TÜRKİSTAN’DA İSLAM’IN BUGÜNÜ
ÜZERİNE GÖZLEMLER VE YARININA DAİR TEKLİFLER *
Dr. Hayati BİCE
1991 yılında ortaya çıkan gelişmeler sonunda kısa sayılabilecek bir süreç içerisinde “bağımsız devlet” statüsüne kavuşan eski Sovyet cumhuriyetlerinde İslam’ın bugünkü durumu ve meselelerini ele alırken bazı hususları gözönünde bulundurmak gerekmektedir. Eski Sovyet cumhuriyetlerinden Türk ve Müslüman kökenli halkların yaşadığı ülkelere baktığımızda 1991 yılından bu yana geçen sürede bazı farklılaşmalar ortaya çıktığı görülmektedir. Bu ülkelerden en büyüğü Tataristan olmak üzere bir kısmı özerk cumhuriyet ve bölgeler olarak halen Rusya Federasyonu bünyesinde yer almakta ve gevşemiş de olsa bir Rus tahakkümünün devamı hissedilmektedir. Kamuoyunda Türk Cumhuriyetleri denildiğinde akla gelen Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan ile Azerbaycan ise son 5 yıllık dönemde bağımsızlık yönünde önemli mesafeler katetmişlerdir.
Bu yazıda Sovyet sonrası dönemde işte bu bağımsız cumhuriyetlerde İslam’ın bugünkü durumu üzerine bölgede yaşadığımız günlerde gözlemlediğim gelişmeleri dikkate alarak bazı tesbit ve tekliflerde bulunacağım. Azerbaycan gerek coğrafi gerekse dini hayat yönünden Türkistan Cumhuriyetleri olarak bir arada anacağımız Orta Asya bölgesindeki ülkelerden farklı bir durum arz etmesi nedeniyle bu değerlendirme dışında tutulacaktır.
Türkistan’da İslam’ın Tarihî Yapılanması
Hicretin 2. yüzyılından başlamak üzere İslam ordularının Türkistan sınırlarına nüfuz etmesiyle beraber Orta Asya, İslam dininin tebliği ile yüzyüze gelmiştir. Özellikle bugünkü Özbekistan’da bulunan Maveraünnehr havzası ve bu havzanın Buhara, Semerkand gibi şehirleri bir yüzyıl içerisinde İslam medeniyetinin önde gelen merkezleri arasına dahil olmuşlardır.
İslam orduları ile Orta Asya’ya gelen sahabe ve tabiinden müslümanlar bölgede yerleşerek ve bölge halkı ile akrabalık ilişkileri geliştirerek İslam’ın toplum içinde derinlemesine nüfuz etmesinde ve daha sonraki Türkistan İslam’ının teşekkülünde büyük rol oynamışlardır. Bu tarihî vetirenin bugünkü izlerini araştırdığımızda Orta Asya’nın pek çok köşesindc sahabe kabirlerinin varlığını tesbit edebiliyoruz. Bunlara bir örnek vermek gerekirse Semerkand’daki Şah-ı Zinde kabristanında türbesi bulunan Hz. Muhammed (S.A.V.)’in amcaoğlu olduğu tarihen sabit olan Kusem ibn Abbas (R.A.)’ı zikredebiliriz.
İslam orduları ile gelen müslümanların bölgede yaptığı evliliklerin bugünün Türkistan’ındaki en göze çarpan sosyolojik tesirini Kazakistan’da çok büyük bir kabile oluşturan “Hoca soyu” örneğinde tesbit etmek mümkündür. Bazı yönleri ile bilhassa Sovyet döneminde ortaya çıkan bir savunma refleksi ile bir “kast” özelliği kazanmış olan “Hoca soyu”nun kökenini araştırdığımızda bu ailelerin Orta Asya’ya gelmiş olan İslam ordularındaki askerlerle bölge halkından kadınlar arasındaki evliliklere dayandığı kolayca anlaşılmakladır. Bazı sahih şecereler bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Orta Asya müslümanlığındaki ilk öncü isimlerden biri olan ve Seyhun boyunda ıssız bir bozkırdaki türbesinde yatan Horasan Bab isimli efsanevi zatın Abbasi hükümdar ailesinden Abdülcelil isimli bir ordu komutanı olduğu bu şerecerelerden birisinde görülmektedir.
