“Tarihdaşlık”: Sınırlı Alanda Utangaç Bir Panislamizm
Dr. Hayati BİCE
Dışişleri Bakanı olarak kısa sürede Bakanlar Kurulu’nun en tanınan ismi haline gelen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun kamuoyunda parıltılı bir imajı olduğu söylenebilir. Önceki yazımda ayrıntıları ile vermeğe çalıştığım Türk Ocakları’nın sempozyumunda yaptığı konuşma hakkında değerlendirme ve eleştirilerimi bu yazımda dile getirmek istiyorum. Öncelikle Davutoğlu’nu bir siyaset erbabı olarak değil hâlâ bir akademisyen, namuslu bir Türk aydını olarak gördüğümü belirtmek isterim. Siyaset erbabının bulunduğu zemine ve zamanın kuvvetle esen rüzgârlarına göre konuştuklarına, bugün söylenilen ertesi gün tersinin yapıldığına bu ülke insanı çok sık tanık olduğu için bu istisna parantezinin önemi büyüktür.
Bu nedenle bahsedilen konuşmasında Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye’ye tarihdaşlık ekseninde çizdiği yeni ufuk tartışılmalı ve ne kadar gerçekçi veya ütopik olduğu sorgulanmalıdır.
Panislamizm (=Müslümanbirlikçilik)
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun “tarihdaşlık” söyleminin anlaşılması için öncelikle ‘panislamizm’ ile arasındaki farkların belirlenmesi gerekir.
Panislamizm kavram olarak dünya üzerinde yaşayan ve İslâm inancını paylaşan tüm insanların siyasi birliğini hedefleyen bir terimdir. Osmanlı’nın son yüzyılında özellikle II. Abdulhamid Han döneminde devletin güçlendirilmesi için panislamist bir politika izlendiği söylenebilir. Bu politikanın en somut tezahürü Doğu Türkistan’daki Kaşgar’dan Balkanlardaki Mostar’a kadar geniş bir coğrafyada okunan Cuma namazlarında hutbede Osmanlı sultanının isminin “halife-i rûy-i zemin” olarak anılması olmuştur. Bunun siyasi karşılığının olup olmadığı veya bir siyasi karşılığı varsa bunun ne olduğu tartışmalıdır.
Hilafetin saltanata dönüştüğü hicretin ikinci yüzyılında itibaren yekpare bir İslam devleti de söz konusu olamamıştır. İslam’ın Araplardan başka kavimler –bu arada Türkler- arasında da yayıldığı tarihin son bin yıllık süreci boyunca siyasi planda gerçekleştiğine tanık olunmayan bir ütopya olarak fikir çevrelerinde konuşulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi egemenliği altında birleştirdiği 16. yüzyıl dünyasında bile İslam inançlı toplulukların durumu bile bu kavramın içini dolduramamıştır. Çünkü bırakın daha uzak coğrafyaları Osmanlı’nın hemen doğusundaki sınırdaşı Safevi devleti tebaası müslümanlarla bile siyasi bir birlik altında birleşilmesi söz konusu olmamıştır.
Osmanlı’nın son döneminde Kafkasya ve Dağıstan’da Çarlık Rusya’sının vahşi istilâsına karşı tam 25 yıl ölümüne direnen Şeyh Şamil önderliğindeki müslümanların silah-teçhizat yardımı feryadlarına duyarsız kalan Sultan Abdulaziz Han devri Osmanlı bürokrasisinin panislamizmin gereği olan bir dayanışma duygusundan habersiz olduklarının çok belirgin bir örneğidir. [1]Yine de teorideki İslam kardeşliğinden pratik bir sonuç çıkartmak isteyen çabalar da sergilenmiştir. Bunun Osmanlı’nın son yıllarında gerçekleşen en bilinen örnekleri Libyalı bir tasavvuf mürşidi olan Şeyh Ahmed Senusî’nin Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek üzere Anadolu’da verdiği vaaz ve hutbelerde sergilenmiştir.
İngilizler başta olmak üzere Batılı emperyalistler panislamizmin başta Hindistan olmak üzere kendi sömürgecilik planlarına vereceği zararı görerek bu inanç birliğini sabote etmeğe yönelik teorik ve pratik karşı politikalar geliştirdikleri bilinmektedir. Bu stratejinin bugüne kadar etkileri uzanan ve halen de İslam coğrafyasında sancılı süreçlerin yaşanmasına yol açan sonucu Arabistan’daki bedevî kabileler arasında daha sonraları vehhabilik olarak adlandırılan püritan ve reaksiyoner bir İslami hareketi Osmanlı’nın öncülüğünü yaptığı geleneksel İslâm’a karşı desteklemeleridir.
