922), s. 1-7.)

Gökalp’in İslâmî Kültürü
Bugün ortalama bir milliyetçi-muhafazakâr Türk aydını için, Ziya Gökalp’in İslâm ile ilişkisi -en hafif terimi ile- sorunlu olarak ifade edilir. Bu olumsuz düşüncede herhalde en etkili olan unsur, “Türkçe ezan” konusunda yazdığı meşhur beyit olmalıdır.[7]

İşte bu yüzden, Gökalp’in, Nakşıbendîlik hakkında, Nakşıbendîliğin bir kuralı hakkında yorum yapabilecek kadar yetkinlikle, bilgisi olması beni de şaşırttı doğrusu…

Gökalp’in kendisinin hazırladığı bir belgede (1910 yılında Selanik’te Ziya Gökalp İttihat ve Terakki Genel Merkezi yöneticisi iken açılan “İttihat ve Terakki İdâdisi”nde, kendi teklifiyle, memleketimizde ilk defa ders programlarına konulan «İlm-i İçtimâ’» (Sosyoloji) dersinin hocalığına başlarken, Maarif Müdürlüğü’ne verdiği hal tercümesi) kayda giren “tasavvuf kitaplarını dikkatle incelediği” hakkındaki ifadesi dikkate değerdir. [8]

Bir yazısında da tasavvufun toplum içerisindeki yerini çok net bir tablo olarak tarif eder: “Fıkhın umumî zâhitlik nazariyesine karşı menfî bir surette ayaklanan bu şahsiyetin müspet şeklini de hakikî mutasavvıflarda görüyoruz. Tasavvufun bugünkü şekline bakarsak, onun da gelenekçi mahiyet almış olduğunu görürüz. Halbuki hakikî tasavvuf, şekilciliğe, kelimeciliğe, âyinciliğe karşı dinî coşkunluğun, dinî vicdanın müspet bir surette karşılık vermesidir. Çünkü, mutasavvıflar, fakihlere yalnız ehl-i kal demekle yetinmediler; dinin hâllerini yaşamağa, zevklerini tatmağa da muvaffak oldular. Bir Muhiddin Arabi, bir Bayezid Bistâmi, Celâleddin Rumî, Ebü’l-Alâ’lar, Hayyâm’lar gibi yalnız menfî bir şahsiyete değil, aynı zamanda müspet bir şahsiyete de sahip idiler. Bununla beraber, tasavvufta ileri gelenlere mahsus bir ruh hâli olduğundan, mevcut sosyal buhranı herkes için kesin bir surette hâl etmiş olmadı.”  [9] Bu isimlerden Muhyiddin ibn Arabî, Ziya Gökalp’in çok ismini andığı sufîdir. Arabî için yazdığı müstakil bir makalesinden anlaşılacağı üzere “vahdet-i vücud” nazariyesine epeyce kafa yormuştur. [10]

“Altın Destan” adlı eserindeki kavramlar arasında “Kırklar”ı  açıklarken şimdiye kadar hiç bir tasavvufî kaynakta değinilmemiş bir hususa dikkat çekerek ünlü sufî İbrahim Edhem’in bir Türk hakanı olduğunu savunmuştur: “Türkler eskiden beri mutasavvıf idiler. Denilebilir ki tasavvuf Türklerin millî mezhebi idi. Zaten mutasavvıfenin pîri olan İbrâhîm Edhem hazretleri Buhara cihetinde bir Türk hükümdârı iken tahtını-tâcını terk ederek Hicâz’a gitmiş ve sonra Şam’a gelerek bir bağ bekçisi olmuştu. Tasavvuf bu zatla inkişaf etti. Türk erenlerinden kırk kişinin, manevî hayatı idare ettiğine itikad olunurdu ki bunlara “Kırklar” nâmı verilmiştir.[11]

