Ülkücü Bilincin Şekillenmesinde Şehâdet
– “Parti için ölünür mü a Kuzum ?” –
Dr. Hayati BİCE
Rahmetli babaanneme ait olan yazımın başlığındaki soru cümlesi, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde şehîd edilen bir ülküdaşımızın haberini bir arada d,ünlerken söylenmişti: Babaannemin bu samimî sorusuna yanıt kabilinden“ülkücülerin derdinin parti olmayıp Allah rızasını kazanma olduğu” vb. bir şeyler söyledim ama şimdi bilemiyorum; o sırada yetmiş yaşın üzerinde olan ve bizim “Türkeşçi”olduğumuz dışında siyaset ile ilgili hiçbir bilgisi olmayan rahmetli ninemi ikna edebilmiş miydim?
Gerçekten de çok karanlık ve can yakan haberlerle dolu günlerdi; hemen hergün yurdun bir köşesinden bir ülküdaşımızın şehadet haberi geliyordu. 4 Ocak 1968 tarihinde Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi Osmaniye’li Ruhi Kılıçkıran’ın bir Ramazan akşamı şehîd edilmesi ile başlatılan “ülkücü şehîdler” listesi hergün kabararak artan bir şekilde büyüyordu. 1978’lere gelindiğinde artık şehîd edilen ülküdaşlarımızın kaçıncı şehîdimiz olduğunu sıralamak bile zorlaşmıştı.
Bundan tam 33 yıl önce 3 Ekim 1978’de MHP İstanbul il başkanı Recep Haşatlı, 17 yaşındaki oğlu Mustafa ile birlikte şehid edildi. 27 Mayıs 1980 günü bakanlık icraatları ile bugün de hepimize gurur veren değerli bakanımız Gün Sazak şehîd edildiğinde artık, iş katlanılamaz noktaya gelmişti.[1] Uzunca süredir yayınlamayı düşündüğüm bu yazımı da onların azîz hatırasında tüm şehîdlerimiz için yazdım.
Ülkücü Bilinç’te Ölüm ve Şehadet Etkisi
Pek çok ülküdaşımız hayatının ilk cenaze namazını birgün önce kantinde, yurtta, okulda, laboratuarda yana yana olduğu kardeşten azîz bildiği ülküdaşının tabutu önünde kılıyordu. “Ölüm: En Etkili Vâiz” gerçeğinin soğuk yüzü ile karşılaşmayan ülküdaşım yoktur o dönemde yüksek öğrenim yapanlar arasında.[5] Aileden büyüklerden birisinin cenazesi vesilesi ile cenaze namazının nasıl kılındığı öğrenilmemişse; cenaze namazının nasıl kılınacağı hakkında da çoğumuzun bilgisi yoktu.
Hatırladığım ilk ülkücü şehîd töreni hemşehrim Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun 1970 yılının son günlerinde Tokat’ta düzenlenen bir yürüyüş ile Zile’deki ebedî makamına emanet edildiği törendir. 23 Kasım 1970 Pazartesi günü Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi iken vahşi işkencelerle şehîd edilip sonra okulunun üçüncü katından aşağıya atılarak şehid edilen Önkuzu için yakılan “Hey Önkuzu, Önkuzu / Önde gider Önkuzu” ağıdı henüz genç bile sayılamayacak yaşlarda olduğum o günlerde, ne kadar üzmüştü beni… Hafızamda silinemez bir şekilde kaydedilen o törende kalpaklı üniversiteli ülkücü ağabeylerimin taşıdığını gördüğüm pankartlardan birisi olan “Bir Ölür Bin Diriliriz” pankartı bugün gibi aklımdadır. O günden bu yana hâlâ düşünürüm bu pankartın anlamını: Bir ölüm ile bin dirilmek nasıl olur?