Hele son yüzyılda İran’da Ayetullah Humeyni devrimi ile Şia’nın yeni bir siyasi atılım yapması, selefi İslam akımlarının El-Kaide adlı örgüt etrafında global bir network oluşturması gibi olgular dikkate alındığında siyasî anlamda bir panislamizmin somut ortamının ortadan kalktığını söyleyebiliriz.
‘Tarihdaşlık’ Bir Tür ‘Panislamizm’dir Denilebilir
Dünyayı ve özellikle Malezya’dan Somali’ye İslâm âlemini henüz Dışişleri Bakanı olmadığı dönemde de iyi tanıyan bir aydın olarak Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, “akademik literatürden siyasi literatüre ithal etmek istediği ve kültürel bir bağ olarak tarif ettiği bir kavram olan ‘Tarihdaşlık’ kavramı” ile Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya’yı Anadolu etrafında oluşacak bir birlik/beraberlik projesinin muharrik gücü haline getirmek istediğini belirtmiştir. Bir bilim dergisine yazılacak bol referanslı bir makale için orijinal bir yorum sayılabilecek bu istemin reel dünyada hiçbir karşılığı yoktur.
Ahmet Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan anayasal vatandaşlık kapsamında yorumlanan Türkkavramını da ‘tarihdaş’larımızı da kapsayacak şekilde “müslüman” olarak yorumlamak eğilimindedir. Teorik olarak çok zayıf olan bu yaklaşım, bu ülke insanlarından -hem de etnogenetik yönden Türk olan bazılarının- kağıt üzerinde bile İslam’a izafet ile tanımlanmak istemedikleri, ateist olduklarını kayda geçirmek istedikleri ortada iken bu tam bir zorlama olur. “Türk” kavramını etnik içeriğini boşaltarak bir kültürel kavram haline getirmeğe Türkler razı olsa bile sormak gerek eski topraklarımızın sâkini olan müslüman kardeşlerimize; böylesi bir Türk tanımına girmek isterler mi?
Davutoğlu’nun özellikle “tarihdaşlık” kavramı ekseninde seslendirdiği görüşlerini Panislamizm olaraktanımlamak için yeterince veri sözkonusu konuşmada vardır. Klasik anlamı ile panislamizmin bugünün dünyasında bir karşılığının olmadığını fark edecek kadar zeki bir insan olan Davutoğlu’nun “tarihdaşlık” ortak paydasında tanımlamak istediği birlik düşüncesini utangaç; sınırlı bir Panislamizm olarak adlandırıyorum. [Aslında bu terimin en gerçekçi karşılığının adını Psödo-Panislamizm (=sahte müslümanbirlikçilik) olarak koymak gerek ama okurun kafasını bu yabancı terimlerle iyice karıştırmak istemem.]
İşin trajik bir yönü ise bu Neo-Panislamizm de denebilecek bu görüşlerin tarihen Pantürkizm’in teorik/fiilî merkezi olan Türk Ocakları’nın bir toplantısında dillendirilmiş olmasıdır.
Sayın Davutoğlu’nun kendisine atfen basında çıkan Yeni-Osmanlıcılık, ‘Neo-Ottomanist’ söylemlerinden rahatsızlığını biliyorum. Bu nedenle bulunduğu makamın hassasiyetleri nedeniyle yalanlamak zorunda kaldığı bu yakıştırmaların bir adım ötede Panislamizmin yeni bir versiyonu olarak değerlendirilmesi kaçınılmazdır; nitekim bazı Batılı basın/yayın organları bu yaklaşımın adını tam da bu şekilde koymuşlardır. İsmine ne denilirse denilsin -Neo-Osmanlıcılık veya Panislamizm- bu ütopyanın dünyanın zaman kesitinde hayâlötesi bir karşılığı olduğu kabul edilmelidir.
Osmanlı’nın en geniş sınırlarına sahip olduğu dönemdeki topraklarda bugün 20’den fazla ‘bağımsız ülke’nin bayrağı dalgalanmakta iken Neo-Osmanlıcılık hayâli kurmak isteyenlerin varlığına tanık olmak hayret vericidir. Bu sözlerimi “Ne yâni Müslümanların birliğini istemiyor musun?” diye saptırmak isteyenlere İslâm ülkelerinin “her anlamda işbirliği”nin başka şey, tek bir yönetim altında “siyasi birlik” teşkilinin başka şey olduğunu söylemekle yetineyim.
Hangisi Daha Uzak Bir Hayâl: Pantürkizm mi, Panislamizm mi ?..
