Tasavvufî Gelenek, Yesevîlik ve Günümüz İnsanı
Dr. Hayati BİCE
Budizm, Hinduizm gibi Uzak-Doğu dinlerinin ve ‘New-Age’ akımlarının meditasyon, yoga, feng-şui, karma gibi teori ve uygulamalarının bile müşteri bulmağa başladığı günümüz Türkiye’sinde klâsik tasavvuf kitablarında okudukları nezih dergâh ortamlarına hasret duyan aydın çevrelerden, okur-yazar müslümanlardan nice kişinin aklından geçen -ve bazen de yazılarda, şiirlerde dillendirilen- bazı yeni sorular, gündeme girmiştir:
“Günümüz dünyasının insanı için genel anlamda tasavvuf; özel olarak Ahmed Yesevî ve Yesevîlik ne anlam ifade ediyor?”
“Bir müslüman için “derûni boyutu olan bir İslâmî hayat” yaşamak yolunda tasavvuf “illâ ki” gerekli midir?”
“Tasavvufî hassasiyeti olduğunu söyleyen -ve hattâ tasavvufî bir cemaatin önde gelen- kişiliklerinde bir “sûfî incelmesi” işleminin tahakkuku neden çoğu defa gözlenmiyor?”
“Tasavvufî pratiği güncelleştirmek için sûfî ekollerinde yeni içtihadlar, yeni yöntemler söz konusu mu ?…
“Küreselleşen dünyanın bunalımlı insanları için tasavvufî Türk geleneği olan Yesevîliğin sunduğu pratik çözüm yolları var mı?”
Bu güncelleşmiş sorulara yanıtı olmayan bir tasavvufun bugünün -ve yarınların- dünyasında -ve özellikle aydınlar arasında- yeri olamaz.
O yüzden Hazret Sultan Yesevî himmeti ile bu karmaşık sorulara bir Yesevî dervîşinin ne tür yanıtları olabileceği hakkında bir şeyler söylemek isterim.
Ahmed Yesevî ve Yesevîlik ne anlam ifade ediyor?
Günümüz dünyasının insanı için genel anlamda tasavvuf; özel olarak Ahmed Yesevî ve Yesevîlik ne anlam ifade ediyor? sorusu ile başlayalım.
Tasavvufî hayatın köklerini Hz. Âdem’e kadar indiren tasavvuf akademisyenlerinin tanınmış isimlerinden Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’a göre tasavvuf sadece günümüz insanı için değil Hz. Âdem’den bu yana tüm insanlar tarafından yaşanan -ya da yaşanması gereken- bir hayat tarzıdır. Bu bakış açısı ile ilk sûfî olan Hz. Âdem, aynı zamanda “nefsini kınayan” ilk insandır ve bunun tasavvufî seyrdeki karşılığı ‘nefs-i levvâme’ basamağıdır. Kılıç’a göre ”Tasavvuf ‘öz’e hitap eden bir bilim dalı olduğu için ‘öz’ Hz. Âdem’den bu yana aynı ‘öz’dür ama form değişebilir. Tüm tevhidî geleneklerde var olduğu müşahede edilen tasavvufî damarın kaynağı da budur. Dolayısıyle günümüz insanı da varlığının özünde taşıdığı bu damar nedeni ile tasavvufa –ihtiyacının farkında olsun veya olmasın- muhtaçtır. Bu bütüncü anlayış gerçekten çok sarsıcıdır ve İslâm tasavvufunun şu veya bu “din geleneği”nden ithal edildiğini iddia eden tasavvuf karşıtlarının tüm iddialarını bir anda sıfıra indirger.
Adı ne konulmuş olursa olsun tasavvufî eğilim bütün insanların rûhânî bir gereksinimi olarak kabul edilirse, bu gereksinimin sahih ve nezîh bir kanal ile tatminini de bir gereklilik olarak kabul etmek gerekecektir. O halde özetleyeyim: Tasavvuf “ruh” diye tanımlanan manevî bir özü taşıyan günümüz insanı için de rûhânî hayatın niteliğinin derinleştirilmesinde –veya manevî bir doyum arayan ruhların ihtiyacının tatmininde- en önemli vasıtadır ve niteliği ile günümüz insanı için de gereklidir.
Tasavvuf “illâ ki” gerekli midir?