Orta Asya’ya intikal eden İslam yaklaşık bir asır süren mayalanma sürecini takiben İslamî ilimlerin bütün alanlarında zirve isimlerin yükselmesini sağlayan bir yapılanma göstermiştir. Hadis alanında türbesi Özbekistan’ın Semerkand yakınlarında bulunan İmam Buhari (K.S.), türbesi Tirmiz şehrinde bulunan İmam Tirmizi (K.S.), Tefsir alanında Türkmenistan’ın Köhne-Ürgenç şehrinde yatan Fahreddin Razi (K.S.), Akaid alanında Semerkand’da medfun İmam Maturidi (K.S.) bu zirvelerden eserleri ile bütün İslam aleminde tanınmış yıldız isimlerdir: Bu isimler yanında ilgilisi için çok şeyler ifade edecek İmam Serahsi, Nesefi, Pezdevi (K.e.e.) gibi daha pek çok ismi saymak da mümkündür.
“Türkistan ve İslam” denince hiç gözardı edilemeyecek bir husus ise tasavvufun bu bölgede üstlendiği yönlendirici ve belirleyici roldür. İslam ta-savvufunun bugün bütün dünyada ve Türkiye’de en yaygın versiyonu olan “Nakşbendiyye” tarikatının ismini aldığı Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buhari (K.s.) yanında bu tarikatın silsilesinde büyük yeri olan Abdulhalık Gücdüvani, Hoca Ali Ramiteni, Seyyid Emir Külal, Alaaddin Attar, Yakub Çerhi, Ubeydullah Ahrar… (K.e.e.) gibi isimler Orta Asya’nın İslamî hayatının temel taşı olan isimler olarak görülmektedir. Diğer yandan Orta Asya ve Dünya Türklüğünün İslamî mirası üzerinde büyük payı olan Hoca Ahmed Yesevi (K.s.) ise başlı başına bir zirve olarak Türkistan bozkırlarına ruh vermeğe devam etmekledir.
Nakşbendiyye tarikatında çok önemli bir yeri olan Özbekistan’da medfun Abdulhalık Gücdüvani (K.s.) ile Kazakistan’da medfun olan Hoca Ahmed Yesevi (K.s.)’nin ortak piri Yusuf Hemedani (K.s.)’nin kabrinin Türkmenistan’da bulunduğunu ifade edersek tasavvufun bugünkü Orta Asya Türk cumhuriyetlerini nasıl koparılamaz bir şekilde manevi olarak birbirine bağladığı kısmen anlaşılabilir.
Sovyet Döneminde Orta Asya’da İslam
1917 komünist ihtilali sonrasında yaklaşık 10 yıl içerisinde bütün direniş unsurlarını ortadan kaldıran Sovyet Rus yönetiminin en ağır baskısına maruz kalan gruplar aydınlar ve dini hayatın önde gelen isimleri olmuştur. Direniş yıllarında pek çok alim ve sufi çeşitli cephelerde hayatını kaybetmiştir. Ancak bu döneme ilişkin hiçbir belge ve yayın ortaya çıkarılamadığı için bu yıllardaki katliamlara ilişkin somut bir veriye sahip değiliz. Basmacılar hareketinin sona ermesinden sonra Türkistan’ın manevi hayatına önderlik eden kadroların bir kısmı Afganistan ve hatta oradan da Arabistan’ın Hicaz bölgesine hicret etmişlerdir. Bugün özellikle Medine-i Münevvere’de bir koloni oluşturabilecek bir nüfusa ulaşmış olan Türkistanî ve Buhari’lerin dedeleri genellikle Türkistan’ın işgal yıllarında Rus işgaline karşı çarpışmış mücahid ve alimlerdir.
Lenin’den sonra iş başına gelen Stalin ise uyguladığı politikalarla tam bir genosidi gerçekleştirerek 2. Dünya Savaşı öncesinde bazı mahalli komünist yöneticiler de dahil olmak üzere Kafkaslardan Türkistan’a bütün Türk Yurtlarında yaklaşık 10 -on- milyon aydın insanı katletmiştir. Bu katliama ilişkin arşiv belgeleri ve bilgiler Kruşçev dönemindtn itibaren bizzat Ruslar tarafından açıklanmış ve yapılan katliamlar adeta Stalin’e fatura edilerck bir nevi özür dilenmiştir. Özellikle Glasnost döneminin ilk yıllarında Stalin’in ortaya koyduğu genosid politikası bütün vahşetiyle ve KGB belgelerine dayanılarak dünyanın gözü önüne serilmiştir.