1923’den sonra Ziya Gökalp’in Turancılık/Pantürkizm rüyamızı “uzak bir mefkûre” olarak Kaf dağının arkasına atmasını dahi hazmedemeyen bir insan -hadi itiraf edeyim iflah olmaz bir pantürkist- olarak Davutoğlu’nun söylemini “çok-çok uzak bir hâyâl” olarak nitelemek zorundayım.
Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecini engellemek için Said Halim Paşa, Mehmed Akif Ersoy giib bazı aydınların “Bir ümid ışığı oluşturabilir miyiz?” güdüsü ile sarıldığı panislamizmin bir işe yaramadığını Mehmed Akif’in Safahat’ındaki şiirlerinin kronolojisine bakarak çıkartmak mümkündür. 1912’de Balkan Savaşı öncesinde milliyetçiği “davâ-yı kavmiyyet” olarak adlandırıp lânetleyen Mehmed Âkif’in Kurtuluş Savaşı sürecinde bugün bile Türk milliyetçiliğinin temel metinlerinden birisi olan İstiklâl Marşı’nın iki yerinde Türk ‘ırk’ına atıfta bulunması dahi bunu kanıtlamak için yeterlidir. [2]
İslâm dünyasını en az Davutoğlu kadar yakından tanıyan Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın adeta feryâd edercesine söyledikleri müslümanların dünya üzerindeki halini ve Türklerin tasavvufî İslamî yaklaşımının tehdit altında olduğunu çok iyi yansıtmaktadır: İslam dünyasının genelinde artık çok fazla ilkelliklerle karşılaşıyoruz. Müslümanlar adına bunları gördüğümüz zaman gerçekten artık rahatsız olmaya başladık. (…) Severek yapılan ibadet anlayışını muhafaza etmemiz lazım; çünkü elimizdeki son üst düzey din perdesi budur. Bu da giderse biz El-Kaideleşiriz. El-Kaideleşirsek de bizi tahrib etmeleri bölüp parçalamaları çok kolay olacaktır. [3]
Diğer yandan Irak’ta bugün en önemli güç haline gelen Şia eğilimli müslümanların öne çıkartılması ile İslam dünyasında Sünni egemenliği döneminin kapanıp Şia hükümranlığı dönemininin açıldığını sevinç ile kaydeden Veli Nasr’ın sözlerini nasıl hazmedelim? Bugün İran’ın sadece mezhep güdüleri ile Suriye’deki Baas yönetiminin arkasında durduğu bilinirken hangi İslam birliğinden söz edilebilir ki…
Bütün bunlar ortada iken nerde ise 100 yıldır Türk milliyetçilerini “pantürkist” olarak gerçekleşmesi imkânsız hayâllerin tutsağı olarak suçlayan İslâmcı siyasetin haline gülmek mi lazım ağlamak mı? Karar sizin.
“Nizâm-ı Âlem İçin Ülke Bölmek Caiz midir?”
Fatih Sultan Mehmed zamanında verilen bir fetva kapsamında kayda giren ve adına “Nizâm-ı Âlem”denilen bir dünya nizamı geleneği içinden geldiğimizle övündüğünü anladığım Davutoğlu, aynı Fatih’inİstanbul’un fethinin “evliyaullah duası bereketi ile nasib oldu”ğunu söyleyen hemdemine söylediği “Lala, şu kılıcın hakkını da unutma” ikazını da bildiğini sanıyorum. [4] Fatih’in sözlerine atıfta bulunarak söylemek istediğim şu ki, global ölçekte bir dünya haritası değişikliğine yol açacak söylemleri dillendiren devlet adamlarının arkasında bu emeli ikame edebilecek kudrette maddi güç te hazır olmalıdır. Bilhassa ülkesinin bin yıllık topraklarından bir kısmı hainane tuzaklarla kopartılmağa çalışılan bir ülkenin Dışişleri Bakanı iseniz, daha da dikkatli konuşmak zorundasınız… Bunu siyaset bilimi alanında mükemmel bir kariyeri olan bir insana hatırlatmak bana zor gelse de hatırlatmak zorundayım.
Geçtiğimiz on yıl içerisinden Irak’tan Afganistan’a İslâm coğrafyasında akıtılan kanın hesabını tutabilen var mı? Ya şu son yıl içerisinde ise Tunus’tan Suriye’ye kotarılan halk hareketlerinin maliyetini kim, nasıl ödeyecek? Libya’nın kaliteli petrol yatakalrı üzerinde Batılı emperyalistlerin petrol şirketlerinin paylaşım hesapları TV haberlerine bile yansımışken “romantik takılmak” aynı sürece kolayca sokulabilecek bir ülkenin Dışişleri Bakanı için lüks ötesi bir durumdur.
