Türkbirlikçilik (=Pantürkizm) ve Ülkücü Hareket
– İdealler, Suçlamalar, Gerçekler –
Dr. Hayati BİCE
Bugün Suriye ile ilgili haberleri izlerken Hama ve Lazkiye’de halkın üzerine sürülen tanklarla ilgili haberleri izlerken çok değil 20 yıl kadar önce Rus tanklarının Bakü’de 19-20 Ocak 1990 gecesi yaptığı katliam gözümün önüne geldi. 1990’ların hemen başında Ankara’da yayınlamağa başladığımız Türk Yurtları dergimizin ilk sayısını baskıya vermeğe hazırlanırken Rus tankları Bakü’ye girmiş ve onlarca kardeşimizi şehid etmişti.[1] Bu acı ile dergimizi baskıya vermeden hemen önce“Ölmeğe Vatan Yahşi” sloganından başka hiçbir yazı koymadan, sadece şehid edilen soydaşlarımızı gösteren resimlerden oluşan bir sayfa hazırlamıştık. (Bkz. Foto Galeri)
Türk Yurtları dergimizin isminin gerektirdiği yayıncılığı yapabilmesi için Türk dünyasından bize ulaşacak haberlere şiddetle ihtiyacımız vardı ve bu konuda çok kısıtlı bir kaynağa sahiptik. Bu nedenle ulaşabildiğimiz kadarı ile yabancı basını tarıyor ve Türk dünyasına ilişkin pul büyüklüğünde bir haberi bile arşivimize almağa çalışıyorduk. Bu vesile ile 1991 yılında bağımsızlıklarına kavuşan Türk Cumhuriyetleri hakkında da Batılı çevrelerin yaklaşımını izleyebilme fırsatına kavuşmuştuk. ABD merkezli düşünce kuruluşları önceleri Alexandre Bennigsen ve Zbigniew Brzezinski gibi stratejist bilim adamlarının kullanıma sunduğu bir terim olan ‘Sovyet Müslümanları’ kavramını yaygın olarak kullandılar. Bu arada dikkat çeken bir nokta da Türk Düşmanlığı zihniyeti ile zehirlenmiş Batı politikalarının takipçisi ve genellikle ABD’deki yahudi lobisinin sözcüsü isimlerin Pantürkizm kavramını bir tehdit olarak algılamaları ve algılatmak istediği oldu.
Dünden Bugüne Pantürkizm ve Turancılığın Suçlama Aracına Dönüştürülmesi
Pantürkizm kelime olarak “Türkbirlikçilik” olarak tercüme edilebilir. Başlangıçta kendilerini Türk kökenli kabul eden Macar aydınları tarafından tüm Ural-Altay kavimlerinin birliğini savunan siyasi bir görüş olarak ortaya atılan Turancılık, günümüz literatüründe dünyadaki bütün Türklerin tek çatı altında birleştirilmesini hedef alan bir anlama kavuşarak eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
1910’da Macar tarihçi Kont Pal Teleki önderliğinde Budapeşte’de kurulan Turan Derneği (Turani Tarsasag) birçok ünlü ismi, bilim adamı ve milliyetçi şairi üye yapan derneğin hedefi “Avrupa’dan Asya’ya, Deveny’den Tokyo’ya kadar Turan’ı aramak”, “kardeş uluslar arasında, Macarların yönetiminde birliği sağlamak ve Turancı birlik bilincini yaygınlaştırmak” olarak belirlenmişti. [2]
Panslavizm, Panislamizm gibi terimler de aynı mantıkla üretilmiş terimler olarak dünya literatürüne girmiştir. Türkçe’de hemen hemen aynı anlamda kullanılan Turan ve Turancılık kelimesi, geçen yüzyılda bir çok çocuğa isim olarak verilecek kadar popüler olmakla beraber, bugün Farsçadan alınan kökü olan Turankelimesinin -siyasi anlamda- unutulması ile neredeyse arkaik hale gelmiştir. Bir zamanlar MHP tarafından etkili bir şekilde kullanılan sloganlardan olan “Rehber Kur’an, Hedef Turan” parolasını bugün, neredeyse hatırlayan bile kalmaması düşündürücü bir noktadır.