Stalin döneminde uygulanan bu genosidin başlıca hedeflerinden birisi olan din alimleri ve tasavvuf önderlerinin yok edilmesi, toplumun İslamî hafızasının bir anda kaybına benzer bir duruma yol açmıştır. Hatta en ufak İslamî bir tezahür dahi KGB tarafından rapor edilerek ortadan kaldırılmıştır. Evlerinde başla Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslamî kitaplar ve hatta Arabî yazılı herhangi bir eser bulunan insan takibata uğratılarak en iyi ihtimalle Sibirya’nın haber alınamayan çalışma kamplarına sürgün edilmişlerdir. Bu genosid derecesindeki kıyımın vahametini anlatmak isteyen bir Kazak Türk’ü bir zaman geldiğinde cenazeleri tekfin edip toprağa verecek derecede İslamî bilgi sahibi insanların neredeyse kalmaması sonucunda pek çok cenazenin yakın bir yerden bu işlemi yapabilecek birisi gelene kadar günlerce bekletilerek toprağa verilebildiğini gözleri yaşararak dile getirmişti. (Halen Samanyolu TV kanalında Salı günleri yayınlamaya devam edilen ve yönetimini Sayın Yavuz Bülend Bakiler’in üstlendiği “Bizim Türkümüz” adlı belgeselde bu tür uygulamaların pek çoğu bölge insanları tarafından dile getirilmekledir).
İslam üzerindeki bu ağır baskı döneminden cami, mescid ve türbeler de nasibini almış, pek çoğu yerle bir edilirken bir kısmı da tahkir edilmek maksadıyla başka işler için kullanılmıştır. Bu başka işler arasında bu dini mekanların bütün varlığına ters düşen turistik bir gece kulübü açılması, ateizm müzesi oluşturulması gibi kasıtlı uygulamalar özellikle dikkat çekmektedir. Bu uygulamalarla müslümanlara karşı ağır bir psikolojik savaş açıldığı delillidir. İmam Buharî (K.s.)’nin çok hoş bir bahçe içerisindeki türbesini 1993 yılında ilk kez ziyaret ettiğimizde türbedarı İmam Buhari külliyesinin bir zamanlar pamuk deposu olarak kullanıldığını anlattığında tüylerimin diken diken olduğunu bugün gibi hatırlıyorum. İstisnasız bütün cami ve türbeler bu şekilde asli fonksiyonlarından uzaklaştırılmıştır.
Özellikle Orta Asya İslamı’nın teşekkülünde büyük rolü olan türbelere ziyaret için gelenler KGB tarafından tesbit edilerek ziyaretçi eğer devletin herhangi bir daire, fabrika ve işletmesinde çalışıyor ise sorgulanarak işine son verilmiştir. Bu takibatın hem Kazakistan’daki Yesevi külliyesini, hem de Buhara’daki Nakşbendi külliyesini ziyaret edenlere uygulandığını farklı kişilerden farklı zamanlarda işitmem –sanıyorum- anlatılanların bir rivayetin ötesinde gerçekliğini ortaya koyar. Hatta daha 1991 yılına kadar Şah-ı Nakşbend (K.s)’in türbesini ziyaret edenlerin “psikolojik bozukluk” iddiasıyla tedaviye sevkedildiği dahi vaki olmuştur.
1943 yılında Almanlara karşı savaşan Sovyet ordusunun gerilemesi karşısında askerlerde ortaya çıkan moral bozukluğuna karşı Stalin’e dini duyguları kullanma fikri empoze edilmiş ve bu düşünce ile başta Rus Ortodoks kilisesi olmak üzere dini nitelikli kurumlara kısmi bir serbestiyet getirilmiştir. Bu cümleden olarak müslümanların da kendi dini müesseselerini kurmalarına ağır bir denetim altında kısmen müsaade edilmiştir. Bu yumuşamanın sonucunda büyük yerleşim yerlerindeki camilerin yeniden faaliyete geçirilmesi söz konusu olmuştur. Asıl önemli gelişme ise Buhara’daki Mir Arab Medresesi ile Taşkent’teki Tilla Şeyh Külliyesi’nde İslamî eğitim kurumlarının kısıtlı ölçüde de olsa öğrenci kabul etmelerine izin verilmesi olmuştur. Bu medreselere sadece Orta Asya’dan değil Kazan’dan Kafkasya ve Azerbaycan’a bütün Türk bölgelerinden öğrenciler yatılı olarak gönderilmiş ve böylece neredeyse tamamen silinen İslamî kimliğe sahip çıkma ihtimali olan bir kadro yetişebilmiştir.
Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Hadis gibi dersler yanında “Komünist Parti Tarihi”, “Diyalektik Materyalizm” gibi ideoloji derslerinin de zorunlu olarak okutulduğu bu “acaib” eğitim kurumlarından yetişen öğrenciler arasında devlete ve özellikle KGB’ye hizmet eden kötü örnekler çıkmışsa da pek çok salih insan da yetişme imkanı ‘bulmuştur. Orta Asya ve Kafkasya’da belirli düzeyde İslamî hassasiyetlere sahib dini ünvan taşıyan bütün insanların bu medreselerden yetiştiğini bizzat müşahede etmem, bana Allah (C.C)’ın dinini Stalin gibi şedid bir kafir eliyle dahi güçlendirebileceği ilahi hükmünü hatırlatmıştır.
İkinci dünya savaşı sonrasında Türk dünyasında ortaya çıkan kısmi dini serbestiyetin yol açması muhtemel gelişmeleri kontrolde tutmak isteyen Sovyet devleti, dini otoriteyi sağlamak üzere “Orta Asya ve Kazakistan Dinî İdaresi” ve “Kafkasya Müslümanları Dinî İdaresi” adları ile iki ayrı müftülüğe organize ederek resmi nitelikli bir dini yapılanmayı gerçekleştirmiştir. Bu müftülükler resmi ideoloji ile müslüman toplum arasındaki ilişkileri yumuşatan bir katalizör görevi üstlenmiştir ve nikah, cenaze işlemleri gibi zaruri dini vecibelerin ifasında ve böylece toplumun İslamî kimliğinin korunmasında büyük önem arzeden bir rol oynamışlardır. Bu resmi İslam’ın müslümanların mı yoksa rejimin mi lehine bir fonksiyon ifa ettiği tartışılabilir olsa bile, bir fonksiyonu ifa ettiği ortadadır. Bu fonksiyonunun ifası için dini idareye verilen rolü üstlenenlerin, başlangıçtaki senaryoya tam anlamıyla sadık kaldığı kanaatinde değilim. Bu rol değişimini ister şuurla yapmış olsunlar ister şuursuzca dini figürler, komünist sistemin Müslümanlar üzerindeki kimliksizleştirme operasyonuna ilk ve en büyük darbeyi böylece vurmuşlardır. (Bu noktada acizane “Fail-i mutlak”(C.C)’ın yegane senaristliğine tekraren dikkat çekmek isterim.)
Stalin sonrasında Orta Asya Dinî İdaresi, Sovyet yönetimi ile sosyalist eğilimlerin hakimiyetindeki İslam ülkeleri arasında gelişmeye başlayan siyasî ve kültürel ilişkilerde bir vasıta olarak kullanılmaya da çalışılmıştır. Bu meyanda Sovyetler Birliğindeki İslamî eğilim kurumları olan birkaç medreseyi bitiren öğrencilerden seçilen küçük öğrenci grupları Arapça ve İslamî dersleri almak üzere Libya başla olmak üzere Tunus, Cezayir gibi ülkelere gönderilmiştir. Bu suretle yaklaşık yarım asır tüm İslam ülkeleri ile maddi-manevi bulun bağları koparılan Orta Asya müslümanlarından küçük de olsa bir grubun İslam dünyası hakkında bir fikir sahibi olabilmeleri ve nisbi bir ufuk genişlemesi mümkün olmuştur. Arabça diline vakıf olan bu öğrencilerden bir kısım Sovyet döneminde Türkistan’da basılmış olan Kur’an-ı Kerim meali, Hadis seçmeleri gibi Kiril harfli birkaç eserin olsun ortava çıkarılmasını sağlayarak büyük bir hizmeti ifa etmişlerdir.
Sınırlı da olsa İslam ülkeleri ile sağlanan bu ilişkinin hesap edilmeyen bu faydaları yanında -sanıyorum önceden planlanmamış- bir zararı olmuştur ki o da bu öğrencilerin Arab ülkelerindeki İslam sosyalizmi veya Selefi anlayışların Türkistan’a nakledilmesinde aracı rolü üstlenmeleridir. Gittikleri ülkelerdeki selefi akımların kolayca etkisinde kalan bu yetersiz bilgili Türkistanlı öğrenciler kendi dini tarihlerinin en büyük zenginliği olan tasavvufi hayatı, geri kalış ve esaretlerinin sebebi olarak suçlama bahtsızlığına düşmüşlerdir. Bu konuda tam anlamı ile haksız olduklarını iddia edemesek de bu tasavvuf düşmanı tavır, halkın dini duygularının ayakta kalmasını sağlayan yegane zahiri unsur olan evliya türbesi ziyaretlerinin yasaklanması gibi bazı tefrit noktalarına kadar ulaşmıştır.