…
Bugün bölücü kaatillerin cinayetleri şehadet mertebesine eren Mehmedcikler ve diğer insanlarımızın cenazelerinde “Şehîdler Ölmez, Vatan Bölünmez” diye haykıran ülkücünün bu psikolojik hassasiyetini anlayamayanların vakıayı “cenaze namazında siyasî istismar yapmak” diye kınamasına ne demeli. Yazık… Yazık ki ne yazık!…
Ölümlere Çetele Tutmak: Kahredici Bir Denklem
12 Eylül’e giden günlerde ülkenin dört bir köşesinden “anarşik olayalarda ölüm” haberleri yağıyordu. Ülkücü hareketin 12 Eylül öncesi mücadelesinden genç bir fidan iken toprağa düşen şehîdlerden ismi kayıtlara düşülmüş olanların sayısı ikibin civarındadır.[6] Bu her bir şehîdin kendi aile, arkadaş, okul, iş çevresi düşünüldüğünde ülkücü hareketin mazisinde ölüm, şehadet konusunun neden bu kadar hassas olarak olarak algılandığı anlaşılabilir.
Yıllardır “eli kanlı faşistler” tarafından katledilen “halk çocukları” söylemi herkes tarafından kanıksanmış, aynı klişe TV dizilerinde dahi seslendirilerek kamuoyuna mal edilmiştir. “Solcu militanlar” tarafından katledilen ülkücülerin bilançosu, bu dizilerde asla işlenmemiştir. Komünist militanların “burjuva devletinin muhafızı” suçlaması ile katlettikleri devletin askeri-polisi gibi resmî görevlilerinin de medyatik marksist ajitasyona dâhil edilmediğini, onlarca kişinin katledildiği -ve artık provokatif eylemler olduğunu herkesin kabul ettiği- 1977 İstanbul/Taksim katliamı, 1979 Maraş Olayları gibi feci olaylarda kurban gidenlerin de söylemdışı bırakıldığını da bilmeliyiz.
Yıllar sonra Arif Nihat Asya’nın ülkücü gençliğin ortaya çıktığı dönemde adetâ bir kerâmet göstererek Dündar Taşer’e söylediği “Komutan, bu giriştiğiniz hareketin sonunda kan var. Bunu iyice hesapladınız mı?” yanıtlanması daha da zor olan, zor soruyu sorduğunu öğrendiğimde “Ne yapılabilirdi ki…” demekten kendimi alamadım.[7] Ama bu yazıda benim asıl anlatmak istediğim ülkücü şehîdlerimizin şehadetlerinin manevi tesciline tanıklıklardır.
“Şehîdler Ölmez” Gerçekten de…
Yıllar sonra bir esnaf ülküdaşımızın anlattığı bir olay var ki, her hatırladığımda tüylerim diken diken olur:
12 Eylül öncesinde Halk Sağlığı stajı yaptığımız sağlık ocağına çok mahzun bir hanımefendi, iki çocuğunu muayene ettirmek üzere gelmişti. Çocukların soğuk algınlığı gibi basit bir rahatsızlığı vardı; ancak annelerinin simasına öyle bir hüzün çökmüştü ki tarif edilemez. Bu duruma hayret ile çocukların sağlık karnesine baktığım anda kafamdan aşağı kaynar sular döküldü: Bu çocuklar Ankara’nın Gülveren semtinde birkaç hafta önce şehîd edilen Ülkücü İşçiler Derneği Başkanı’nımızın yetimleri idi. Hemen gerekli ilaçları -eşantiyon olarak ilaç firmalarının bıraktığı numune ilaçlardan seçip- annelerine vererek kullanılışını tarif ettim. Her şeyden habersiz olarak kenarda duran çocuklara da armağan niyetine ufak tefek bir şeyler verdim. Anneleri yüzündeki derin hüzünle teşekkür ederek sağlık ocağından çıkarken arkalarından bakakaldım.
