Afganistan, Irak, Libya, Suriye… “Sırada Kim Var ?..”
– Suriye’deki Gözlem ve Tanıklıklarım –
Dr. Hayati BİCE
Beşşar Esed’e karşı atılacak adımların görüşüldüğü Tunus’taki “Suriye’nin Dostları” toplantısından dönerken 26 Şubat doğumlu olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na İstanbul’a dönüş uçağında doğum günü sürprizi yapılırken:“Suriyekimsenin şahsi mülkü değildir. Halkına savaş ilan eden bir rejim ayakta kalamaz.” dediği basına yansıdı. Esed rejiminin bir taraftan halkıyla savaşırken bir taraftan da “referandum yapıyorum” dediğini kaydeden Davutoğlu, “Böyle bir reform anlayışı olabilir mi?… Halkına savaş ilan eden bir rejimin ayakta kalma şansı da meşruiyeti de yoktur” diye konuşmuştu. [1]
Davutoğlu’nun bu sözlerini konu alan haberi TV’den işittiğimde, ister istemez, tam tamına üç yıl önce Suriye’ye yaptığımız ziyaret ve tanık olduğumuz sahneler hayalimde canlandı. 25-31 Ocak 2009 günleri bir tur grubu ile karayolundan yaptığımız bir yolculukla Suriye’de bulunup Haleb’den Busra’ya kadar uzanan -ve Suriye’nin hemen hemen tüm şehirlerini kapsayan- bir ziyarette bulunmuştuk. Dolaştığımız her yerde Suriye halkının samimi ve yakın ilgisine tanıklık ederken başkent Şam’da son Osmanlı Sultanı Vahideddin’in kabrinin avlusunda yer aldığı Süleymaniye külliyesinde başlanan restorasyon çalışmasına sevinmiştik. “Şam-ı Şerif”in şehir merkezinde bulunan Süleymaniye Külliyesi, Kanuni Sultan Süleyman’dan miras kalan bir Osmanlı mülküdür. Camiin yan bahçesindeki Osmanlılar Kabristanı ise bütün gezi grubunu hüzünlendirdi. Birçok gezi arkadaşımız, son Osmanlı Sultanı VI. Mehmed Vahideddin’in acıklı son yıllarının ve cenazesinin 16 Mayıs 1926’da vefat ettiği İtalya’nın San Remo kentinden Şam’a nakledilişinin ibretli öyküsünü dinlerken gözyaşlarına mani olamamıştı. [2]
Suriye’de iktidarda bulunan Beşşar Esed’in Baas partisi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Suriye ziyareti öncesinde jest olsun diye Suriye Meclisi’nden ”Son Osmanlı Padişahı Vahideddin” yasası çıkarmış ve Şam’daki Türk eserleri arasında bulunan Süleymaniye Camii, İmaret, Selimiye Medresesi, Arasta bölümlerinden oluşan Süleymaniye Külliyesi’nin, asıl özellikleri korunarak Türkiye tarafından restore edilmesine resmen izin verilmişti. [3]
Külliyede Çifte minareli Mimar Sinan işi bir Selâtin Camii ile havuzlu ferah avluyu çepeçevre saran medrese binaları mevcuttur. Yakın zamana kadar Suriye Askeri Müzesi olarak kullanılan bu medrese, restorasyon bittikten sonra Türkiye Kültür Merkezi olarak faaliyete geçecekti. İki ülke arasındaki ilişkiler bozulduktan sonra, restorasyonun hangi safhada kaldığını ve külliyenin akıbetini öğrenemedim.
Bu ziyaret sırasında, o günlerde çok sıcak olan Türkiye-Suriye ilişkilerinin sağladığı rahatlıkla, seyahatimizi sanki kendi ülkemizde dolaşıyor gibi rahat bir ortamda tamamlamıştık. Ziyaretimden sonra daha dikkatli olarak izlediğim Suriye haberleri de giderek renkleniyor, daha doğrusu renk değiştiriyordu. O günlerden tam 3 yıl sonra, -bugün neredeyse ilan edilmemiş bir savaş durumunda olan iki ülke olarak- Türkiye ile Suriye’nin şimdiki haline bakıp da şaşmamak mümkün değildir.