1992 yılının Ağustos ayındaki ilk Buhara ziyaretimizde Şah-ı Nakşbend Külliyesi’nin avlusuna asılan kocaman tabelalarda klasik tasavvuf düşmanı anlayışın ibareleriyle kabir ziyaretinin “şirk” olduğuna dair ifadeleri gördüğümde şaşırmıştım. Bu tabelaların altındaki imza ise şu anda Suudi Arabistan’a sürülmüş olan o zamanki Orta Asya Müftüsü Muhammed Sadık’a aitti.
Bağımsızlık Sonrası İslamî Gelişmeler
a- Yerel bazdaki gelişmeler:
1991 yılında Türkistan Cumhuriyetleri “bağımsız devlet” statüsüne geçmesine rağmen ülkede yönetim kadroları hiç değişmeden idareyi ellerinde tutmaya devam etmişlerdir. Bunun tabii sonucu olarak komünist dönemde şekillenmiş zihniyette de köklü bir değişim olmamıştır. Siyasi platformdaki olumsuzluklara rağmen ülkede halk düzeyinde İslamî bir ilginin ortaya çıkması bu dönemde gözlenen önemli bir olgudur. Kısmen daha serbest bir ortama kavuşan halk elinden geldiğince İslamî hayatın canlanması yolunda çalışmalara başlamıştır.
Bu çalışmaların en göze çarpanları yeni cami ve mcscidlerin yapımı ve açılan Kur’an-ı Kerim kurslarıdır. Özellikle tarih boyunca köklü bir İslamî geleneği yaşatmış olan Özbekistan bölgesinde pek çok cami ve kursun faaliyete geçirildiğine bizzat şahid oldum. Son olarak bu Ramazan Bayramı’nda İslamî eğilimlerin oldukça zayıflatılmış olduğu Kazakistan’dan geçilen bir haberde son dönemde açılan mescid ve cami sayısının beş bini bulduğu bildiriliyordu ki sadece bu bile İslamîleşme sürecinin ne derecede ivme kazandığına delil olabilir. Bu arada Taşkent’te Tilla Şeyh külliyesindeki İmam Buharî Yüksek İslam Enstitüsü ve Kökeltaş Medresesi, Buhara’daki Mir Arab medresesi gibi büyük eğitim merkezlerinde ciddi İslamî eğitim programlarının uygulandığı görülüyordu.
İslamî her türlü devlet tezahürüne susamış olan halklarının gönüllerini alma çabalarının da katkısı ile Özbekistan devlet başkanı İslam Kerimov ile Türkmenistan cumhurbaşkanı Sefer Murad Niyazov’un ayrı ayrı umre ziyareti yapmaları da İslam’a karşı bir iyiniyet gösterisi olarak algılanmıştı. Şu anda Hacc döneminde her yıl yaklaşık 5-10 bin Türkistan müslümanının Hac için S. Arabistan’a gitmesine izin verilmekledir. Bu bile ancak birkaç yüz kişinin Hacc’a gidebildiği Sovyet dönemine göre olağanüstü bir gelişmedir.
İslamî mirasın yeniden canlandırılması çalışmalarının zirve noktası ise 1993 yılı sonbaharında düzenlenen bir törenle Şah-ı Nakşbend Külliyesi’nin restore edilerek yeniden ziyarete açılması olmuştu. Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahaeddin Buhari (K.s.)’nin 675. doğum yıldönümüne denk getirilen bu törenin Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov’un katılımıyla düzenlenmesi Türkistan’da yeni bir dönemin başlangıcı olarak algılanmıştı. Ancak kısa bir süre Tacikistan’da Afganistan’dan etkilenen bir kısım müslümanın silahlı bir siyasî mücadeleye girmeleri Özbekistan’dan Kazakistan’a kadar bütün Orta Asya’da “fundamentalist İslam” tehlikesi olarak Batı’nın sunduğu tehdidin mevcut yönetimlerin ürkmesine yol açmış ve İslamî faaliyetler yeniden denetim altına alınmağa çalışılmıştır. Bu ürkme, Türkiye’deki bir Risale-i Nur cemaatinin Türkistan bölgesinde açtığı okullar üzerindeki denetimin de sıklaştırılmasına ve faaliyet alanlarının sıkı sıkıya kontrol edilmesine yol açmıştır.