Bir süre sonra Ankara Sağlık Müdürü Yardımcılığı yaptığım sırada ziyaretime gelen Gülverenli olduğunu bildiğim bir esnaf ülküdaşıma bu olayı anlattığımda çok daha sarsıcı bir öykü ile yüzyüze geldim: Meğer o esnaf ülküdaşımız şehîdimizin yakın komşusu imiş. Gerisini O’nun ağzından anlatıyorum:
“Dikimevi Postanesi’nin karşı köşesindeki büfeden akşam çocuklarıma götürmek için birkaç gofret alıyordum. Aniden yanıbaşımda şehîd ülküdaşımız belirdi: “Yetimlerimi unuttun mu? Onlar da belki gofret isterler” dedi. Bunun üzerine büfeciye, birkaç gofret daha vermesini söyleyip parasını uzattım. Gofretleri alıp arkama döndüğümde hayretle gördüm ki, yanımda hiç kimse yoktu. Acaba hayâl mi gördüm? diye kendimi yokladım. Hayır, bilincim, aklım yerinde idi. Şehîd ülküdaşımızın sesini de karıştırmam söz konusu olamazdı. Kesinlikle şehîdimizin sesi idi.”
Esnaf ülküdaşımız o günden beri şehîd ülküdaşımızın ailesinin her türlü maddî ihtiyacı ile ilgilenmeğe çalıştığını ve şehîd ülküdaşımızın iki yetimi için gofret almayı artık hiç ihmal etmediğini yaşlı gözlerle anlatmıştı.
Bu öyküye dileyen inansın; dileyen inanmasın; fakat Anadolu’da şehîd ülküdaşlarımız ile ilgili bu tür rivayetler o kadar çoktur ki… Yıllar sonra hukukî nedenlerle “feth-i kabir” denen uygulama için açılan şehîd kabirlerinde şehîdlerimizin bedenlerinin çürümeden bozulmadan durduğunun görüldüğünü anlatan birden çok rivayetin tanığıyım. Meslek hayatımın ilk yıllarında onlarca otopsi yapmış birisi olarak, ülkücü şehîdlerimizi otopsileri sırasında görülen kanın durmaması, vücud sıcaklığının yitirilmemesi bedenlerinin sertleşmemesi, gibi harikulade ve şehadete işaret eden olaylara ilişkin anlatımlar da benim için dikkat çekici olmuştur. Yine Anadolu’nun pek çok yerinde kabristandaki ülkücü şehîdin kabri üzerine bazı gecelerde nur indiğinin görüldüğünün onlarca tanığı vardır. Bu rivayetler, toplansa evliya kitaplarındaki menkıbeler kadar hacimli bir külliyat ortaya çıkar.[8]
Dışarıdan bakan birisinin ülkücü psikolojisindeki “ölüm” etkisini kavraması; şehîdler adına yemin törenleri yapılmasını anlaması işte bu yüzden çok zordur. İnanıyorum ki, kırk yıllık ülkücü geleneğin nesilden nesle emanet ettiği bir bayrak gibi bu şehadet bilinci korunacaktır.
Ülkücü Şehîdlerin Geride Bıraktıkları
Ülkücü hareketin 12 Eylül öncesi mücadelesinde hayatını kaybeden ülküdaşlarımızın çoğunluğu henüz bekâr gençler idi. Ancak sayıca az da olsa bazı ülküdaşlarımız evli ve çocuk sahibi idiler. Yukarıdaki ibret verici anlatımda dile getirildiği üzere bu ülküdaşlarımızdan geriye kalan eş ve çocukları genellikle sosyoekonomik yönden güçsüz ailelerin mensubu oldukları için çok büyük sıkıntılar yaşamışlardır. Daha 12 Eylül darbesi olmadan önce kurulan Sosyal Güvenlik Eğitim Vakfı (SOGEV) aracılığı ile bazı ailelere ulaşılabilmişse de yapılan yardımların kalıcılığı ve sürekliliği sağlanamamış, özellikle 12 Eylül’ü takip eden sıkıntılı günlerde çoğu şehîdimizin ailesi kaderleri ile başbaşa kalmışlardır. Sözün bu noktasında böylesi bir acılı ailenin derdine deva olamamanın sıkıntısını yaşayan bir ülküdaşımızın anlattığı olayı, ülkücü hareketi şahsî çıkarlarına alet etmeğe kalkanlara ders olması için kaydedeceğim:
