Türk Müslümanlığı, Tasavvuf Geleneği ve Yesevîlik-1
Dr. Hayati BİCE
Ramazan’ın başlangıcında TRT-1’deki İftar Sevinci programına konuk olan ve tasavvuf konusundaki derin birikimi ile her zaman söylenemeyenleri dile getirmesi ile tanınan Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Türk tarzında yaşanan müslümanlığın değerini bilmemiz gerektiğini söyledi. Tarihi tecrübemizde teşekkül eden tasavvufi nitelikli İslam’ın yitirilmesi halinde, yeniden inşaının 1400 yıl gerektireceğini söylerken aslında bunun imaânsızlığına vurgu yapıyordu. Tasavvufî boyutlarda dereceli olarak yaşanan İslâm’ın alternatifinin “El-Kaide İslâmı” olacağını dile getiren Kılıç, böyle bir anlayışın ülkemizde egemen olması halinde birlik ve beraberliğimizi korumanın çok güçleşeceğine de dikkat çekti. [1] Kılıç’ın sözleri -kendisinin bu türden klasifikasyonlardan hazzetmediğini bilmeme karşın- bana bir zamanlar çok tartışılmış olsa da şu sıralarda pek gündemde olmayan “Türk Müslümanlığı” tartışmalarını hatırlattı.
Farklı Müslümanlıklar Olabilir mi?
İslâm ile Müslümanlık kelimeleri her ne kadar günlük konuşma dilinde birbiri yerine kullanılıyorsa da, aralarında tarihi ve sosyolojik yönden büyük bir farklılık vardır. İslâm kelimesi, soyut anlamda bir inanç, akaid, ibadet, muamelât esaslarını içerir; Müslümanlık işaret edilen esasların kendilerine Müslüman denilen toplumlarca tarihi süreç içinde şekillenerek hayata geçirilen tarzını, yaşama stilini ifade eder. Bu farkındalık ile bakıldığında tek bir İslâm ile sosyolojik yaklaşımla ve tarihi perspektifte pek çok “müslümanlıklar” vardır. İslâm teorik olarak aynı tek ve açık ve apaçık Kitab’a dayanması ile kuralları net olarak belirlenmiş bir inanç sistemi olmakla beraber 1432 yıllık tarihî tecrübeye baktığımızda farklı coğrafyalarda farklı İslam algılamalarının ve yaşama stillerinin oluştuğunu söyleyebiliriz.
İslâm’ın evrensel mesajlar taşıması, bazı vecibe ve ritüellerinin genel mahiyeti, yerel ve özgün sosyal özellikleri inkâr etmesini zorunlu kılmaz. İslâm hukukunda, karşılaşılan sorunlara çözüm aranırken, kıyas yoluyla yerel örfü gözeten çözümler aranır. Bu anlamda sosyal örf ve âdetler, İslâm hukukunun dört temel belirleyicisini izleyen talî bir çözüm aracıdır ve genel kabule göre halkın örf, İslâm esaslarına açıkça aykırı olmamak kaydıyla değerlendirmeye alınmalıdır.
Her toplumda gündelik hayattan sosyal hayata, mimariye, musikiye, felsefeye, edebiyata hâsılı, herşeye sinmiş olan dinî düşünce, toplumun egemen kültüründen de etkilenir. Bugün yeryüzündeki müslüman ülke halklarının İslâm’ı algılayış ve yaşayış tarzlarına bakıldığında da bunun somut yansımalarını görmemek imkânsızdır. Zira bu kavimler, kendi tarihi süreçleri içinde belirtilen faktörlerin etkisi ile kendilerine göre İslâmî dünya görüşü, bir İslâmî hayat felsefesi, bir toplum yapısı ve bir kültür oluşturup geliştirmişlerdir. Bunun en çarpıcı örneklerini –dikkatli bir göz- Hacc gibi ortak bir dinî vecibeyi yerine getirmek için zorunlu olarak bir araya gelen değişik ülke müslümanlarının davranış kalıplarında kolayca görecektir.
Çokluk İçinde Birlik
Bu vadide bize sonsuz bir açılım sağlayan tasavvufun “Allah’a giden yollar mahlûkatının nefesleri adedincedir”aforizması mutlaka hatırlanmalıdır. ‘Tasavvufî İslâm’ olarak adlandırılabilecek geniş çerçeve içerisinde tarikatlar etrafında örgülenmiş çeşitliliği bile düşünsek ne derecede zengin bir gelenek ile karşılaşılacağı ortadadır. Bunu tasavvuf ehlinin “çokluk içerisinde birlik (=vahdet der kesret) anlayışı içerisinde açıklamak çok uygun düşecektir. ‘Çokluk içinde birlik’ kuralını tasavvufî süreçlerde inşa eden sûfîlerin sağladığı münbit zemin değerlendirilmeden İslâm’ı evrensel bir mesaj olarak tüm insanlara arz etmek günümüz dünyasında mümkün görülmemektedir.