Özbekistan yönetiminin dini politikasında bağımsızlık sonrası bir dalgalanma müşahede edilmektedir. Başlangıçta İslamî eğilimlerin halk içinde güçlenmesi yolundaki çalışmalara kısmen göz yuman yönetim, bu eğilimler ciddi bir düzeye ulaşınca bazı kısıtlamaları uygulamaya başlamıştır. Özellikle İslamî eğitim faaliyetlerinc gösterilen ilgi yönetimin dikkatini çekmiş ve Mir Arab Medresesi başta olmak üzere İslamî okullardaki öğrenci sayısında kısıtlama yoluna gidilmiştir. Son gelen haberlere göre okullardaki kız öğrenciler ve bayan devlet görevlileri arasında İslamî tesettüre girenlerin sayısında belirgin bir artış gözlendiğinden devlet yetkilileri öğrenci ve devlet görevlilerinin tesettüre girmesini yasaklamışlardır. Erkek kamu görevlilerinden dini nitelikli bir görev üstlenenler istisna edilmek üzere bütün kamu çalışanı erkeklerin sakal bırakmasının da kısıtlandığı gelen haberler arasındadır. Bunun yanısıra yine bazı kız öğrencilere yönelik İslamî eğitim kuruluşlarının çalışmalarına son verildiği de bildirilmektedir. Özbek Hava Yolları’nın Suudi Arabistan’a olan direkt seferlerinin Hacc dönemi dışında durdurulması da dikkat çekmiştir. Bunun Suudi Arabistan’daki Türkistan kolonisinin İslamî yönden Türkistan cumhuriyetlerindeki soydaşları üzerinde yapacağı etkiyi azaltmaya yönelik olduğu sanılmakladır. Bütün bu haberleri yerinden doğrulatma imkanı bulamadığımız için bir ihtiiyat payı bırakarak söylemek gerekirse kamu alanında İslamî herhangi bir tezahürün görülmek istenmediği anlaşılmaktadır. Bu kısıtlamaların ise son dönemde belirgin bir hal alan İslamîleşme akımını yavaşlatma maksadına matuf olduğu açıktır.
b. Uluslararası Gelişmeler:
Türkistan cumhuriyetlerinin manevi hayatındaki gelişmeler söz konuşu edildiğindc en ciddi olumlu faaliyeti. Türkiye’de “Fethullah Hoca Cemaati” olarak bilinen grubun organize ettiği okullaşma çalışmalarının oluşturduğu yerli-yabancı bütün gözlemcilerin ortak görüşüdür.
Bugün bütün Orta Asya Cumhuriyetleri ve özerk bölgelerde açılmış bulunan bu orta dereceli okullar (liseler) geçtiğimiz yıl ilk mezunlarını vermiştir. Bu okullarda izlediğim kadarıyla eğitilen öğrencilere İslamî herhangi bir davranış empoze edilmemekle, sadece okulların Türkiye’den giden eğitim-öğretim kadrosunun yaşadığı İslamî hayat canlı bir örnek olarak sunulmakladır. Bunun kaba bir İslam propagandasından daha etkili olduğunu bizzat müşahede ettim. (Tabii burada hidayet-ilahi irade denklemini ihmal etmek hiçbir müslüman için söz konuşu edilemez.) Bu okullar dışında Türkiye’deki hemen her İslamî cemaatin münferid olarak öğrenci yetiştirme çalışmaları da mevcud olmakla beraber toplum içinde ağırlığı olan bir nisbete ulaşmaktan uzak durumdadır.
Türk Cumhuriyetleri’nde yaşayan müslümanlar için İslam ümmeti ile ilişki kurabilmelerinin en doğrudan aracı Hacc olarak görülmektedir. Bütün yetmiş yıllık Sovyet döneminde ancak birkaç bin kişinin Hacc için Hicaz’a gitmesine izin verilmişken bugün sadece Özbekistan’dan her yıl beşbin kadar müslüman hacı olmak için Suudi Arabistan’a gitmektedir. Bu durum İslam ümmeti ile Orta Asya arasındaki iletişim yönünden mutlaka değerlendirilmesi gereken bir imkan oluşturduğu kadar aynı zamanda Türkiye ile Türkistan müslümanları arasında da güzel bir iletişim ortamı oluşturmaktadır. Özellikle Hacc için Türkistan’dan gelen soydaşlarımızın bölgelerindeki İslamî eğilimi en güçlü insanlar olmaları büyük önem taşımaktadır. Burada Türkiye’den Hacc’a gidenler arasında belirli kültür düzeyindc olanlar üzerine büyük bir sorumluluk da düşmektedir. Yüz yüze temaslar ile kurulacak dostluklar Hacc’ın gerçek manasına uygun düşeceği gibi Türklük dünyası arasındaki gönül bağlarının da yeniden gelişimine mutlaka katkıda bulunacaktır. Hacılara rehberlik yapacak Diyanet görevlilerinin hacılarımızı bu yönde uyarmaları bu konuda son derece faydalı olacaktır.