İnsan telâkkisinde din ve tasavvufun rolünü  şu şekilde değerlendirir: “Terbiye nokta-i nazarından en faydalı olan âmil, din’dir. Zira, dinin telâkkisine göre, ruh, bütün kemallerin camii olan ulûhiyetin bir nefhasıdır. Ruh da hem hür bir irade, hem de fazilet mükellefiyeti vardır. Bu mükellefiyetin müeyyidesi olmak üzere uhrevi bir mesuliyeti de var. İnsan, aradığı ekmel fazileti, ekmel hürriyeti, ekmel adaleti bu maddiyat âleminde bulamasa da bu mefkûrelerine, mev’ut uhrevî bir hayatta ulaşacaktır. Bu itikatlar, hep insanın ruhunda âlî temayüller uyandıracağı için faydalı kuvvet- fikirlerdir. Tasavvuf da ruhu yükselten bir âmildir. Çünkü tasavvufa nazaran ruhta, hatta ilahî bir mahiyet bile mevcuttur. Mutasavvıf, evliyalık derecesine kadar çıkabilen bir saliktir.[12]

Gökalp’in Nakşıbendîliğe  İlgisinin Kaynağı Ne Olabilir?

Ziya Gökalp’in Nakşıbendîlik ilgisine ilişkin bir ipucu bulabilir miyim diye hayat hikâyesine, sınırlı kaynaklardan baktığımda, genç Mehmed Ziya’ya ilk İslâmî derslerini veren amcası “Diyarbekir müderrislerinden Hacı Hasib Efendi” ismi ile karşılaştım. Bir yerde de Gökalp’in gençliğinde incelediği İslâm literatüründen ilm-i kelâm ve tasavvuf alanına özel ilgisinden söz edilmektedir. Konu ile ilgili araştırmacıların Gökalp’in amcası Hasib Efendi’nin tasavvuf ile ilişkisi konusunda net bir tesbiti var mıdır? Bilmiyorum ama; Gökalp’in İslâmî bilgilenmesinde önemli rolü olan bu amcanın, bir Nakşıbendî mürşidi olduğunun ortaya çıkması benim için sürpriz olmayacaktır.

Bu öngörümün kaynağı, Osmanlı’nın bütün tarihi boyunca ve Gökalp’in eğitimini sürdürdüğü son dönemi de dâhil Osmanlı müderrislerinin, âlimlerinin, ve hatta devlet adamlarının pek çoğunun kendi uzmanlık alanlarındaki yetkinlikleri dışında tasavvufî bir kimliğe de sahip olduklarını bilmemdendir. [13]

“Ziya Gökalp Nakşıbendî miydi?..” sorusunun yanıtına gelince; bu konuda olumlu/olumsuz bir şey söyleyebilmem mümkün değildir. Bu soruya net bir yanıt verebilmek için tasavvufî anlamda biat ettiği bir mürşidin ve dâhil olduğu tarikat silsilesinin varlığını bilmek gerekir.

Ancak Ziya Gökalp’in sağlam bir tasavvufî kültüre ve bilhassa Nakşıbendî pratiğine vâkıf olduğunu Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak kitabında yer alan -ve yukarıda verdiğim- ifadeden yola çıkarak söyleyebilirim. Gökalp tasavvufî kültüre o kadar kafa yormuş olmalı ki, Nakşıbendîliğin teorik bir esası olan Nazar ber Kadem’i gelenekteki yorumun ötesinde bir içeriğe kavuşturma girişiminde bulunmuştur.

Gökalp’in Türklük ve İslâm arasında bir uyuşmazlık olmadığını ileri süren uzlaştırıcı yaklaşımı göz önüne alındığında Nakşıbendîliğin bir kuralını düşüncelerine dayanak yapması anlaşılabilir. Hattâ Gökalp, milliyetçilik ve İslâmcılığın, Batı felsefesiyle de uzlaşabileceğini öne sürer. Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak arasındaki geçişliliklerde Gökalp, ideolojik formülündeki üç öğe arasında herhangi bir uyumsuzluk olmadığını, tersine bunların birbirini tamamlayıcı olduklarını ileri sürmekle birlikte; gerçekte, imparatorluğun sona eriş süreci içinde, din etkeni de giderek önemini yitirecektir.[14] Gökalp’in ölümünden sonra gerçekleştirilen ve sonuçta Türk toplumunu dinî değerlerinden uzaklaştırmaya yönelen devrimleri görse idi nasıl bir tavır takınırdı sorusunun yanıtını verebilmemiz mümkün değildir.