Suriye’nin Etnik ve Dinî Mozayiği
Gittiğim hemen her ülkenin tarihi, coğrafi ve etnik yapısı ile güncel demografisi hakkında bilgi sahibi olmağa çalıştığım için komşumuz Suriye’nin de verilerini incelemiştim. Genel bilgiler ötesinde ulaştığım bazı sonuçlar bu komşumuzdaki yönetim ilişkilerini çözebilmenin o kadar da kolay olmadığını göstermişti.
185.180 km2 yüzölçümü ile Türkiye’nin 1/5 kadar bir büyüklüğe sahip olan Suriye’de nüfusun 2000 başlarında onyedi milyon civarında olduğu tahmin ediliyordu. Buna göre ülkedeki demografik sıklık hemen hemen Türkiye’deki gibidir. Suriye’yi oluşturan insanların etnik yapısına bakıldığında Arab çoğunluk yanından ilginç bir çeşitlilik göze çarpacaktır. Nüfusun % 88 Arab, % 6 Kürt, % 3 Ermeni, % 1 Türkmen, % 1 Rum, % 1 Çerkesler, % 1 Süryaniler, Keldaniler, Nasturiler ve Yahudiler olarak sıralandığı resmî kaynaklardan çıkartılmıştır. Ancak Kürt ve Türkmen nüfusların olduklarından daha az gösterildiği iddialarını; din birliği nedeniyle kolayca oluşmuş olan etnik farklılık arz eden evliliklerin hepsinin Arab hanesine kaydedilmesi gibi resmî manüplasyondan söz edildiğini de kaydetmek gerekir.
Etnik yapıdaki bu çeşitlilik iş dinî boyuta geldiğinde daha da karmaşık bir hal almaktadır. Suriye’de nüfusun dinî yapılanması % 74’ü sünni müslüman, % 11’i Nusayri-Alevi [4]; % 3’ü Dürzi, % 0.8 İsmailî’dir. Bu şekilde ülkedeki müslümanların oranı %90’ı bulur.
Nüfusun % 10’a yakın bir kısmı da Hıristiyan gruplar arasında Ortodoks Grek, Ortodoks Ermeni ve Suriye Ortodoks kiliselerine bağlı Hıristiyan Arab olmak üzere üç ayrı grup vardır. Ülkede yaşadığı düşünülen 5000 kadar Yahudi ile 2000 kadar Yezidi ile Suriye’nin dinî çeşitliliği tamamlanır. [5]
Ülkedeki Şiî-Sünnî farklılığının en belirgin olarak izlenebileceği yer Şam’da yer alan Zeynebiyye semti idi. Semtte İran’ın büyük bir etkisi görülüyordu. Dükkânlarda çok sayıda İran İslam Devrimi önderi Ayetullah Humeyni ve Hizbullah önderi Hasan Nasrallah posterleri vardı. Hatta bir binanın cephesine Hz. Hüseyin (r.a.) resmini içeren koskocaman bir bez poster asılmıştı. Bir ikindi sonrası ziyaret ettiğimiz Şia inançlı Irak ve İran müslümanlarının aşırı bir ilgi gösterdiği bu semtte Hz. Rasulullah (s.a.v)’in torunu ve Hz. Fatıma Zehra ile Hz. Ali’nin sevgili kızları; Hz. Hüseyin’in kızkardeşi olan Hz. Zeyneb’in Kerbela faciasından sonra getirildikleri Şam’da vefatından sonra defnedildiği kabri üzerine yapılan türbe ve camiide büyük bir izdihama tanık olduk. Rehberimiz burasının her zaman böyle kalabalık olduğunu söyledi.
Yine Ma’lula isimli küçük bir kasabada dağlar arasında sıkışmış gibi duran tarihî kilise ve katedraller de bölgenin Hıristiyanlar için de önemli oluşunun kanıtı idi. Restore edilip pırıl pırıl bir vaziyette tutulan bu kiliselerin dünya Hıristiyanlarının manevi lideri Papa himayesinde olduğunu da kaydetmek gerekir.