MHP’nin DSP-ANAP ile iktidar olduğu dönemin (1999-2002) son günleri idi. Başbuğ Türkeş’in de özel kaleminde görev almış kıdemli bir ülküdaşımıza Başbakanlık Müşaviri kadrosu ile görev verilmişti. Birgün Başbakanlıktaki odasına uğradığımda kendisini çok üzgün gördüm. Ketum bir ülküdaşımız olana bu dostuma sordum: “Hayırdır, ne oldu?” diye… Derin bir iç çektikten sonra: “-Lânet olsun böyle iktidara da, böyle göreve de…” dedi. İyice endişelenerek üzüntüsünü paylaşmak için bu kahredişinin nedenini sorduğumda: “Daha ne olsun.” dedi. “Bir ay kadar önce bir sabah şahsen tanıdığım bir şehîdimizin dul eşi, yanında bir delikanlı ve genç kız ile geldi. “Ağabey, şehîdimin emaneti olan bu yetimlerimi güçlükle de olsa büyüttüm. İkisi de üniversite bitirdiler. Şimdi ikisine demiyorum, birisine bir iş bulabilseniz, elleri ekmeğe erebilse.” dedi. O esnada bana yalvarırcasına bakan şehîdimizin çocuklarının gözlerine bakamıyordum. Emin ol bir aydır, çalmadığım kapı, rica etmediğim bakanımız, neredeyse yalvarmadığım işadamı kalmadı. O iki yetimden birisine olsun bir ekmek kapısı bulamadım. Biz niye oturuyoruz ki burada; şehîdimizin şu iki emanetinden birisine dahi hayrımız olmuyorsa?…”.
Ülküdaşımın kahredişinin nedeni bu idi. Olayı bana anlatırken benden kaçırdığı gözlerinden süzülen yaşları eli ile silen bu Başbakanlık Müşaviri dostuma diyecek söz bulamadım.
MHP’nin talihsiz iktidar döneminde bu tür kimbilir ne kadar olay yaşandı… Kimbilir kaç ülküdaşımız çaresizlik ile: “Lânet olsun böyle iktidara…” dedi.
Ülkücü camianın MHP’nin muktedir bir şekilde iktidar olmasına ne kadar ihtiyacı, bütün samimi ülkücüler için MHP’nin başarısının ne kadar önemli olduğunu, bu acılı ve çilekeş camianın iktidarı ne kadar hak ettiğini anlamak için sadece bu anlatılanlar dahi yeterlidir. Anlayana…
Allah Bir Daha Göstermesin !…
Hani Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı için “Allah bir daha yazdırmasın” dediği rivayet edilir ya… Benim de ülkücü hareketin o acılı günlerini hiçbir nesil bir daha yaşamasın duamın ifadesidir: “Allah Bir Daha Göstermesin!…” niyâzım.
Mâdem anılarla dolu bir yazı oldu bu, son bir anımı daha yazayım: 12 Eylül’ün ayak sesinin işitildiği günlerde hergün abdestli olarak ve muhakkak sabah namazını kılmış olarak okula gittiğim günlerden sonra, 12 Eylül darbesi olmuş ve ortalık kısmî bir sukûnete kavuşmuştu. İşte o günlerden birisinde –sanırım sınav nedeniyle geç saate kadar ders çalışmış ve sabah zor kalkabilmiştim-; sınava yetişmek acelesiyle namaz kılamadan evden çıkmak zorunda kaldığım günün akşamı eve döndüğümde; annem biraz ayıplayarak, biraz da hayret ile sormuştu: “Ne oldu oğlum, ölüm tehlikesi kalktı diye abdesti-namazı unutacak mısın ?”