Bunlar bir yana, Davutoğlu’nun konuşması yok eğer “Türk Ocakları’nın Turan hayâlleri ile ömrünü geçirmiş aksakallarını hâzır bulmuşken biraz da başka ufuklara yelken açalım” diye yapılmış ise bu sorumsuzluğu, gıyâben hakkında hep iyi düşüncelere sahip olduğum Torosların yayla rüzgârları ile teni yanmış bir Yörük çocuğuna yakıştıramam…
Davutoğlu BOP’un Neresinde ?..
Diğer yandan bu hoş söylemlerin sahibi, Türkiye’nin Dışişleri Bakanı’nın “tarihî bütünleştirme” adına söyledikleri -BOP denilen projeye dahil oldukları müttefikimiz ABD’nin sabık Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından ilan edildikten sonra- Tunus’tan Suriye’ye uzanan hatta ortaya çıkan ayaklanmalar (hadi masum bir tabir ile halk hareketleri diyelim) nereye savrulacak belli değilken, Türkiye aynı projenin ‘kaybedenler’i arasında gösterilmişse havada kalmaya mahkûmdur. [5] Hoş şu anda, Rice’ın koltuğunda Davutoğlu ile ‘yakın mesai içinde’ olduğuna ilişkin pozları (Bunlardan bir tanesini yazımın yanıbaşında görebilirsiniz.) medyaya yansıyan Hillary Clinton oturuyor ama 2006’da çerçevesi çizilen BOP projesine doludizgin devam edildiği de ayan-beyan ortada…
İslâm dünyasını sarsan halk hareketlerinin Suriye üzerinden sınırımıza dayandığı sürecin nereye savrulabileceğinin farkında olduğunu “İslam ülkelerindeki değişim dalgasının birileri tarafından yeni sömürgecilik için kullanılacak bir gerekçe haline getirilmesi” riskini dillendirmesinden anladım. Davutoğlu, o birilerini herhalde -mutlaka- benden daha iyi biliyor olmalı. Bilmiyorsa bir başka birilerinin hatırlatması kendisine gerekir ama, Tecâhül-i Ârif olarak adını da koymak kaydıyla…[6]
T.C. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yüzyüze görüşebilsem şu soruyu yanıtını alana kadar ısrarla sormak isterdim: “İslam ülkelerindeki değişim dalgasını yeni sömürgecilik için gerekçe kullanmak isteyenler kimler? Bu kötü niyetli sömürgecilere karşı ne gibi önlemler alıyorsunuz sayın Bakan?!..”
Yine de şu badireli ortamda T.C. Dışişleri Bakanlığı postunda, bir başkasının değil de beni heyecanlandıran birkaç söz söyleyebilen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun oturduğunu bilmek, bu azîz ve mazlum milletin istikbali ile ilgili kaygılarla bunalan gönlümü biraz yatıştırıyor.
Allah yanıltmasın.
————————————————-
[1] Rusların esaretinde 10 yıl kadar yaşadıktan sonra İstanbul’a gelen İmam Şamil’in, Dolmabahçe Sarayı’nda ağırlamak için davet ettiğinde Osmanlı Sultanı Abdulazîz’in uzattığı elini sıkmadığı ve “Bu el bize zamanında Kafkas dağlarında Ruslara karşı cihad ettiğimiz sırada uzatılmalı idi…” dediği rivayet edilir. Bu türden rivayetler bir yana Osmanlı arşivleri İmam Şamil döneminde Osmanlı’dan yardım talep eden ve Osmanlı yöneticilerinin Kafkasya’daki cihada ilgisizliğinden yakınan belgelerle doludur. Bu belgelerin bazıları bugün gün ışığına çıkarılmıştır. İşin ilginç bir yönü Şeyh Şamil’in bu tarizine maruz kalan Sultan Abdulazîz’in Doğu Türkistan’daki Kâşgar Emiri Yakubhan’ın yardım talebi üzerine beş Osmanlı zâbitini silah ve mühimmatları ile ordu teşkil etmek üzere Kâşgar’a göndermiş olmasıdır. Yakubhan, bu yardımı karşılıksız bırakmamış ve Kâşgar’da Sultan Abdülaziz Han adına hutbe okutup, bastırdığı altın ve gümüş sikkelere de Osmanlı Sultanı’nın adını koydurmuştur. [2] Mehmed Âkif’in asıl mesleğinin veterinerlik olduğunu ve özellikle hayvan ıslahı konusunda zorunlu olarak öğrenmesi gerektiği için genetik biliminin kavramlarına