Günlük Hayattan İzlenimler
Karayolu ile Suriye’ye geçtikten sonra ilk durak olarak konaklayacağımız Haleb şehrine kadar coğrafya Gaziantep-Kilis çizgisinin tıpkısının aynısı, devamı şeklinde idi. Resmî nüfusu sayımlarında Haleb’in %12’sinin ana dilini Türkçe olarak kaydettirmesi de önemli bir veridir. Bölgeyi iyi tanıyanların söylediğine göre bu oran gerçekte %20’den az değildir. Haleb’in en ünlü hekimlerinin, diş tabiblerinin Ermeni kökenli Suriye vatandaşları olduğunu öğrenmem şaşırtıcı oldu. Bu Ermeni kökenli Suriye vatandaşlarının 1915 yılındaki tenkil ile Anadolu’nun değişik yerlerinden buraya getirilen insanların torunu oldukları muayenehanelerindeki levhalardaki –Demirciyan, Kazanciyan, Kilimciyan gibi- soyisimlerinden kolayca anlaşılabiliyordu. Türkiye’de çoğu kimsenin dinî mahiyetini bilmediği Dürzîler’in ülkede ve askerî kadro içerisindeki etkinliği de kayda değer bir durumdu.
Haleb üzerinden Hama-Humus hattını izleyerek Şam’a ulaştığımızda çok canlı bir şehir hayatı ile karşılaştık. İnsanlar genellikle hayatından memnun görünüyordu. Çarşılardaki esnafın Türkiye’den gelenlere özel bir yakınlık gösterdiği hemen fark ediliyordu. Sultan II. Abdulhamid’in hatırası olan Hamidiye Çarşısı’nda yiyecek-içecek satan pek çok esnaf bir şeyler ikram etmek için grubumuzu dükkânlarına davet ediyordu. Kısa süreli bir Arabça kursu için Şam’a gelen bir genç dostumun kiraladığı evde, misafir olarak sabah çayını içerken 30-40 bin kadar Türkiye vatandaşı öğrencinin değişik eğitim kurumlarında -çoğunlukla dinî- eğitim aldıklarını öğrenmiştim.
Yollardaki kavşaklarda, meydanlarda yer yer büyük boy Beşşar Esed portreleri görülse de Saddam dönemindeki Irak’ın görünümü kadar rahatsız edici değildi; hatta bazı yerlerde Hafız Esed’in devasa portrelerinden oluşan levhalar kaldırılmamış, zamanın tahribatı ile yıpranmış olarak yerlerinde duruyorlardı.
Yönetim Nusayrî olmasına rağmen rağmen ehl-i sünnet anlayışına göre tedrisat yapan medrese ve “camia” denilen üniversitelerin çalışmasına izin verilmişti. Suudî Arabistan’ın tasavvufî oluşumlara ve tarikatların toplu zikir gibi faaliyetlerini engellemesine karşılık Haleb’deki, Şam’daki pek çok merkezde zikir meclisleri toplanıyordu. Beş günlük kısa ziyaretimizde Haleb ve Şam’da böylesi iki zikir meclisine rastlamamız bunun bir göstergesi olabilirdi. Önemli bir Nakşbendî geleneğinin sürdürücüsü olan Kuftaro ailesinin Esed yönetimi ile ilişkisinin bu serbestlikte etkisi olduğu söyleniyordu.
Kadınların çoğunluğu tesettürlü idi; ama Suud’daki, Irak’daki gibi çarşaflı gibi örtünme tarzından ziyade daha modernize bir tesettürün benimsendiği fark ediliyordu. Bir gece Şam manzarasının seyri için çıkılan Cebel-i Kasiyyun dağına gittiğimizde ortalık ana/baba günü denilebilecek kadar kalabalıktı. Şam’lı aileler, çoluk-çocuk bir arada Şam manzarasının en güzel bir şekilde görülebildiği bu yamaçtaki lokantaları/fast food büfelerini doldurmuştu. Tek kelime ile gördüğümüz yerlerde halkın neşesi yerinde idi.