Bir müslüman için “deruni boyutu olan bir İslâmî hayat” yaşamak yolunda tasavvuf “illâ ki” gerekli midir? Tasavvuf, mutlaka hiyerarşik yapılar içerisinde (yaygın kullanımıyla tarîkat yapılanmalarında) yaşanılması gerekli bir tecrübe midir? Yoksa bu tecrübeyi birey olarak deneyimlemek söz konusu olabilir mi?
Birbiriyle içiçe bu soruların cevabı konusunda -yine önemli bir tasavvuf akademisyeni olması yanında tasavvufî hayatın pratiği ile ilgili zengin bir özel birikimin sahibi olan- Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun uzmanlığına başvuralım. Cebecioğlu’na göre “cami cemaati” diye tanımlanan -ve toplumun geneline göre dini hassasiyetleri daha hissedilir olan- toplum kesimi nazara alınsa (Hattâ ben bunu ‘Cuma namazı cemaati’ olarak daha özelleştiriyorum.HB) bile tasavvufî eğilimi olan, “sûfî gibi yaşama tarzına heves eden” insanların oranı %10’u geçmez. Bu noktada Cebecioğlu çok önemli bir tesbit de daha bulunur: Tasavvufî bir hayat yaşamağa ”heves eden” insanların da ancak %10 kadarlık bir kesimi tasavvufî tecrübeleri sırasında rahmanî varidâta nâil olurlar ve bihakkın “sûfî” olarak anılmağa hak kazanırlar.”
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun ilk bakışta biraz karışık görünen ifadelerini sadeleştirerek özetlersem,
toplum içerisinde “dini hassasiyet sahibi görünen” insan topluluğu içinde tasavvufî geleneğin mirasına vâris olma potansiyeli olan insan topluluğu ancak ve ancak %1’dir. Muhataplarından gelebilecek itirazları ve popülist ithamları baştan önlemek için Cebecioğlu da konuyu taa, “bezm-i elest” gününe kadar götürerek bu rûhânî taksimatın ilahi menşeli oluşuna işaret eder. Cebecioğlu’nun bu kesin ve keskin tasnifi ‘gerçek tasavvuf’un asla “popüler bir akım” olamayacağını da gösterir.
Burada konuya dışarıdan bakanların yükselteceği itiraz seslerini izale etmek adına şunu ilave etmek isterim:
Tasavvufî terminoloji ile “mürîd” olarak seyr ü sülûk yapıp tasavvufî makamlardan hissedar olabilecek insan sayısı sınırlı olmakla beraber “muhib” olarak Allah’a aşk ile; muhabbet ile kulluk yapma ve ‘Allah dostları’ olarak bilinen ‘evliyaullaha dost olma’ kapısı herkese ardına kadar açıktır.
“Tasavvufî hassasiyeti olduğunu söyleyen -ve hattâ tasavvufî bir cemaatin önde gelen- kişiliklerinde neden bir “sûfî incelmesi” işleminin tahakkuku çoğu defa gözlenmiyor?” sorusuna gelinirse; bunun yanıtı da bir aslında önceki paragrafta mevcuttur. Tasavvufî bir hayat yaşamağa heves eden “sûfî taklidcisi” insanlara bakılarak böyle bir hüküm çıkartmak hiç de zor değildir. Yine Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun ifadeleri ile “yolda dökülme adayı” %90 oranındaki büyük çoğunluğu oluşturan insan grubu “Tasavvuf yoluna giriyorlar, bir süre sonra kaybolup gidiyorlar…”
Burada günümüzde ortaya çıkan -ve tarihteki sûfî yapılanmalara kıyas edilirse vahim olan- süreç “tasavvuf yolunda dökülen” insan grubu içerisinde kendilerine “mürşîd-önder-lider” rolü biçilenlerin dahi var olduğunun acı bir gerçek olarak müşahede edilmekte olmasıdır. Popüler TV haber programlarının vazgeçilmez konukları olan ‘sahte şeyhler’i -ve hattâ ‘sahte peygamberleri’- hatırlarsanız -ve hele de bunların hayatlarının bir kesitinde tasavvufî denilebilecek bazı bağlantılarından haberdar iseniz- konunun anlaşılması çok kolay olur. Bugün tasavvuf karşıtı “dini çevreler” ile tasavvuf da dâhil dini görünümlerin tümünden rahatsız “lâik hattâ la-dinî çevreler”in bu “döküntü grub”un söylem ve eylemlerini genelleştirme ‘uyanıklığı’ ile tarihteki ve günümüzdeki tasavvufî kurum ve nezîh kişiliklerin tamamını hedefe oturtmalarının insaf ile telif edilir yanı yoktur.
