Ahmet Davutoğlu’nun Nizâm-ı Âlemi
Dr. Hayati BİCE
1 Mayıs 2009 tarihinden bu yana Dışişleri Bakanlığı’nı sürdüren Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Türk Dışişleri’ne cumhuriyet tarihi boyunca pek de görülmeyen bir dinamizm getirdiğini teslim etmeliyiz. Bu dinamizmin AKP ile bir ilgisi olmadığını anlamak için AKP’nin daha önceki Dışişleri bakanlarının -Yaşar Yakış ve Ali Babacan- hafızâlarda hemen hiç iz bırakmayan Dışişleri’nin mutad geleneğine uygun seyreden, renksiz/kokusuz/ruhsuz dönemlerini hatırlamak yeterlidir.
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Türk Ocakları’nın kuruluşunun 100. yılını kutlama etkinlikleri kapsamında düzenlenen“Büyük Türkiye’ye Doğru” sempozyumunda 26 Mart 2011 tarihinde yaptığı konuşma, hem kendisinin vizyonu, hem de başında bulunduğu Dışişleri camiasına yüklemek istediği misyon hakkında çok önemli veriler sunmaktadır. [1] Basının nasılsa dikkatinden kaçan bu tarihi konuşmanın önemli noktalarını dikkatlerinize sunduktan sonra özellikle Türkiye’ye tarihdaşlık kavramı etrafında çizdiği hedefi tartışmak ve bu hedefin ne kadar gerçekçi veya ütopik olduğunu sorgulamak istiyorum.
Davutoğlu’nun Türk Tarihine Bakışı
“Bizim için aziz olan, her bir köşesinde şehidlerimizin olduğu çok engin bir coğrafyanın mirasını taşıyoruz.” sözleriyle coğrafi olarak Türkiye sınırlarının dışına taşan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu,
Osmanlı tarihinden gelen büyük mirasımızın yağmalandığı son yüzyılın muhasebesini yapmak ve gelecek yüzyıla milletimizi de hazırlamak zorunda olduğumuzu vurguluyor. Mekân olarak Osmanlı coğrafyasını hedefleyen Davutoğlu, zaman olarak ise 1900’lerin başından itibaren 1923’de Türkiye ölçeğinde toparlanmaya kadar geçen dağılma sürecini adeta tersine döndürerek “tarihî bütünleştirme” cehdini hedeflemiş görünmektedir. Bunun için belirlediği süre ise şu sözlerindedir: “2011’den 2023’e kadar bu kopan, ayrışan, birbirinden kopartılan milletin unsurlarını tekrar bütünleştirme ihtiyacı ile karşı karşıyayız.” Bu yapılamadığı takdirde daha büyük acılar yaşanacağını ifade eden Davutoğlu, doğal olarak akla gelen ‘Bu kopan coğrafyaları nasıl birleştireceğiz?’, sorusunu kendisi bizzat sormakta ve ‘Birbirinden ayrıştırılan tarihleri bir bütünlük halinde tekrar geleceğe ümitle yürüyen, yeni bir tarihi akışı şekillendiren yeni bir nesil olarak nasıl inşa edeceğiz?’ demektedir.
Türk Ocakları’nın kuruluşunun 100. yılı vesilesi ile düzenlenen sempozyuma ‘Büyük Türkiye’ye Doğru’ başlığı verilmesini doğru bir başlık olarak belirten Davutoğlu, çözümün ‘Büyük Türkiye’nin Gerçekleştirilmesi” nde olduğunu belirtmiştir. Davutoğlu’na göre “Büyük Türkiye’nin inşaı için gerekli üç temel şart vardır: 1. Özgüven, 2. Uygun Metodoloji, 3. Stratejik Değerlendirme.