Grubumuzdaki Arabca bilen, meraklı bir arkadaşın vaazlarını aradığı ünlü Arab vaizlerin kaydedilmiş CD’leri, her yerde serbestçe satılıyordu. Hafız Esed döneminde uğradığı saldırının gönlümüzde acıklı bir yara açtığı Hama’da kıldığımız Cuma namazı öncesi imamın okuduğu hutbede yaklaşık bir saat süre ile “cihad” ve Filistin”den bahsetmesi de dikkat çekici idi. Cuma namazı sonrası, açılan sergilerle cemaatten HAMAS için yardım toplandığını da kaydetmeliyim. Bütün bu küçük ayrıntılar, ülkedeki dinî hayat için önemli ipuçları taşıyordu. Bu yönleri ile derinlemesine bir gözlemin sonucu olmasa bile Beşşar Esed yönetimindeki Suriye’nin diğer Arab ülkelerine kıyasla hemen her yönden daha ileri bir seviyede olduğu söylenebilirdi.
Suriye’nin İslâm Kültür Mirası Yönünden Önemi
Suriye İslâm tarihinden birçok izi ve ismi barındırır. İslâm’ın ilk yıllarında müslümanlar eline geçen Suriye toprakları Hz. Muhammed, henüz peygamber olarak tebliğine başlamadan henüz küçük bir çocuk iken bir ticaret kervanı ile geldiği Busra’da, peygamberliğini müjdeleyen rahip Bahira’nın manastırını barındırır. Busra’da rahip Bahira’nın Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdelediği yerde yapılan küçük mescid bugün de ibadete açıktır. (Bkz: FOTOGALERİ)
Yukarıda bahsettiğim ehl-i beytten Hz. Zeyneb’in kabri yanında, Kerbela’da kesildikten sonra Şam’daki Emevi sultanına getirilen Hz. Hüseyin’in vücudundan ayrılan başı da Şam’da bulunan ünlü Emeviyye camiinin bir kenarında toprağa gömülmüş ve zaman içerisinde ziyaretgâh olarak özellikle Şiî Müslümanlar nezdinde önemli bir kudsiyet kazanmıştır. (Bkz: FOTOGALERİ)
Yine Şam’da bulunan Hz. Bilal’i Habeşî, Abdullah ibn Ümmü Mektûm, Ebud-Derdâ gibi seçkin sahabelerin kabirleri ülkenin müslümanlar için önemini arttırır. Yine Şam’da yer alan Muhyiddin-i Arabî [6], Halid-i Bağdadî, Abdullah Dağıstanî [7] türbeleri tasavvuf ehli müslümanların ziyaret etmeden geçemeyecekleri makamlardır. Haleb’deki Hz. Zekeriya, Şam’da Emeviyye Camii içerisindeki Hz. Yahya peygamberlerin türbeleri de İslam tarihi yönünden önem arz ederler. Şam’da bulunan Selahaddin Eyyubî ve Humus’daki Halid bin Velîd türbeleri ile bir kasaba yakınındaki Ömer bin Abdulaziz türbeleri de ülkenin önemli ziyaretgâhlarındandır.
İslâm Tarihinin Gözbebekleri Birer Birer Tahrib Edilirken…
Saddam Hüseyin’in despotik idaresine son verme bahanesi ile A.B.D. tarafından işgal edilen Irak2ın Bağdat’ı süsleyen Hanefilerin mezheb imamı İmam-ı Azam Ebu Hanife Camii/Türbesi ve Kadirîlik tarikatının kurucusu Abdulkadir Geylanî Türbesi’nin uğradığı fizikî saldırılar, Şam’daki İslam mirası konusunda da beni kaygılandırıyor.
Yıkılan duvar ve çatılardan, tahrib edilen minare ve kubbelerden daha da önemli olarak, İslam coğrafyasında farklı mezheb ve eğilimlere sahip müslümanlar arasına ekilen kin ve nefret tohumlarının yol açacağı tahribatı ise düşünmek bile istemiyorum. Destanî bir direniş ile Rusları ülkelerinden kovan mücahid gruplarının özgür hale gelen Afganistan’da birbirlerinin gırtlağına sarılacak, kanına ekmek doğrayacak hale geldiğini gördükten sonra, aynı filmin Suriye’de çekilecek sahnelerini tahmin edebiliyorum. Afganistan’da hepsi de Türk kökenli olan Türkmen, Özbek ve Hazaralar arası kanlı kabile çekişmelerini bilmem konunun milliyetçilik ötesinde boyutları olduğunu gösterirken bu endişemin haksız olduğu söylenemez.