Okul kitaplarına kadar giren bir şiirinde:
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan
diyerek Turancılık düşüncesinin popülerleşmesine büyük bir katkı sunan Ziya Gökalp ilk kez 1923’te Ankara’da Basın-Yayın Genel Müdürlüğü tarafından basılan Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Turancılığı“uzak mefkûre” ilan ederek, Türkiye Cumhuriyeti’ni esas alan yeni bir tanım getirmiştir. Bu şekilde henüz kurulmakta olan yeni Türk devleti üzerine, istikbaldeki konumundan rahatsız olması kaçınılmaz olan emperyalistlerin el birliği ile çullanması tehlikesini uzaklaştırmak istemiş olacağı hesaba katılmalıdır. Aynı zamanda o sırada mecburî bir dostluk geliştirmek zorunda olan ve bünyesinde yer alan Türk soylu insanları nedeniyle Turan söylemlerinden doğrudan doğruya etkilenen Sovyetler Birliği ile ilişkilerin güçlendirilmesi arzusu da dikkate alınmalıdır.
Bu noktada Stalin’in Sovyet sistemine dahil edilen Kafkasya ve Ortaasya’nın Türk kökenli halklarına ve özellikle de aydınlarına karşı yürüttüğü baskı ve katliam politikasının başvurduğu en ağır suçlamanın da pantürkizm olduğunu hatırlamalıyız. Tataristan’daki Sultan Galiev’den Özbekistan’ın milli şairi Abdulhamid Çolpan’a kadar pek çok isim “pantürkist” olarak yaftalanarak ortadan kaldırıldılar. Sovyet sisteminde bir kişiyi pantürkist olarak suçlamak öylesine affedilmez bir suç olarak tescil edilmiştir ki, komunist dönemden kalma alışkanlıklarını terk edemeyen Türk Cumhuriyetleri yetkilileri baskı altına almak istedikleri aydınlar için hâlâ aynı suçlamayı gündeme getirebilmektedir.[3]
Ziya Gökalp’in Türk fikir hayatında yer etmesine büyük bir hizmet ettiği Turancılık kavramı, Atatürk döneminde aydın çevrelerde gözde bir kavram iken, İnönü döneminde gözden düşürüldü ve giderek bir suçlama konusu haline –inanılmaz bir şekilde- dönüştürüldü. Önceleri sadece entelektüel bir dışlama şeklinde seyreden suçlamalar 1944 yılına gelindiğinde bir ceza davasının iddianamesi olarak ortaya çıkacaktır.
MHP’nin kurucu genel başkanı Alparslan Türkeş’in henüz genç bir subay olarak 1944 yılı Turancılıkdavasında yargılanmasından neredeyse kırk yıl 1980 sonrası sıkıyönetim mahkemesinde açılan MHP davasında Başbuğ Türkeş’in yine Turancılık ile suçlandığı bir iddianame ile karşılaşması tesadüf değildir. Bu trajik durum, Alparslan Türkeş’in hayatı boyunca izlediği siyasetin güncel değişmeleri ne olursa olsun MHP’nin Türk yurtları ile ilgilenmek yönünden diğer siyasi partilere göre ayrı bir yerde durduğunun tescili olarak kabul edilmelidir.