Özgüvenin psikolojik şart olduğunu ifade eden Davutoğlu, “Türkler ve Çinliler gibi tarihte bir kere özne olmuş milletler hiçbir zaman tarihin nesnesi yapılamayacağını söyleyerek Türk milliyetçileri olarak hepimizin hoşuna gidecek şu tesbitte bulunur: “Türkler de tarihte yaşadıkları o büyük tecrübeleriyle, bütün o Avrasya, Afro-Avrasya coğrafyasını kateden o büyük birikimleri ile tarihte nesne yapılabilecek, tarihin edilgen unsuru yapılabilecek bir topluluk değildir. Bütün zorluklar karşısında güçlü kimliğimize, medeniyet birikimimize, kültür birikimimize güvenerek tarihte özne olacağımızın, tekrar güçlü bir şekilde özne olacağımızın inancını taşımamız lazım. Aşırı özgüven biliyorum bazen tepki de doğuruyor ama bu özgüveni hissetmezsek tekrar tarihe ağırlığımızı koyamayız.”
Her Türk’ün hissetmesi gereken bu özgüven ifadesinin bazılarını rahatsız ettiğini belirten Davutoğlu herhalde özellikle kendi bakanlığına hâkim olan zihniyete ve genel olarak Türk aydınında egemen olan komplekslere göndermede bulunmaktadır.
“Dış politikada aldığımız tavra kadar bulunduğumuz her yerde bizimle birlikte sadece 75 milyon değil, tarihi paylaştığımız yüz milyonlarca insan ve bin yıllık bir tarih arkamızda yürüyerek girer.” diyen Davutoğlu’nun ufkunu dünyanın Türk soylu insanları ile sınırlamazken, tarih bilincini en az üç bin yıllık Türk tarihinden soyutlayarak -bir zamanlar moda olduğu üzere- zımnen 1071’de Malazgirt zaferi ile başlatması muhtemelen bilinçaltına yerleşmiş olan kabullerin eseri olmalıdır. [2]
‘Büyük Türkiye’nin Gerçekleştirilmesi”nin ikinci şartını metodolojik yöntem olarak tarif eden Davutoğlu, “birleştirici/bütünleştirici bir dil, birleştirici/bütünleştirici bir siyaset, birleştirici/bütünleştirici bir yaklaşım” gereğini vurgular. Burada kullanılan “birleştirici yaklaşım,dil ve siyasetin akla hemen geçen yüzyıldaki Pantürkizm/Panislamizm tartışmalarını getirmesi kaçınılmazdır.
Birleştirici Bir Dili “İçeride-Dışarıda” Oluşturmak
“Bugün hem içeride hem dışarıda bu birleştirici dili daha üst düzeyde dillendirmemizin vakti geldi.” diyen Davutoğlu içerisi ile ilgili hedefini de “İçeride bu vatanı paylaşan etnik, mezhebi kökeni ne olursa olsun her bir kardeşimizin aziz olduğu yaklaşımıyla bütün bir milleti kucaklamak” olarak tanıdık bir söylem ile belirler. Bugün son 50 yılın siyasetine aşina olup da bu ülkede bu söylemi kullanmayan siyaset adamı olmadığını bilmeyen yoktur. Söylemek kolay ve fakat realize edip bu kardeşlik iklimini tesis etmek o denli zor…
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, ciddi bir akademisyen olarak ‘Birleştirici bir dil’ oluşturmanın söylem bazında bile olsa, dışarısı sözkonusu olduğunda kolay olmadığının farkındadır. Bu zorluğu aşabilmek için akademik alt yapısından getirdiği dışişlerine taşımağa çalıştığı argümanlara müracaat eder: “Benim akademik hayatta kullandığım, şimdi ise siyasi veya diplomatik hayatta benimsediğim bir kavram olan, yok edilemeyecek kültürel bir bağ olan ‘Tarihdaşlık’ ile izah etmeye çalışayım. Vatandaşlık siyasi bir bağdır ama ‘tarihdaşlık’ diye başka bir bağ var. Biz bu tarihdaşlık kavramını bütünleştirici, bütün çevre bölgeleri, Balkanlar’ı, Ortadoğu’yu, Orta Asya’yı, Kafkasya’yı tekrar Anadolu’yla birlikte, Anadolu etrafında bütünleştirici yeni bir siyasetin önünü açmamız lazım. Madem ki yüz yıl önce bizi bu coğrafyalardan koparmaya çalıştılar ve sömürgeciler o kadar yıl içinde bu coğrafyalarla aramızda duvarlar ördüler, şimdi tam vaktidir bu duvarları kaldırmanın. Bu coğrafyalarla, bu tarihdaşlarımızla bütünleşme vaktidir.”