Son Osmanlılar’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Devredilen Kadrolar ve Günümüz
Nakşıbendîlik denilince unutamadığım bir anım da askerlik sırasında verilen ideolojik eğitimde Nakşıbendîliğin nasıl tanımlandığıdır. Yedeksubay asteğmen olarak yaşadığımız temel eğitim sürecinde aldığımız teorik derslerden birisi de “İKK” olarak kodlanan ‘İstihbarata Karşı Koyma’ dersi idi. Bu dersi bzie anlatan istihbaratçı muvazzaf subay, ülkemiz için sözkonusu tehditleri sayarken irticaî tehditleri de sıralamış ve bazı grupları da özellikle vurgulamıştı. Nakşıbendîlik tehlikesi konusunda gösterdiği slayttaki tek cümle imla hataları ile birlikte şöyle idi: “Nakşıbentlik Buhara’da Bahattin tarafından kurulmuştur.”

“Bahattin” kimmiş?, Ne zaman, nerede yaşamış? Ne zaman Cumhuriyet için tehdit haline gelmiş?.. “Buhara” neresi imiş?”  Emin olun, bu sorular sorulacak olsa, ilgili slayttan, bu beş kelimelik Nakşıbendî tehdidini okuyup geçen istihbaratçı subayın verebileceği tek bir yanıtı yoktu.

Cumhuriyetin kurucu ideologu kabul edilen Ziya Gökalp’in (1876-1924) derin Nakşıbendîlik yorumunu okurken o günkü tabloyu, istihbaratçı subayın, çoğunluğu doktor asteğmen adaylarına gösterdiği o komik slaytı hatırladım ve acı acı gülümsedim. 1918’de Nakşıbendîliğin bir kuralını hayat düsturu olarak sunan Cumhuriyet ideologu Ziya Gökalp’ten, 1991’de yedeksubay doktor eğitiminde karikatürize edilmiş bir tehdit figürüne dönüştürülmeğe çalışılan Nakşıbendîliğin kurucu Pîri Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahaeddin Buharî (1317-1388) hazretlerine… Ne sefil bir alçalış; ne vahim bir irtifa kaybı…
***
1991 yılında Cumhuriyet öncesi dönemden, son Osmanlılar’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilen kadroların bu türden sürprizlerine alışık olmak gerek… İstiklâl Marşı şairi Mehmed Âkif’in Çanakkale Savaşı’nın en güzel destanını yazarken, Teşkilât-ı Mahsusâ görevi ile Arabistan çöllerinde olduğunu öğrenmek gibi…
Osmanlı’nın son kuşağının destansı hayat hikâyelerini içeren kitabları işte bu yüzden önemsiyorum ve severek okuyorum…
________________________________________________________

(*) Dr. Hayati Bice, 10 Haziran 2020 günü yaptığı tez savunması ile “İlahiyat/Tasavvuf Doktorası”nı tamamlamıştır.

İletişim: hayatibice@hotmail.com

[1] Yazılarım ile ilgili bazı eleştirileri içeren yazılardan, genellikle ilgili yazıyı gören ülküdaşlarımın link göndermesi ile haberim oluyor. Bu yazılar ile ilgili polemik tarzı bir tartışmaya girmenin faydasızlığı konusunda bazı değerli dostlarım ile yaptığım istişarede oluşan mutabakata uyarak; kimse ile polemiğe girmeden söyleyeceklerimi eğip bükmeden yazmağa devam edeceğim. Sonuçta yazdığım yazıların arşivi, herkesin gözü önündedir. Yazılarımda bahsedilen kişi ve olaylar ile ilgili “maddî yanlışlıklar” var ise; hiç yüksünmeden düzeltme sözü veririm. Yorumlarımın tartışılmasını ise fikir özgürlüğümün kısıtlanması olarak algılamam kaçınılmazdır. Söyleyecek sözü olan var ise, internet ortamının sağladığı imkânlar sayesinde “yerim dar” diyebilme mazereti kalmamıştır. (Yazılarımın ekindeki FOTOGALERİ kısmında yazı ile ilgili pek de kolay erişilemeyecek görüntüler yer almaktadır. Bu yazımın ekindeki tarihî gravürler, Amerikan seyyah Schuyler’in bir asırdan fazla süre önce kaleme aldığı Türkistan Seyahatnamesi’nden alınmıştır.)

