Güneş Hâlâ Doğu’dan Yükseliyor / Tasavvuf
Bundan çok değil 20-30 yıl önce, gün geçmezdi ki, Batılı bir aydının kendi arayışı ile -genellikle de tasavvuf kanalı üzerinden- İslâm ile buluşması ve bu buluşmadan hâsıl olan güzelliklerle dolu eserlerin dilimize kazandırılması konusunda bir haber ile karşılaşmayalım. Ebubekir Siraceddin adını alan Martin Lings, Abdulkadir Es-Sufi olarak bilinen Ian Dallas ve Bosna cephesinde yararlılık gösteren ABD’li bir psikiatr olan Muhyiddin Şekûr ihtida ettikten sonra gerek yaşadıkları kişisel öyküyü, gerekse İslâm ile Batı’yı kıyasladıklarında ortaya çıkan güzellikleri yansıtan eserleri ile zihin dünyamızda seçkin birer yer edinmişlerdi. “Yirminci Yüzyılda Bir Veli”, “Gariplerin Kitabı”, “Su Üstüne Yazı Yazmak” eserleri bu ‘ruhanî arayış ve eriş’ serüvenlerini yansıtan yönleri ile yıllardır tasavvufa entelektüel mânada ilgi duyan gençlere mutlaka tavsiye ettiğim kitaplardır. “Kalb-Nefs-Ruh” adlı eserinde Robert Frager’in yaptığı çözümlemelerin benzerini bir “doğuştan müslüman”ın eserinde bulabilmek zordur.
Daha pek çok örnekle isimlendirebileceğim bu gelişme, İslâm’ı dünyaya bir insaniyet projesi olarak sunmak isteyen müslüman aydınlarda, “Kıyamet yaklaşırken güneş Batı’dan doğacak” işaretinin bir müjdecisi olarak algılanmışlardı. Bu algı gönüllerde yerleşirken, vakıanın boyutları tam anlamıyla bilinemiyordu. Bu konuda dikkate değer bir çalışma olan Dr. Ali Köse’nin “Niçin Müslüman Oluyorlar?” adı ile yayınlanan ve ne yazık ki, yurtdışında yapılmış olan akademik çalışması bazı somut ipuçları verse bile, olayın sosyal anlam ve önemini değerlendirmek için yeterli değildi. (Bu konuda ülkemiz ilahiyat fakültelerinin tasavvuf kürsülerine büyük bir görev düşmektedir.)
TASAVVUF’un ilk sayısında İslâm’ı ürküntü veren bir korku girdabına çevirmek isteyen İslamofobi tezgâhtarlarının “İslâm’ın içeriğinde; iyi ve iyilik, güzel ve güzellik namına hiçbir şey yoktur” söylemini yaymak istediklerini nakletmiştim. Buna karşı Müslümanların ve özellikle de tasavvuf ehli aydınların neler yapabileceklerini; neler yapmaları gerektiğini yazmazsam konu havada kalacak.
İslâm’ı bir şiddet dini, müslümanları diri diri insan yakan, kafa uçuran birer ‘sadist cani’ olarak gösteren sahnelerin, zihinlerden silinmemecesine tekrarlandığı bir dünyada, Batılı bir aydının kendi entelektüel arayışı ile İslâm’ın güzelliklerine vâsıl olma imkânı tamamen yok olmamış ise de, bu yolun oldukça daralmış olduğu bir gerçektir. Bunun sonuçları, önümüzdeki yıllarda daha net olarak ortaya çıkacaktır.
İslâm’ın içerisinde yaşanası güzellikler ortaya konulmazsa bugünün dünyasında yaşayan insanların zihninde ve gönlünde beliren bulanıklık, İslâm adına verilen görüntünün hiçbir cazibe arz etmemesi ile sonuçlanacaktır. Oysa yazımın başında bahsettiğim değerli entelektüel isimler, İslâm’da Batı uygarlığının onlara veremediği bir “şey”i bulmuşlar ve oradan yola çıkarak giderek derinleşen ve genişleyen bir çığırın öncüsü olmuşlardı. İşte o “şey” hakkında, daha çok şey var yazılması gereken…