Tarihî süreç içerisinde farklı coğrafyalara açılmanın bir sonucu olarak İslâmlaşan değişik kavimlerin veya çeşitli kültür sahalarının hiçbir zorlama ve/veya yönlendirme olmaksızın kendine özgü kültür kodlarına uyarladıkları ve yaşama tarzına dönüştürdükleri İslâm algısı dikkate alınarak sosyolojik hattâ antropolojik anlamda bir Arap Müslümanlığı, bir Türk Müslümanlığı, hattâ bir Hind Müslümanlığı sözkonusu olur. Bir başka ifade ile genel olarak Avrupalı, Asyalı veya Afrikalı müslümanlık olabilir ama Avrupa İslâmı, Asya İslâmı veya Afrika İslâmı olamaz.
İngiliz emperyalizminin ve oryantalizmin asırlar boyu at koşturduğu Hindistan kıtası âlimlerinden Ebu’l Hasan Nedvî oryantalistlerin gayretlerini boşa çıkarmak düşüncesiyle son yıllarda sosyal planda güçlenmeğe başlayan Batılı müslümanlara Avrupa İslâmı (= euroİslâm) ve Batı İslâmı (= westernİslâm) tarzında kavramlar kullanmamalarını tavsiye etmektedir. İslâm’ın; oryantalistler tarafından Arab İslâmı, Mağrib İslâmı, İran İslâmı, Türk İslâmı tasniflere uğratılması, temelde İslâm’ın global potansiyelinden korkulmasındandır.
Pek çok faktörün etkisinde oluşan tarihî sürecin zorunlu sonucu olan sosyolojik ve kültürel farklılıkları yansıtan farklı müslümanlık tarzları, asırlardır vardır, var olmaya devam etmektedir ve muhtemeldir ki, yarınlarda da var olmaya devam edecektir. Bu zenginliği bazı “dar anlayış”ların algıladığı ve ellerinden geldiğince engellemeğe çalıştıkları gibi İslâm’ın yozlaşması olarak değil ‘İslâm’ın asla eskitilemeyeceği’nin bir kanıtı olarak değerlendirmek ne güzel olur…
Türklerin İslâm’ı Anlama ve Yaşama Tarzı
Türklerin İslâm’ı yaşama üslûbu, sevk-i ilahî ile tasavvufî bir çerçevede şekillenmiştir. Türkler arasında yaşanan tasavvufî bir hayattan söz edildiğinde de Hazret Sultan Yesevî’den söz etmemek mümkün değildir. Entelektüel çevrelerde son yılların aktüel konulardan birisi olan ‘Türk Müslümanlığı’ konuşulurken de yine zorunlu olarak tasavvufun etkisi ve Yesevî irşadı gündeme gelmektedir. Tarihçi Yılmaz Öztuna’ya göre, ‘Türk Müslümanlığı’, Karahanlı hakanı Abdul-Kerîm Satuk Buğra Han`ın 921 yılında Sünnî Hanefî ve Mâturidî İslâm`ı, bütün Türkler için, tek resmi devlet dini ilan etmesiyle oluşmaya başlar. Ahmed Yesevî’nin bir hikmetinde ‘Pîr-i muğan’ ünvanını vererek kutsallaştırdığı Satuk Buğra Han da aynı coğrafyanın ve manevî iklimin çocuğudur. [2]
Atalarımız İslâm ile müşerref olana kadar kadim naturalist-animist inançlar ve atalar kültünden şamanizme, şamanizmden budizm, maniheizm ve zerdüştîliğe ve hattâ Yahudîlik, Hıristiyanlığa varıncaya kadar hemen bütün din ve mistik kültürler, Türkler arasında yayılma fırsatı bulmuştu. Bu farklı inançlar bazı dinî pratikleri ile toplum içerisinde yayılırken eski inancın unsurları da tamamen terk edilmediğinden bir dinden ötekine geçerken, sürekli eski unsurlar yeni kalıplar içinde birike birike İslâm’ı kabul dönemine kadar gelinmişti. İslâm, 10. yüzyılda Türkler arasında en yaygın inanç sistemi olarak belirirken, çoğunluğu konar-göçer bir toplum, avcılık esaslı bir üretim tarzına dayalı bir ekonomik düzen ve bütün bu sayılan dinlerin bakiyelerini bağrında saklayan şifahî bir kültür geleneğiyle yüzyüze geldi. Bazı akademisyenlerin “heterodoks Türk İslâmı” dedikleri Türk müslümanlığı şekillenirken, bu bağdaştırmacı (= senkretik) yapı içerisinde eskikam/ozan, yeni şeyh/derviş postuna geçti.
Gerçekten de Türkleri İslâm’ı kabulünden itibaren İslâm’ı tasavvufî bir duyarlılıkla, dergâh odaklı bir yaşama çerçevesinde bir sosyal yapılanmanın teşekkül ettiği görülmektedir. ‘Cemaat’ olarak adlandırılabilecek bu yapılanmanın merkezinde ise kendilerine “Pîr”, “Şeyh”, “Mürşîd” gibi ünvanlar verilen maneviyat uluları, rûhânî hendesenin ustaları yer alır.