Vatandaşlık, soydaşlık, dindaşlık gibi bildik kavramalar bir alternatif olarak değerlendirilebilecek tarihdaşlık kavramı etrafında sosyokültürel olarak biribirinden çok ama çok ayrıştırılmış insan topluluklarının birleştirilebileceğini düşünmek bir akademisyen için verimli bir zihnî egzersiz alanı olabilir ve fakat siyasetin realiteleri bu kavram etrafında hareketlenme biryana “tarihdaşlık” kavramının bir söz olarak benimsetilmesinin bile ne kadar zor olduğunu bilmelidir. Gerek Ortadoğu ülkelrinde ve gerekse Türkistan coğrafyası gibi tarihî ortaklık yanında soy/dil/kültür yakınlığına sahip olduğumuz ülkelerde son 20 yıldır karşılaştığımız sorunlar bunun açık bir kanıtıdır.
Ahmet Davutoğlu’nu ‘ütopya peşinde koşan bir hayâlperest’ olarak değerlendirdiğim düşünülmemelidir. Kendisi de bunun farkında olmalıdır ki, bu çerçevede Türk kavramını da yeniden değerlendirmek gerekeceğini ve bir ‘tarihdaş’ olarak bütün bu toprakları, bu tarihdaşlığımızı tekrar keşfetmek zorunda olunduğuna işaret etmektedir. Bu noktada Davutoğlu, yaklaşımının doğruluğunu desteklemek üzere Türk kavramına tarihen düşmanlık serdedenlerin söylemlerine bir örnek olarak ‘Sırp kasabı’ Sbodan Miloşeviç’in sözlerini gösterir. [3] Türk kavramının yeniden tanımlanması noktasındaki söylemlerini güçlendirmek için Davutoğlu yaşadığı bazı ilginç anıları da aynı toplantıda Türk Ocaklılarla paylaşmıştır. [4]
Davutoğlu’nun bu vurgusu “Türk” kavramını etnik özünden kopararak bir kültürel kimlik ifadesi olarak yeniden tanımlamak istediğinin ifadesi olmalıdır. Bunu hemen kuzey Toros yaylalarının bir yörük çocuğu olan Ahmet Davutoğlu için asla düşünülmemesi gereken Türk düşmanlığının tezâhürü olarak bir suçlamaya dönüştürmek tehlikesinden kaçınılmalı ve bir algılanma yanılsamasına düşülmemelidir. Konunun, önüne koyduğu büyük hedefe etnik temelli bir Türklük kavramı ile gidilemeyeceğini gören bir âkil insanın tezinin içerdiği açmazları aşabilmek için geliştirdiği bir yöntem olarak değerlendirmek gerekeceğini düşünüyorum. Bunun bir yöntem olarak sağlayacağı faydaları serdeden Davutoğlu’nun sözleri de böyle anlaşılmasını gerektirmektedir: “O zaman her yeri kuşatacak bütünleştirici dilimizi, her yerde kullanacağız. Madem ki, yüzyıl önce Türk Ocakları bir imparatorluğu ayrıştırmak isteyenlere karşı doğdu, bir imparatorluğu bölmek isteyenlere karşı doğdu, şimdi yüzyıl sonra biz bütün bu coğrafyaları birleştirme idealini, yöntemini, üslubunu geliştirmek zorundayız. Büyük Türkiye ancak ve ancak bu bilinçle, birleştirici bir dille kurulabilir. Hem ülke içinde birleştirici bir dil, bir millet kavramı, hem ülke dışında, bütün bu coğrafyalarda birleştirici bir dil. Büyük Türkiye’ye böyle gideriz.”
“Tarihin ve Coğrafyanın Hakkını Vermek”
“‘Büyük Türkiye’nin Gerçekleştirilmesi”nin üçüncü şartı ise, stratejik şart, tarihin ve coğrafyanın hakkını vermek” oalrak tarif eden Davutoğlu, tarihin hakkını vermenin, tarihi akışı doğru okumakla mümkün olabileceğini vurgular. Davutoğlu’nun “Tarihin nereye doğru aktığını, tarihî akışı doğru okuyan aydınları, siyasetçileri olan milletler, o milleti tarihin içine taşır, tarihin öncüsü yapar ama tarih akışını geç okuyanlar, bu tarihi akışın dışında kalanlar, bu büyük yürüyüşün de dışında kalırlar.” sözleri bir yorum gerektirmeyecek kadar açıktır.