[2] Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak; Bordo-Siyah Yay., İstanbul, 2010 ; s.99-103. Yazıda kaynak olarak gösterilen makaleyi çok küçük bir kısaltma ile aynen verdim.  Eserin internet ortamına aktarılmış dijital ve tam bir örneğini http://www.mediafire.com/?j3vca2xlszaqwc8 adresinden indirip okuyabilirsiniz.

[3] Kitabın basıldığı 1918 tarihinde yeryüzünde müslümanların sayısı 400 milyon olarak tahmin ediliyordu. Bugün bu rakamın 1,5 milyar olduğu tahmin edilmektedir.

[4] Ayetin Tamamı: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır.”Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an-ı Kerim Meâli, 49. Hucurât suresi, 13. ayet).

[5] Türkistan tasavvufunun temel eserlerinden Reşahat kitabında bu esaslar, Farsça tamlamalardan oluşan terimler şeklinde şöylece açıklanır: 1.Huş der Dem: Her an Hakk huzurunda oluşu anlatan uyanıklık,2.Nazar ber Kadem: Gözün ayakucuna bakması,  3. Sefer Der Vatan: Vücud ülkesinde seyretme. 4. Halvet der Encümen: Toplum içersinde Hakk ile olma, 5.Yâd-ı Kerd: Dil ve kalp zikrini birleştirmek,  6. Baz-ı Keşt: Maksadın sadece Allah olması, 7. Nigâh-ı Daşt: Kişinin hatalarını kendisinin denetlemesi, 8.Yâd-ı Daşt: Allah’dan haberdar olma.

[6] Bu kuralın konulmasının neden gerektiğini izah için klasik eserlerde bazı açıklamalar yapılmıştır: Kalb, gönül, gözün bakışından, bakıp gördüklerinden etkilenir. İnsanın bakışları, görülmek istenmeyene yönelip sınırı aşabilir. Sufi, böyle bir durumda, hem kalbine; hem de gözüne ve dolayısıyla bakışına sahip olmaya dikkat eder. Oysa, nakşıbendîliğin pratiğindeki kalbî zikirde, kalbin gafletten korunması gerekir. Eğer bakış, kontrol edilmezse, kalbî zikrin dış etkilerle, yani gözün gördükleri ile sekteye uğraması kolaydır. Mü’min zaten yürürken tevazu içerisinde, kibirlenmeden, sağa-sola bakmadan yürür. Hz. Rasûlullah (s.a.v)’ın da, yürürken, hafif öne eğildiği, sağa-sola bakmadan genellikle önüne bakarak yürüdüğü kaydedilmiştir. Nakşıbendîlikteki bu esas, kalbin dış etkenlerden muhafazasını sağlamak içindir ve bu sayede, derviş, kalbî zikrinde devamlılık kazanır ve dış etkenlerden etkilenerek zikrullahı terk etmez.

[6a] “Musahabe”, Manevî Hayat ve Derunî Hayat, Küçük Mecmua, Sayı : 10 (6 Ağustos 1922), s. 1-6.
(Makaleler-VII)

[7] Gökalp’in müslümanlar nezdinde olumsuz algılanmasının nedeni olan kıta şöyledir:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duânın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur.
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!..