Türk Müslümanlığı kavramı, Türklere özgü yapay bir millî din anlamına gelmeyen, sosyolojik ve tarihî bir kavramdır. Asr-ı saadet yılları haricinde tarihî süreçler incelendiğinde İslâm’ın iman, ihlâs ve amel uygulamada en güzel ve kâmil örneklerinin -adına Türk Müslümanlığı denilmemiş olsa da- Türk milleti tarafından yaşandığı sadece Türk ilim adamlarının değil bütün objektif yaklaşım ve insaf sahibi uzmanların ortak görüşüdür. Türklerin -neredeyse milli bir tercihle- itikadî olarak Mâturidi ve amelî olarak Hanefî, tasavvufî tarz olarak Yesevîlik ve 14. yüzyıl sonlarından itibaren Nakşbendilik yolunda olmalarını tesadüflerle açıklamak mümkün değildir ve olsa olsa ilahi bir takdir ile izah edilebilir. Tasavvuf ekseninde şekillenen İslâm’ı ifade eden Türk Müslümanlığı temelinde hoşgörü, insan sevgisi, tabiat sevgisi, evliya rûhânîyetinin yatan bir olgudur. Türklerin ezici çoğunluğunun mensubu oldukları Hanefî fakihleri, hüküm veren kadıların, halkın örf ve adetlerini bilmesini kadılığın icablarından kabul ederler ki, bu kabul Tek tanrı inancına mensub Türklerin eski törelerinden pek çok hükmün İslâmi dönemde de varlığını sürdürmesine fırsat vermiştir.
Yesevîlik İkliminin Bereketi
Başta tarikatın kurucusu Ahmed Yesevî olmak üzere Yesevî mürşîdleri halkın irşadına yöneldiklerinde “panteizm” telkîni olarak değerlendirilebilecek teorik lafâzanlıklara bulaşmamış oldukları gibi “ibâhilik” ,“batınîlik” olarak anlaşılabilecek pratik sapmalardan da uzak kalmayı başarmışlardır. Kurucusunun şahsiyetinden bağımsız olarak, Yesevîlik yolunun geliştiği bozkır ikliminin manevî ortamı da zaten böylesi bir anlayışa elverişsizdi. Asırlar boyu Mezopotamya medeniyetlerinin med ve cezir dalgalarının etkisinde kalmış olan Fars kültür çevrelerinin eski Zerdüşt dini ve felsefesi ile tanışık olduğu düşünülürse vahdet-i vücûd, südûr nazariyesi gibi felsefi konuların Ahmed Yesevî’nin yaşadığı asırdaki Türk ülkelerinin saf gönüllü insanları için hemen hemen hiçbir anlamı olamayacağı açıktır. [3]
Yaratılmışlarda Yaratıcı (c.c.)’nın sanatını görebilmeyi teşvik eden sûfî bakış açısı, yaratılmışların en keremlisi olan insanı kâinatın merkezine koymuştur. Yaratılmışları birer âyet olarak değerlendiren; tabiatın araştırılması ve incelenmesini ibadet kabul eden bir anlayışla, Türkistan’da ilim ve araştırmacılık ruhu hızla gelişmiştir. Bunun sonucunda bir asır içerisinde Türkistan İslâm dünyasının ilim merkezi olarak öne çıkmıştır.
Türk tasavvuf geleneğinde istisnasız tüm insanları sevmek, “her görüleni Hızır bil”mek, günahı asla tasvip etmemekle beraber günahkâr kulun hatalarını hoş görmek, mahlûkâta hizmeti ibadet saymak bu sâyede Türk toplumunun ortak değerleri mertebesine yükselmiştir. Bunun anlayışın en veciz ifadesi Türk tasavvufunun günümüze kadar ulaşan şu ifadesinde gizlidir:
“Eller yahşı biz yaman,
Herkes buğday biz saman…”
Sonuç olarak denebilir ki, teorik İslâm ve pratik müslümanlık ayırımı açısından bakıldığı zaman, her milletin bir dini anlayışı ve tatbikinin farklılık göstermesi yadırganamayacak bir gerçek olduğundan ‘Türk Müslümanlığı’ kavramı akaid yönünden olarak tartışılır olsa da tarihî yaşanmışlık tecrübesi ışığında kullanıldığında yerinde kabul edilebilir.
———————————————
İletişim: atahayati@gmail.com
Sohbet Videosu: http://www.youtube.com/watch?v=pjLuY1CIn-M
[2] Ahmed Yesevî,, Divân-ı Hikmet, 215. Hikmet, (Yayına Hazırlayan: Dr. Hayati Bice), 6. Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2010, s.421.
[3] Bice, Hayati; Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî; İnsan Yayınları, İstanbul-2011.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=578272