yakınlığı dikkate alınırsa kullandığı “ırk” teriminin doğrudan doğruya insan soyunun genetik anlamdaki farklılıklarına işaret ettiği ortadadır. T.C.nin kurulmasının hemen sonrasında yıllarca süren sıkıntılı bir süreç yaşayacağı Mısır’a gönüllü sürgününü takiben “ölmek üzere döndüğü” İstanbul’da, Mısır örneğinde Arab kavminin haline yakınen tanıklık ettikten sonra Âkif’in yazdığı son şiirlerinden birisi olan “Oğlum Nevruz’a” başlıklı kıtasının son mısraı son derecede anlamlıdır:“Özü doğru, sözü doğru adam ol ırkına çek…” [3] Kılıç’ın Somali’de ortaya çıkan vehabî eğilimli el-Şebab grubunun sergilediği ilkellikler bağlamında dile getirdiği bu sözlerin tamamı için bkz:
http://haberiniz.com/yazilar/koseyazisi37691-Turk_Muslumanligi_Tasavvuf_Gelenegi__ve_Yesev%C3%AElik1.html [4] Yaygın kanaate göre “Nizâm-ı âlem” tâbiri Fatih Kanunnâmesi ile Osmanlı arşivindeki yerini almıştır. İlgili madde şöyledir: “Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizâm-ı Âlemiçin katl etmek münasiptir. Ekser ûlema dahi tecviz etmiştir. Anınla amil olalar.” Genel kabûle göre Fâtih Sultan Mehmed, bu kuralı ilk kez uygulayarak küçük kardeşi Ahmed’i katlettirmiştir. Fakat bazı kaynaklarda Evrenos-zâde Ali Bey’in Fatih’in haberi olmadan bu cinâyeti işlediği kaydedilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Aktan, Ali, Osmanlı Hânedânı İçinde Saltanat Mücadelesi ve Kardeş Katli, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 10, s. 8, Ekim-1987. [5] Emekli asker Ralph Peters’in 4 Temmuz 2006’da ABD’de yayınlanan “Newer Quit the Fight” isimli kitabından alıntılanan Ortadoğu’nun tasarlanan son şeklini gösteren ve ülkemizde oldukça iyi bilinen bir haritanın altında BOP’un kazanan/kaybeden ülkeleri şöyle gruplanmıştı:
Winners / Kazananlar: Arab Shia State, Free Kurdistan, Armenia, Azerbaijan, Islamic Sacred State,Jordan, Lebanon, Yemen, Free Baluchistan.
Losers / Kaybedenler : Syria, Turkey, Iran, Iraq, Afghanistan, Kuwait, Pakistan, Qatar, Saudi Arabia,United Arab Emirates.
http://globalresearch.ca/index.php?context=viewArticle&code=NAZ20061116&articleId=3882 [6] “Bildiği halde bilmezden gelme” anlamına gelen “tecâhül-i ârif’in bir diğer örneğini Davutoğlu Libya’daki insanların bize bağlılığına kanıt olmak üzere söylerken sergiliyor: “Bingazi’de zor şartlar yaşanırken geçtiğimiz ay içinde, Bingazi’deki yerel makamlarla temas halindeydik vatandaşlarımızın boşaltılması için. O yerel makamların başındaki zatla gece geç bir vakit, bir telefon görüşmem oldu. Başkonsolosluğumuzun tabii belli riskleri de taşıdığı bir dönemde. Dedi ki: “Sayın Bakan, biz size saygı duyuyoruz. Hükümetinizin, Başbakanınızın onurlu duruşuna saygı duyuyoruz. Sizin kitaplarınızı okudum. Ne olur Başkonsolosunuzu burada muhafaza edin, çünkü buranın yüzde 40’ı Türk, Bingazi’nin yüzde 40’ı Türk.”
Bu hangi düzeyde bir Libya yetkilisinin sözleridir bilmiyorum ama aşağılık bir ‘güce perestiş etme’ tavrının yaygın olduğu bir bölgeye ait birisinin rüşvet-i kelâm kabilinden sözleri olduğunu Ahmet Davutoğlu anlayamamışsa; yazık!. Libya’da Türk varlığı diye bir şey var ise bunun etnik bir varlık olma ötesinde Osmanlı’nın bölgedeki yönetim kademelerinde yer almış herhangi birisinin torunlarını bir övünme kaynağı olarak kullanıldığı bilinir. Aynı durum Mısır için de sözkonusudur. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler, aile kökleri Libya’ya uzanan Orhan Koloğlu’nun Libya konusundaki eserlerine başvurabilir.