İşte annemin bu sorusunun bendeki yansımasını anlayamayan birilerinin; -bunlar isterlerse kendilerinin en hakiki Türk milliyetçisi, en saf genetik Türkçü olduklarını iddia etsinler- ülkücü gençliğin 12 Eylül öncesindeki manevî yönelişini anlayamazlar…
Bundan sonra ne yazsam boş; şu duadan gayrı:
Allah Türk gençliğini bir daha o ağır psikolojik ortamı, travmatik günleri yaşamaktan kıyamete kadar korusun…
“Allah nûrunu tamamlayacaktır, velev ki birileri istemese de…”
——————————————–
İletişim: atahayati@gmail.com
1971 yılında Milliyetçi Hareket Partisi’nde görev aldı. 1977 seçimlerinden sonra kurulan ve Milliyetçi Cephe olarak bilinen üçlü koalisyon hükümetinde Gümrük ve Tekel Bakanı oldu. Kaçakçılıkla karalı bir şekilde mücadele etti. 27 Mayıs 1980 tarihinde komünist militanlar tarafından evinin önünde şehîd edildi. Aziz ülküdaşı ve en yakın arkadaşı Gün Sazak’ın şehadet haberini işitir işitmez gözyaşlarını tutamayan Alparslan Türkeş, hiç bir yüreğin tahammül edemeyeceği bu haberi asil bir soğukkanlılıkla karşılamış, içi kan ağlayarak ülkücülere “iç savaş tahrikçilerinin oyununa gelmemelerini, sabırlı olmalarını, kanunlar içinde kalmalarını” emretmişti. [5] Allah’ın elçisinden nakledilen bir hadis şöyledir: “Lezzetleri bıçak gibi keseni -ölümü- çok hatırlayın!”; Bkz. Riyazü’s-Salihin (Hadis Külliyatı) , Hadis Sıra Numarası: 580.
Rivayetlere göre üçüncü İslâm halifesi Hz. Ömer’in yüzüğünde “Kefâ bil-mevt vâizan yâ Ömer” yazılı idi ki, anlamı, “Ey Ömer, vâiz olarak ölüm kâfidir” demektir.
Türkistan evliyâsından Nakşbendi mürşidi Sadeddin Kaşgarî hazretlerine, bir gün müridleri: “Efendim, bize ölümden bahseder misiniz?” dediler. Kaşgarî buyurdu ki: “Halife Ömer bin Abdülaziz hazretleri, halife iken bir âlimi görüp nasihat istediğinde o âlim: “Sen şimdi halifesin, istediğin gibi emredersin. Ama yarın öleceksin” demiş. Hz. Ömer gibi adaleti ve takvâsı ile tanınan halife Ömer bin Abdülaziz: “Biraz daha söyle” deyince de; “Âdem aleyhisselâma kadar bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi…” buyurur. Bu sözleri işiten halifenin uzun uzun ağladığı rivayet edilir.
[6] Bir çok yazıda ülkücü şehîdlerin sayısı üçbin/beşbin gibi yuvarlak rakamlarla verilir. Bu konuda araştırma yapan bir arkadaşım ise bu sayıyı 2400 olarak vermiştir. Bu yazı için Ülkücü Şehîdler ile ilgili olarak bugünün en önemli veri ve bilgi kaynağı olan internette yaptığım araştırma beni üzdü. İnternette Ülkücü Şehîdler için açılan sayfalar çok yetersizdir. Recep Küçükişsiz gibi birkaç gayretli ülküdaşımızın, Ülkücü Şehîdler hakkında hazırladığı kitapların da iyi niyetlerine rağmen kapsam ve içerik olarak yeterli olmadığını biliyorum. İnternette yer alan Ülkücü Şehîdler için düzenlenmiş en ayrıntılı liste için bkz. http://www.turkcu.com/sehit.htm [7] Nakleden: Ahmet B. Karabacak, Üç Hilâlin Hikâyesi, s. 71, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul-2011. [8] “Bedeni çürümeyen ülkücü şehîdler” ile ilgili somut bir anlatım, Balıkesir’de 25.09.1977 tarihinde şehîd edilen Hasan Tezer’in kabrinin, defninden 6 ay sonra açıldığında cesedinin bozulmamış olduğu rivayetidir.***
ALPARSLAN İMZALI TÜM KİTAPLAR
Online okuyabilir ve bilgisayarınıza indirebilirsiniz.
https://ulkucubellek.com/category/ekitap/basbug-ekitap/