Sorun bu nitelikte aydınlar ve siyaset erbabının bu ülkede mevcud olup olmadığındadır. Bu önemli ve hayatî sorunun yanıtını görmek isteyen Davutoğlu’nun bu ülkenin aydınlarını bir yana bırakalım, içerisinde yer aldığı siyaset ortamına bu gözle bakması yeterince bir fikir sahibi olmasına yeter de artar bile…
Davutoğlu’nun Ortadoğu’da Görmek İstedikleri
İleri sürdüğü tezin aslında bir normalleşme süreci olduğunu iddia eden Davutoğlu’na göre bu gelişmenin Ortadoğu’da 20 yıl önce gerçekleşmesi gerekirken gecikmiştir. Şu anda bölgede yaşananlar çok sancılı bir normalleşme sürecidir.
Davutoğlu Libya’dan Suriye’ye bölgemizdeki bugünkü gelişmelerde Türkiye Cumhuriyeti’ne biçtiği rolü şöyle seslendirmektedir: “Türkiye olarak bu normalleşme sürecine öncülük etmek istiyoruz. İstiyoruz ki yeni otoriter yapılarla Ortadoğu halkları birbirinden kopartılmasın ve istiyoruz ki tarihin normalleşme süreci içinde bu sınırlara herkes saygı göstersin ama bu sınırlar bir duvar olmaktan çıksın, esneyen, geçişken sınırlar haline dönüşsün. İstiyoruz ki bu değişim dalgası birileri tarafından yeni sömürgecilik için kullanılacak bir gerekçe haline gelmesin. Stratejik derinlik derken de kastettiğimiz bir anlamda bu derinliği kazanmak. Burada bir kimlik sıkıntısı yaşamamamız lazım. Biz derken bu bütün o tarihi birikimi temsil ettiğimizin farkında olmamız lazım.”
Bu tarihî birikimi temsil ettiğinin bilincinde bir Türk evlâdı olarak Davutoğlu, yaptığı uygulamalara bir örnek olmak üzere gittiği yerlerdeki Türk Şehidlikleri ile “tarihdaş” olarak tanımladığı insanlara ulaşma çabasını kaydetmektedir. [5]
Dışişlerine Gösterilen Stratejik Hedef: Nizâm-ı Âlem
Davutoğlu belirlediği stratejinin temelini “ülkemizin kendi içinde insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde demokratikleşme ile milletin devletle buluşmasını sağlamak” olarak tanımlamaktadır.
İkinci hedef olarak belirlediği ise “komşu ülkeler başta olmak üzere komşu bölgelerle aramıza örülen psikolojik duvarları yıkma, tam ve mutlak anlamda bütünleşme, tarihi normalleştirme, ekonomilerimizi birleştirme, siyasi olarak en üst düzeyde temaslarımızı arttırma ve nerede olursa olsun bu coğrafyalarda bize dönen, bize bakan insanların gönlüne su serpme, onlarla kader paylaşma”dır. “Komşu ülkelerin hiçbirisi ile sınır duvarlarına taşmadan, sınırlarımıza saygı göstermek şartıyla çevre bölgelerle tam bir entegrasyon hedefliyoruz.”
Üçüncü hedef olarak belirlenen ise öncekiler yanından daha mütevazi kalmaktadır: “Türkiye’nin Büyük Türkiye’ye giderken şu ana kadar ihmal ettiği bölgelerde ve alanlarda, dünyanın her köşesinde temsil edilmesini sağlamak.”