Pantürkizm: Batı İçin, Fakat ‘Batıcılar’ Tarafından…
Sovyetler çözülüp 70 yıldır Rus esaretinde olan Türk kökenli uluslar, siyasi bağımsızlıklarına adım adım yaklaşırlarken Türkiye basınına da yansıyan bir değerlendirme yapan CIA örgütünün eski Ortadoğu sorumlusu Graham E. Fuller’in Foreign Policy dergisinde yayınlanan bir araştırması dikkat çekici idi.[4] Fuller, bu makalesinde Batı’nın Sovyet müslümanları konusunu yeniden değerlendirmesinin şart olduğunu, giderek İslam Dünyası’na entegre olma yolundaki 50 milyondan fazla Sovyet vatandaşı müslümanı etkileme potansiyeli olan ülkelerin Türkiye, İran ve Afganistan olabileceğini ileri sürmektedir. Bu eski CIA yöneticisi A.B.D. ve Batı’nın çıkarları açısından Sovyet müslümanları nezdinde büyük bir ayrıcalığı bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik yönetiminin, Sovyet müslümanlarının kontrolü konusunda aktif bir rol oynamaya teşvik edilmesini tavsiye etmektedir. Fuller bu tavsiyeyi yaparken geleneksel hale gelen Atatürkçü laik Türkiye dış politikasının “Pantürkizm” olarak baktığı bu konuya karşı soğukluğunu kaydettikten sonra bu konunun ister istemez Türkiye’nin siyasi gündemine gireceğini iddia ediyor. Fuller’in ve benzeri stratejistlerin değerlendirmeleri, başta A.B.D. olmak üzere Batılı çevrelerin Sovyetler Birliği’nin girdiği dağılma süreci sonrasına ilişkin hesaplarının arkaplanını gösteren birer kanıt olarak ele alınmalıdır.[5]
Uzun yıllar boyu Sovyetler Birliği’ne karşı kullanmak istediği Türk kökenli halklar konusunda yaptığı araştırmalar ile ciddi verilere sahip olan ve Sovyet ülkesine yönelik yürütülen Hürriyet Radyosu bünyesinde oluşturduğu Türklere yönelik çalışma grupları ile etkin bir manüplasyon yeteneği bulunan ABD yönetiminin tavırlarının ülkemizin kaderini de yakından ilgilendiren boyutları bulunduğu anlaşılmaktadır. Aynı radyonun halen faal durumda olan websitesinin Türkistan cumhuriyetlerindeki güncel gelişmeler konusunda en zengin kaynak olma durumuna da işaret etmek isterim. [6]
“Sovyet Müslümanları” Söylemi Hızla Terk Edildi
Soğuk Savaş yıllarında ‘Yeşil Kuşak’ teorisinin patenti Brzezinski’ye ait olan önemli bir sloganı “İslam dost ülkelerde bastırılmalı; düşmanlarda ise desteklenmeli” şeklinde özetlenirdi. O yıllara ait Batı literatürünü tarayanlar, ‘Sovyet Müslümanları’ terimi ile çok sık karşılaşacaklardır. Bu terim ile Kafkasya’dan Sibirya’ya Sovyetler Birliği’nde yaşayan bütün Türk asıllı halkların, soydaşlarımızın kastedildiği bilinir. Sovyetlerin dağılıp bağımsız Türk devletlerinin ortaya çıkma sürecini mutlaka Türkiye’den daha yakından izleyen ABD’li uzmanların 1989’lardan itibaren –teorik de olsa birleştirici bir kapsama alanı olan- Sovyet Müslümanları terimini yavaş yavaş terk ederek Rusların da takipçisi olduğu alt etnisiteleri öz plana çıkartmağa çalıştıkları görülür. Sovyetler Birliği’nde yaşamakta olan soydaşlarımız hakkındaki ABD politikasının değiştiğinin açık işaretlerini taşıyan ilk makalelerden birisi, ABD’nin etkili gazetelerinden Wall Street Journal’da yayınlanmıştır.
Soviet Nationality Survey (Sovyet Milliyet Araştırmaları) dergisinin editörlerinden olan makalenin yazarı Adrian Karatnycky “Orta Asya’yı Birleştiren Sadece İslamiyet mi?” başlıklı yazısında şunları iddia etmekteydi: “… Sovyetlerde yaşayan 50 milyon müslüman Türk arasında örgütlenen milliyetçi grupların liderleri sadece İslami esaslar etrafında değil uzun zamandır men edilen Türk kültür unsurları etrafında bir araya geliyorlar. Müslüman topraklarda medreselerin bazıları yeniden açılıyor, yeni camiler inşa ediliyorsa da Stalin’in uygulamalarının ve komünist yönetimin İslami geçmişle bağların kopmasını sağladığı anlaşılıyor. Bir zamanlar Rus hâkimiyetine karşı milli direnişin karargâhları haline gelmiş olan İslam tarikatları bile günümüzde demode hale gelmiştir. Dini düşünce tamamen ortadan kaldırılmış, dini geçmiş ile bağlantı sağlayan alfabenin iki kez değiştirilmesi ile zayıflamış durumdaki bağlantılar da tamamen yok edilmiştir. Bugün Sovyetler Birliği’ndeki Türk halklar ortak miraslarını daha çok fark etmekte ve Stalin ve takipçilerinin izlediği politikalar ile aralarında oluşturulan uçurumu kapatmağa çalışmaktadırlar. Azeri, Özbek ve Kazak gençler kendilerinin Türk birliğinin bir parçası olduklarının farkına her gün daha fazla varmaktadırlar…” [7]
İlk tahlilde Sovyetler Birliği’nde milliyetçilik akımının güçlendiğini ve İslami eğilimlerin toplum içindeki önemini kaybettiğini belirtiyor görünen bu satırlar iyi incelenirse, bazı önemli tahrifler ortaya çıkacaktır. Sovyetler Birliği’ndeki Türklerin durumunu bilenler için yeni bir keşif olmayacaktır ama, 70 yıllık Sovyet hakimiyetine karşı milli bilincin yaşatılmasında İslam’ın yeri hiç tartışılmayacak kadar açıktır. Hatta bugün birçok örfi veya geleneksel adet İslami bir kimlik altında varlığını sürdürmektedir.