Haleb’de bir ikindi ile akşam namazı arasında, zikir meclisine konuk olduğumuz Kerimiyye Camii’nde ziyaret ettiğimiz Hz. Rasulullah (s.a.v.)’in ayak izinin (Bkz: FOTOGALERİ) menkıbesini bize anlatmağa çalışan sufinin, hangi sokakta hangi tetiğe basılarak öldürüleceğini az-çok tahmin edebiliyor ve buna isyan ediyorum.
Ya Haleb’de onurumuza düzenlenen yemekten sonra Türkiye’de dergâhlar, 1925’de sırlandıktan sonra, Haleb’e taşınan Mevlevihane’de sema yapmayı öğrenen, tennuresi ayaklarına dolaştığı yürümekte zorluk çeken 7-8 yaşlarındaki sevimli çocuğun, rastgele bir bombalı araç saldırısı ile paramparça olduğunu kim görmek ister?
Bu sahnelerin, 2003’deki ABD işgalinden buyan, hatta bugün bile hergün yaşandığı Irak şehirlerini, şöyle hatırlarsanız bu endişelerimin de haksız olduğu söylenemez.
“Suriye kimsenin şahsî mülkü değildir” ; Türkiye de…
Sürekli olarak Türkiye’nin Suriye’deki sorunun kansız bir şekilde çözümü için çaba harcadığını söyleyen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye’nin BOP projesi kapsamında sınırları yeniden belirlenecek 22 ülkeden kaçıncısı olduğunu ABD’li mevkidaşı Hillary Clinton’a sormak nasıl olur da aklına gelmez?
Yazımın başında belirttiğim üzere Davutoğlu gazetecilere açıklama yaparken hazırlanan pastayla gelen kabin görevlileri ve Dışişleri Bakanlığı personeli, yanında Finlandiya Dışişleri Bakanı Erkki Tuomioj da Davutoğlu’nun doğum gününü kutlamıştı. Kutlamanın ardından gazetecilerin sorularına cevap veren Davutoğlu, “Tunus’taki toplantının en önemli unsurlarından birisi Suriye Ulusal Konseyi’nin meşru bir temsilci olarak kabul edilmesidir” demiş ve “Artık küresel ölçekte olsun bölgesel ölçekte olsun her oluşan masada biz varız” diye konuşmuştu. [8]
Uçakta düzenlenen sürpriz doğum günü partisinden sonra Davutoğlu, yaptığı açıklamada: “Suriye, mübalağasız, Ortadoğu barışı açısından jeopolitik bağlamda en önemli ülke. Suriye’nin bölgesel barış için bir an önce halkın talepleri doğrultusunda yeni bir yapıya kavuşması lazım” derken acaba benim düşündüklerimi, hissettiklerimi ne kadar paylaşıyordu? Keşke imkânım olsa da, bu soruyu o uçakta doğrudan kendisine sorabilseydim.
Sanıyorum yaş pastasının yumuşak dilimleri, Türkiye’ye geldikten sonra yaptığı bir açıklamada: “Suriye kimsenin şahsi mülkü değildir. Hiçbir grubun, partinin, ideolojinin de mutlak hâkimiyetinde değildir. Suriye, Suriye halkına aittir. Hiçbir dış güce de ait değildir.” diyen Davutoğlu’nun boğazına –sanıyorum- bir taş gibi takılırdı.
Yoksa çok mu fazla iyimserim?!