Bugünkü Orta Asya’da İslam’ın durumuna göz atarken bahsedilmesi gereken bir husus da bölgedeki Hıristiyan misyonerlerinin özellikle gençler arasında yürüttüğü faaliyetler olmalıdır. Bugün sadece Taşkent gibi Özbekistan’ın değil Orta Asya müslümanlarının en büyük şehri olan bir merkezde üç adet tarihî kilisenin restorasyonu Batılı ülkelerden sağlanan para desteğinde büyük bir çaba ile sürdürülmekle ve bunlardan bir tanesi Pazar ayinlerine açılmış bulunmaktadır. Bundan daha vahimi ise katı bir devlet kontrolünün hakim olduğu Taşkent melrosunda dahi misyoner broşürlerinin ve kiliseye davet çağrılarının alenen dağıtılmakta oluşudur. Bu davetiye ve çağrıları bir yıl öncesine kadar ya bizzat kendileri veya yerel halktan kazandıkları Hrıstiyan unsurlar vasıtası ile yürüten Batılı misyonerlerin son zamanlarda bu yıkıcı faaliyeti başta maddi çıkarlar temin etme yolu olmak üzere çeşitli kirli vasıtalarla ele geçirdikleri Türk kökenli gençleri kendi inançları doğrultusunda yetiştirdikten sonra piyasaya salmaları en ciddi tehlike olmuştur. Gelen haberler, özellikle Kırgızistan ve Azerbaycan’da misyoner faaliyetlerinin gençler arasında iman noktasında büyük bir tahribat oluşturacak kemmiyete ulaştığına işaret etmektedir.
Durum Muhakemesi
Bugün Türk Cumhuriyetleri’nde İslam’ın durumunu özetleyecek tek ifade, “büyük bir bilgi eksikliği” olabilir. Bilgi olmayan bir zeminde hiçbir şeyin pratiği olamayacağı, olduğu var sayılsa bile pek çok hata ile malul olacağı belli bir şeydir. Bu inanç kargaşası bir kördüğüm halini alma tehlikesini taşımaktadır. Bugün boş bir sayfa durumundaki Türkistan coğrafyasına dünyadaki her İslamî eğilim kendi şablonunu çizmek istemekte ve bu yolda emek sarfetmektedir.
Bu nedenle Türk Cumhuriyetleri ile en azından gönül bağı olan herkesin ve özellikle her müslümanın üzerine farz-ı kifaye derecesinde düşen bir görev bu bilgi eksikliğini giderme yolunda gayret göstermesi ve gayret gösterenlere destek olmasıdır.
Türk Cumhuriyetleri’nde Türkiye Diyanet Vakfı aracılığıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptırdığı camiler birer sembol olarak çok büyük bir anlama sahibtir. Ancak bu camileri ibadetleri ile ihya edecek kardeşlerimizin İslam’ın sahih akidesi ile bilgilendirilmesi de o derecede önem taşımaktadır. Bu görevin yerine getirilmesinde özellikle tarikat ve cemaatlere büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu görev ve sorumluluğun ne kadar farkında olunduğu büyük bir soru olarak ortada durmaktadır. Bu meyanda Suudi Arabistan vatandaşı olan Türkistan kökenli bazı insanlar itikadi açıdan etkilendikleri selefî görüşleri Orta Asya’ya taşıma eğilimindedirler. Diğer yandan bölge ile ticari ilişkiler geliştirme yolunda büyük gayret gösteren İran’ın da bölgedeki kendi devlet anlayışına uygun bir İslamî yapılanmayı arzu ettiği bilinen bir gerçektir.
Türkistan coğrafyası ile çok önemli rabıtaları olan tasavvuf gruplarının bu yarışmada gereği kadar aktif davrandıklarını söylemek çok zordur. Şah-ı Nakşbend Bahaeddin Buhari (K.s)’nin Özbekistan devleti himayesinde 1993 yılında yapılan 675. doğum yıldönümü vesilesi ile Buhara’daki Nakşbendi külliyesinin yeniden açılışı törenine Türkiye’den sadece elli bir kişinin katılması çok düşündürücüdür. Kaldı ki bu küçük grup içinde Nakşbendi tarikatı mensubu olmayanlar da önemli bir oran teşkil ediyordu. Türkiye’de mevcut yüzlerce Nakşbendi dergahının milyonları aşan müntesibi arasından bu kadar az bir topluluğun Buhara’daki törenlere iştiraki ancak yetersiz bir şuur ile izah edilebilir.