Küreselleşen Dünyada Tasavvufî Geleneğin Sunduğu Çözümler
“Küreselleşen dünyanın bunalımlı insanları için tasavvufî geleneğin sunduğu pratik çözüm yolları var mı?” sorusunun yanıtı bence bu zamanın en önemli sorusudur.
Son yıllarda ülkemizde tasavvuf literatürünün temel eserlerinin Türkçe basımlarına ve böylece bu eserlerin müellifi olan büyük tasavvuf adamlarının mesajlarına ulaşmak, tavsiyelerine muhatap olmak mümkün hale gelmiştir.
Bugün ilgili bir okur; entelektüel bir idrâk zafiyeti ile malûl değilse “Mesnevi” ile Mevlâna Celaleddin Rûmi’nin; “Maârif” ile oğlu Veled Çelebi’nin; hattâ “Makalât” ile mürşîdi Şems-i Tebrizi’nin altın değerindeki sözlerinin muhatabı olabilecek durumdadır. Muhyiddin Arabî’nin ‘efsânevî’ Fütûhâtü’l Mekkiyye’si dahi bugün ilgilisi için bir “sır” olmaktan çıkmıştır. Herhangi bir kitapçıdan kolayca alınıp incelenebilecek bu nadide eserleri temin edebilmek için insanların asırlarca binlerce kilometre yol katettiklerini hatırlayınca günümüz insanlarının ne kadar büyük bir kolaylık içerisinde oldukları görülebilir. Tasavvufî hayatın derûnî boyutunun algılanmasında kılavuz olacak bu bilgi kaynaklarını azık edecek zamane sûfîsinin gündelik ibadet hayatında az bir gayret ile pek çok varidâtı elde etmesi teorik olarak hiç de zor olmayacaktır.
Globalleşen dünyanın sağladığı teknik altyapı “Tasavvufî pratiği güncelleştirmek için sûfî ekollerinde yeni içtihadlar söz konusu mu?..” sorusunun yanıtının da verilmesini sağlamıştır. Bugün ilgili bir insanın “on-line biat” aldığı bir mürşîdin internetten yayın yapan “sufîlive” TV yayınındaki on-line sohbetini dünyanın her köşesinden izlemesi ve sohbet metnini birkaç dilde inceleyebilmesi mümkün hale gelmiştir. Böyle bir on-line sohbeti izleyen Japonya’dan Arjantin’e; Londra’dan Ankara’ya dünyanın bambaşka köşelerindeki “on-line sûfî”lerin yayınla birlikte açılan ‘chat-room’ (= sohbet odası) vasıtası ile kafalarına takılan sorulara yanıt alabilmesi interaktif bir etkileşimi de mümkün kılmaktadır.
Sanal âleme yansıyan bu tasavvufî gelişmelerden biraz uzaklaşıp ülkemizde Türk tasavvuf geleneğini temsilcisi olan gruplara bir bakıldığında her tasavvufî grubun bir başka alanda önplâna çıktığı görülür.
Bütün bu çalışmalar teker teker olumlu olsa da, -objektif bir değerlendirme ile- koordinasyondan yoksun olarak yürütülen bu faaliyetlerin toplumun geneli nezdinde çok kayda değer bir etkisi olmadığı rahatlıkla söylenebilir. İdeal olan bir tasavvufî yapılanmada bütün bu unsurların bir arada yaşatılması gerekirdi. Türk tasavvuf tecrübesine bu gözle bakıldığında önemli geleneklerin bu unsurların tamamını ihata edecek kadar geniş bir yelpazede etkin bir şekilde çalıştıkları görülecektir. Bugün öğünerek sahiplendiğimiz tasavvufî gelenek, bu şekilde oluşturulmuştur.
———————————————
(*) Dr. Hayati Bice’nin bu yazısı “Yozgatlı Şeyhzade Ahmed Efendi (K.S.)10 Yıl Armağanı adlı eserin 135-167. sayfaları arasında yer alan “Ahmed Yesevi ve Türk Tasavvuf Düşüncesi” başlıklı makalesinden özetlenmiştir. Ahmed Şevki Ergin Kültür ve Hizmet Vakfı Yayını, Editör: Dr. Ali Şakir Ergin, Yozgat, 2012.