_________________________________________
İletişim: http://www.hayatibice.net
[1] Davutoğlu: “Suriye kimsenin şahsi mülkü değil!”, 26.2.2012.
http://haber.ihlassondakika.com/haber/Turkiye-Gazetesi—Suriye-kimsenin-sahsi-mulku-degil—4862_457644.html
Sultan Vahideddin’in Şam’daki mahzun kabri için bkz: FOTOGALERİ. [4] Suriye’deki iktidarı elinde tutan azınlık olan Nusayrîler, Türkiye’deki Alevi’lerden farklı bir mezheb olupHz. Ali ‘nin Allah olduğuna inanan bir kitledir. Hıristiyan inancındaki teslise (üçlemeye) benzer (Allah-Muhammed-Ali şeklinde) bir inanç sistemleri vardır. [5] Ayrıntılar için bkz: Yasin Atlıoğlu, “Suriye Arap Cumhuriyeti’nde Etnik ve Dini Yapı”,http://heartoforient.blogspot.com/2006/01/suriye-arap-cumhuriyetinde-etnik-ve.html [6] Yavuz Sultan Selim Şam’a girdiğinde ortaya çıkartılan Muhyiddin-i Arabî Hz.nin kabrinin bulunması hakkındaki menkıbe çok meşhurdur. “Sin Şın’a vasıl olunca” şifreli bu menkıbe özetle şöyledir: 1240 yılının bir cuma gecesi, Rıhlet (Geçmek, göçmek) kelimesinin bir remzi olarak yetmiş beş yaşında bu dünyadan ayrılan Muhyiddin ibn Arabi, bugünkü Şam’ın Salihiyye mevkiinde gömüldü. Bir süre sonra mezarı kayboldu. Ta ki, Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinde Şam’a uğrayıp kabrini buluncaya kadar… Zira, Muhyiddin Arabî bir kitabında: “Şin Şın’a girerse benim kabrim ortaya çıkar” demişti. Yavuz Sultan Selim, Şam’a girince manevî bir işaretle Muhyiddin Arabî’nin mezarı buldurtup,üzerinde mükemmel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırdı. Yavuz Sultan Selim tuğralı türbenin girişi için bkz: FOTOGALERİ. [7] Abdullah Dağıstanî Hz., Şeyh Şamil silsilesinin Türkiye’deki temsilcilerinden birisi olarak görevli iken 1936’da Yalova’dan Şam’a göç etmiş ve 1973’deki vefatından sonra Şam’da teşkil ettiği mescid/dergahta toprağa verilmiştir. Bugün Cebel-i Kasiyyun olarak bilinen semtte bulunan Abdullah Dağıstanî Mescidi/Türbesi Beşşar Esed’in onayı ile Cuma namazı kılınmasına izin verilen bir dinî merkez olarak dünyanın dört bir köşesinden gelen sufilerin buluşma yerlerinden birisidir. bkz: FOTOGALERİ. [8] Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve BM Genel Kurul Başkanı Nassir Abdülaziz Al-Nasser, “Suriye İçin Arabuluculuk Konferansı” çerçevesindeki görüşmelerinin ardından ortak basın toplantısı düzenleyerek gazetecilerin sorularını cevapladı. Zirveye Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yanı sıra BM Genel Kurulu Başkanı El Nasır, Finlandiya Dışişleri Bakanı Tuomioja ve Brezilya Dışişleri Bakanı Patriota katıldı. Davutoğlu, Türkiye’nin Şam yönetiminden net olarak ne beklediğinin sorulması üzerine, Türkiye olarak Suriye’de sorunun kansız bir şekilde çözümü için çok çaba harcadıklarını söyledi. “Suriye’den beklentimiz Arap Ligi planını derhal kabul etmeleri ve bu plan çerçevesinde uluslararası toplumun büyük çoğunluğunun, 137 ülkenin, benimsediği bu plan çerçevesinde gerekli adımları atmaları ve daha sonra da Suriye’nin geleceğini Suriye halkına tevdi etmeleridir. Suriye halkının sesine imkân verilmelidir. Önce bu plan kabul edilmeli, sonra da adil şartlarda Suriye halkının kendi sesini duyurabileceği rahatlıkla katılabileceği seçimlerle demokratik yollarla kendi yönetimini belirlemelidir. İstediğimiz, beklentimiz bu.” Toplantıda Davutoğlu’nun yaptığı konuşmanın metni için bkz.
http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-davutoglu-arabuluculuk-barisin-en-onemli-araclarindan-biridir.tr.mfa