Öyle ki, Gökalp’ten üç satır okumamış olan ‘bazı İslâmcılar’ bu kıta nedeniyle, işi kendisini tekfir etmeğe kadar vardırırlar. 1995 seçimlerinde milletvekili adayı gösterilen E. Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral’ın“Ezanı Türkçe okutacağız” hezeyanınının kritik bir seçimde MHP’nin baraj altında kalmasına yol açtığını herkes hatırlayacaktır. Bu konu bu ülkenin insanları için dokunulmaması gereken bir hassasiyet unsuru haline gelmiştir. Bu nedenle, cumhuriyetin kuruluş döneminde düşünce planında konuşulup tartışılabilecek Ziya Gökalp’in bu mısraları, bugünün Türkiye’sinde bir tabu haline gelmiştir.

[8] “Baytar Mektebi’nde ulûm-i tabi’iyyeye mahrem olduktan sonra ulûm-i içtimâiyyeye merak etmiş, psikoloji ve sosyolojiye dâir birçok kitablar okumuştum. Menfâ hayatında mütâleadan başka bir medar-i teselliye mâlik olmadığım için, bir tarafdan ulûm-i tabii’iyye ve fenn-i tıbba, diğer taraf dan ilm-i rûh, ilm-i içtimâ, mâba’de-t-tabii’iyye ve fenn-i terbiyye gibi ulûm-i felsefiyyeye dâir fransızca kitablar celb ederek tetebbu’âtle meşgul oldum. Farsî ve Arabî lisanlarına da vukufum olduğundan, ulûm-i cedide hakkındaki tetebbu’âtımı âsâr-i İslârniyye mutâleasıyla tehzîbe gayret ettim. Fransızca lisanında yüzlerce cild kütüb-i ilmiyye ve felsefiyyeyi anlayarak mutâlea etdiğim ve ıstılahatın mııkaabil-i -tamlarını bulmak için kütüb-i kelâmiyye ve tasavvufiyyeyi de nazar-i tetebbu’dan geçirdiğim için, tercümede iktidar-ı kâfiye mâlikim. Fakat, tekellüm ve tahrîrle uğraşmadığım için, o cihetlerdeki bızâ’am nâkısdır. Farsî’yi bütün gavâmıziyle, Arabi’yi mehmâemken bilirim. Çağatay ve Azerbaycan Türkçeleri hakkında tetebbuâtım, gazetelerde bazı ilmî ve edebî makaaleler yazmış isem de, kitâb suretinde matbu’ bir eserim yoktur.” (Kaynak: ZiyaGokalp’in Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Âile Mektupları, Haz. Ali Nüzhet Göksel, s.73-74)

[9] Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, MEB Yay., s.293-294; Yeni Mecmua, Birinci Cilt, Sayı: 6. S. 102 – 105. 16 Ağustos-1917.

[10] Ziya Gökalp, Muhiddin Arabi, Makaleler-II, s.14-20; Genç Kalemler, C:II, Sayı:4, s.61-64.,

[11] Ziya Gökalp, Makaleler-II, s.58; Altın Destan ve Açıklaması, Genç Kalemler, C:III, Sayı :14, s. 40-47.

[12] Ziya Gökalp, İnsan Telâkkisi, Makaleler-II, s.69; “Musahabe”, Küçük Mecmua, Sayı : 13 (26 Ağustos 1922), s. 1-4.

[13] Son Osmanlı sultanlarından II. Abdulhamid’in Şazelî, IV. Mehmed Reşad’ın Mevlevî tarikatından oldukları hakkında onlarca kaynak vardır.  Cumhuriyet döneminin en önemli müfessiri Elmalılı Hamdi Yazır ile Gazi Mustafa Kemal’in değişmez Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da Nakşıbendî mürşidi Küçük Hüseyin Efendi müridi oldukları önemli kaynaklarda rivayet edilmiştir.

[14] Ziya Gökalp’in hayat hikâyesi ve tezleri konusunda derli toplu bir çalışma için bkz. Kerem Ünüvar, Ziya Gökalp, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-4, Milliyetçilik,  İletişim Yayınları, 2002, İstanbul, s.28-35.
***

GÖKALP’in tasavvuf değerlendirmesi ve Şah-ı Nakşbend için övgüler içeren iki makalesinin ilk sayfaları. 

 

 

 

Hakkında editor

Yoruma kapalı.

Yukarı Kaydır