Stratejinin dördüncü ayağı olarak, küresel alanda her uluslararası örgütte aktif olma hedeflenmiştir. Davutoğlu’nun isimlendirerek verdiği bilgilere göre bu kapsamda son beş-altı yıl içinde bütün uluslararası örgütlerde üyelik düzeylerimiz yükseltilmiş, uluslararası örgütlerde Türk vatandaşlarımızın yönetim kademelerinde temsilini arttırılmıştır. Bu yaklaşımının gerekçesini Davutoğlu şöyle izah etmektedir: “Her uluslararası örgütte var olacağız çünkü artık büyük Türkiye’nin Anadolu ve çevre coğrafyalarla sınırlı kalmasını istemiyoruz. Neden bunu istiyoruz? Çünkü nerede bir küresel sorun var ise orada bir Türk görüşü olsun istiyoruz, bir Türk duruşu, bir Türk görüşü. Madem ki biz Nizâm-ı Âlem, bir dünya nizamı geleneği içinden geliyoruz, bizim bu bölgesel düzenler dışında küresel düzenle ilgili de söyleyeceğimiz temel düşüncelerimiz olmalı…”
“Türklerin tarihe muhteşem geri dönüşü”
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu yönetmeğe çalıştığı dış politikanın esaslarını bu şekilde çerçeveledikten sonra:“Bu politikanın özeti ve hedefi ise, Türklerin tarihe muhteşem geri dönüşüdür. Bu dönüşü hep birlikte gerçekleştireceğiz.” sözleri ile Türk Ocakları’nın kuruluşunun 100. yılını kutlama etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Büyük Türkiye’ye Doğru” sempozyumunda yaptığı konuşmayı taçlandırmıştır.
Davutoğlu’nun sözleri ile ilgili olarak özellikle “tarihdaşlık” kavramı ekseninde ve bu yaklaşımın Neo-Osmanlıcılık mı olduğu ya da Panislamizmin yeni bir versiyonu olup olmadığı hakkındaki değerlendirmemi ve dünyanın şu içerisinde bulunduğu süreçler yönünden gerçekçiliğine ilişkin görüşlerimi -okurun sabrını daha fazla zorlamamak zorunluluğu ile- bir sonraki yazıma bırakıyorum.
————————————————-
[1] Bu önemli konuşmadan değerli ülküdaşım Dr. Zekeriya Kökrek vasıtası ile haberdar oldum. Kendisine teşekkür ederim. Ahmet Davutoğlu’nun 26 Mart 2011 tarihinde yaptığı konuşmasının tam metnini okuyup ses kaydını dinlemek için bkz:http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ahmet-davutoglu_nun-turk-ocaklari_nin-kurulusunun-100_-yilini-kutlama-etkinlikleri-kapsaminda-duzenlenen.tr.mfa [2] “Bin Yıllık Tarih” söylemine siyaset hayatımız yabancı değildir. Millî Görüş geleneğinin önderi merhum Necmeddin Erbakan’ın hemen her siyasi konuşmasında yer alan bu tabir, Türklerin İslâm’ı kabulünden önceki tarihini yok saymak iması ile daima Türk milliyetçilerinin tepkisine yol açmıştı. Aynı şekilde sürekli tekrarlanan “Aziz Milletimiz” söylemi de “şu milletin adını söyle bir kere de” şeklinde tarizlerle karşılaşmıştır. Kur’an-ı Kerim’de millet lafzı ile -fakat dini inanç birliği anlamında- “ümmet” bağlamında kullanılan “İbrahim Milleti” kavramına göndermede bulunulduğu açık olan bu söylemler İslamcı siyaset ile milliyetçi hareket arasındaki temel ayrışma noktalarından birisini teşkil edegelmiştir. Burada Davutoğlu’nun “bin yıllık tarih” kavramını, Türklerin İslâm’ı kabulünden önceki tarihini inkâr bağlamında kullanmadığından eminim. Bir dil sürçmesi olarak algıladım. [3] “Miloseviç, Srebrenitsa’da Boşnakları katlettiğinde, o kara gecede katliama başlarken, bittiğinde şunu söyledi: “Burada biz Türklerden Kosova’nın intikamını aldık.” Katlettiği insanlar ırk olarak Türk değildi, Boşnaktı. Türkçe belki bilmiyorlardı ama intikam Türklerden alınıyordu, çünkü Balkanlar’ın tarihinde bu bir simgesel ifadeydi.” [4] “Beni gerçekten çok etkileyen bir hatıramı paylaşmak istiyorum: 2005 yılı, o zaman Başbakan Başdanışmanı olmak hasebiyle daha rahat seyahat edebiliyorum, hareket edebiliyorum. Ailemle birlikte bir Balkan turuna çıktım, bir taraftan da bölgede ihtiyaçları tespit etmek istiyorum. Orada, alanda nelerin olduğunu görmek istiyorum. Makedonya’da Radoviş’in kuzeyinde, 15-20 kilometre ötesinde dağda iki Türk köyü kalmış Batı Makedonya’da; Alikoç ve Koçali köyleri. Eskiden beri duyardım ve etnografik olarak da Türk kültürünün, Türkmen geleneklerinin yaşadığı bir köy olarak bilirdim. Ailemle ziyaret etmek istedim. Ücra bir yer. Gittik, gerçekten benim, bizim Toroslar’da babaannemin giydiği kıyafetler ne ise, dedemin konuştuğu Türkçe ne ise aynı giysiler ve aynı Türkçe’nin yaşadığı iki köy. Kalmış olduk, metruk, dağ başı. Vardık, bizi karşıladılar. Dedim “ne ihtiyacınız var, nasıl durumunuz?” Aralarında saygı duyulduğu anlaşılan birisi öne çıktı ve dedi ki, “Beyim sen de 400 yıl, ben deyiverem 500 yıl, bizi buraya goovermişler, ha bu dağları bekleyedurun demişler, o günden beri bekler dururuz.”