Türk Cumhuriyetleri’nde yaşadığımız tecrübeler bu diyarlarda yeniden İslamî bir havanın teneffüs edilebilmesi için tasavvuf ehline büyük görevler düştüğünü adeta bir matematik hesabı kadar net bir şekilde ortaya koymuştur.
Türkiye’de son birkaç ay içinde kamuoyunu meşgul eden skandallarla gündeme gelen tasavvufî ekollerden böyle bir cehdi beklemenin abes olacağını iddia edenler çıkacaktır ve bu iddialarını delillendirmekte de hiç zorlanmayacaklardır. Ancak somut örnekler vermek gerekirse Dağıstan’dan Türkiye’ye gelen muhacirler arasından çıkan bir Şeyh Muhammed Medeni (K.s.) ve aynı silsileyi sürdüren bir Şeyh Şerafeddin Dağıstanî (K.s.)’nin bugünkü izleyicileri olan ekollerinki bu cemaatlerin hangileri olduğu ehline malumdur- veya Şeyh Ömer Ziyaüddin Dağıstanî (K.s.), Kazanlı Şeyh Abdulaziz Bekkine (K.s.); hatta yine Kafkasya kökenli bir ailenin mensubu olan Şeyh M. Zahid Kotku (K.s.)’ya bağlılık izhar eden Nakşbendi cemaatinin böyle bir misyonu tarihin kendilerine yüklediğini gözardı edebilmeleri mümkün değildir. Böyle bir misyonu hatırlatırken elbette ki zahiri sebeblerin arzettiği zorlukların farkındayım. (Türkiye’de bu zorlukları belki de en iyi bilen birkaç kişiden birisi bu satırların yazarıdır!) Ancak zahiri şartların getirdiği engeller bir yanda, böyle bir misyona talib olmayı arzu etmenin kolaylığı bir yanda dururken bu konuyu dile getirmeden geçemeyiz.
Orta Asya’da İslam’ın karizmalik sufiler önderliğinde yayıldığını bize gösteren tarihî süreç, bölgede bugün de İslam’ın hangi kanallar kullanılarak diriliş sürecine gireceğini işaret etmektedir. Orta Asya İslam’ında Yeseviyye ve Kübreviyye gibi tasavvuf ekollerinin uyguladığı ve toplumda karizmatik bir tesir meydana getirme potansiyeli yüksek olan “cehrî zikir” yöntemini sürdüren tarikatlar kısa sürede Orta Asya’da büyük fütûhatlara vesile olabilir. Türkiye’de cehrî zikir yöntemini uygulayan tarikatlerden Kadiri, Cerrahi, Rufai ve diğer tasavvuf ekollerine mensup olan mürşid veya cemaat önde gelenleri bu hususa dikkat etmelidirler. Bu konular gündeme geldiğinde “Horasan erenleri”, “derviş-gaziler”… gibi artık kanıksanmış söylemleri hemen her sohbetlerinde tekrarlayan irşad ehline artık Türkistan’daki müslümanların da “İstanbul-Konya-Trabzon-Erzurum… Erenleri”ni beklediğini hatırlatmak benim üzerime vazifedir.
Tarih içinde İslam’ın kaleleri olan Buhara, Semerkand, Sayram, Yesi gibi kültür merkezlerinde İslamî eğitimin bazı müslüman ülkelerin desteğinde tasavvufa bigane veya düşman İslamî eğilimler tarafından sürdürülmesi önümüzdeki dönemde pek çok istenmeyen sonuçlara yol açabilme potansiyelini taşımaktadır. Tasavvuf cemaatlerinin bütün olumsuzlukları aşarak, bütün maddi engelleri yıkarak bu yönde gayret göstermesi halinde belki bir beş-on yıl içinde değilse bile önümüzdeki yüzyılda Türkistan coğrafyasında yeni Ahmed Yesevi’lerin, yeni Şah-ı Nakşbendilerin, yeni İmam Şamil’lerin İslamî hayatın öncüleri olarak çıkmaları gecikmeyecektir.
***
(*) Dr. Hayati Bice tarafından Türkistan’daki gözlemleri esas alınarak yazılan bu makale önce Türk Yurdu dergisinin İslam’ın Bugünkü Meseleleri Özel Sayısı’nda yayınlanmış ; bilahare bu sayı gördüğü ilgi üzerine Türk Yurdu Yayınları‘nın 38. kitabı olarak İslam’ın Bugünkü Meseleleri başlığı ile Ağustos-1997 tarihinde yayınlandığında 275-285 sayfaları arasında yer verilmiştir.