[5] “Özel Kalem Müdürüme verdiğim iki talimat vardır: “Gittiğim her seyahatte, bir, o ülkede tek bir şehidimizin olduğu bir yer varsa orayı ziyaret edeceğiz. Orayı ziyaret etmeden o ülkeden ayrılmak bana haramdır; çünkü o insanlar bizim için şehid oldular.” Yunanistan’da Korfu adasına toplantıya gittiğimde iki-üç Türk şehidinin olduğu bir yer var dediler. Toplantıdan bir müddet ayrıldım, gittim, “O şehidlere hürmet ziyaretimizi yapmamız lazım” dedim. İkincisi oranın başşehirlerini ve resmi görüşmelerini yaptıktan sonra bizimle bir şekilde tarihdaşlık hissine sahip olan topluluklar var ise oraları ziyaret etmektir. Çin’e gittiğimde seyahatime Kaşgar’dan başladım, Yusuf Has Hacib’in diyarından, Kaşgarlı Mahmut’un diyarından. Urumçi’ye, Hoten’e gittim; sonra Pekin’e geçtik.”
…
“İki sene önce Afganistan’a gittik, Belh şehrine, yani benim doğmuş olduğum şehir olmakla iftihar ettiğim Konya’nın manevi büyüğü Mevlana Celaleddin Rumi’nin doğduğu Belh’e gittik. Heyet ile oturduk, Belh Valisi daha “hoşgeldiniz Sayın Bakan” dedikten sonra saymaya başladı, “bize şurada bir okul lazım, şu sokakta, hastanemizin kadın doğum ünitesi yok, yapılması lazım, şurada bir çocuk parkına ihtiyaç var.” Bir liste sundu. Ben de TİKA Temsilcimizi, Başkonsolosumuzu çağırdım, basın mensupları da orada. “Bunları not alın, bir sene içinde yapılacak” diye talimat verdim. Belh Valisi bir Türk Bakandan Konya Valisi kadar rahat bir şekilde bunu ister, ister. Çünkü o Belh Valisi biliyor ki Türkler Anadolu’da İstiklal Harbi yaparken 1921’de, Atatürk o dönem Mareşal Fevzi Çakmak’a bir talimat gönderiyor. Gazi Mustafa Kemal daha bizim bir subaya ihtiyacımızın olduğu bir dönemde der ki o talimatta “En iyi subaylarınızı seçiniz ve Afganistan’daki kardeşlerimizin ordularını tanzim etmek üzere Afganistan’a gönderiniz”, çünkü bilir ki, o dönem için Anadolu’nun müdafaası Afganistan dağlarından başlar ve bilir ki Asya derinliğinde güce sahip olmayanlar Avrupa içinde varlıklarını sürdüremezler. Gerçekten o dönemde en kıymetli subaylarımız seçilirler ve Afganistan’da o dönem sömürgeci akımlara karşı Afganistan halkı ile birlikte mücadele ederler. Yani kendi subaylarımıza ihtiyaç varken oradaki gelişmelere kayıtsız kalamazdık.”