Öte yandan onbinlerce caminin resmen kapatıldığı, medreselerin lağvedildiği ateist bir ülkede bugün İslam ile kendilerini tanımlayan insanların var oluşu bile mucizevî bir durumdur. İslam’ın getirdiği ortak değerlerin birleştiriciliği ortadan kaldırılabilirse onlarca etnik mensubiyete bölünecek Türk yurtlarını bir arada tutabilecek güç ne olabilir? Bu sorunun muhatabı olmak için türkolog, antropolog vs. olmağa gerek yoktur, her Türk bu sorunun cevabını kendine sormalı ve “Türklüğü birleştiren acaba sadece İslamiyet mi?” diye saf saf soruyor görünenlerin gerçek hedeflerinin ne olabileceğinin cevabını da aramalıdır.
Daniel Pipes: “Uyanın ve Türklerin Farkına Varın!…”
ABD’nin Türk yurtları ile ilgili yaklaşımlarına ışık tutan bir başka makale ise, The New York Times gazetesinde Türk Dünyası’nın durumu ile ilgili bir makalesi yayınlanan o sıralarda ABD Dış Politika Araştırmaları Enstitüsü Müdürü olan Daniel Pipes’in ‘Moskova’nın Yeni Endişesi: Türk Azınlıklar’ başlığını taşıyan bir yazısı idi.[8] Bugün ABD kamuoyunu Afganistan ve Irak’ın işgaline yönlendiren neocon olarak bilinen odakların keskin bir sözcüsü konumuna gelen Daniel Pipes, Türklerin İslam dünyasındaki en büyük etnik gruplardan birisini oluşturduğuna dikkat çekerek yüzyıllarca Cezayir’den Hindistan’a, Balkanlardan Arabistan’a kadar uzanan bir bölgeyi idareleri altında tuttuklarına, ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türklerin, özellikle Azerbaycan ve Orta Asya bölgesindekiler başta olmak üzere geçmiş ihtişamlı günlerine özlemin beslediği bir milliyetçilik akımını geliştirdiklerini ifade etmekteydi. Pipes, ‘Böyle bir psikoloji içindeki Türklerin yaşadığı 13 ülkeden çoğu olan 7’sinin komünist idarelerinde Sovyetler’deki değişimin yol açtığı gelişmelerin verdiği imkânlar Türk Milliyetçiliği’nin canlanmasına yol açmıştır’ iddiasında bulunur.
Daniel Pipes yazısını Kremlin’in henüz sorunların başlangıç safhasında olduğu ve Moskova’nın baskısını azaltması halinde ülkedeki Türkleri sürekli kontrolü altında tutmasının güç olacağı tesbiti ile bitirmekteydi. Pipes’in bu sözlerle Moskova’yı Türkler konusunda kontrolü kaçırmaması için uyardığı açıktır. Makalesinin yayınından hemen sonra 16 Şubat 1990 günü, Amerika’nın Sesi Radyosu tarafından gerçekleştirilen röportajında Pipes, anılan makalesini yazma sebebini şöyle açıklamaktadır: “Amerikan kamuoyuna ve genel olarak Batılılara İslam Dünyası içinde, Arablar ve Farslardan başka Türklerin oluşturduğu büyük bir kesimin bulunduğunu anlatmak istedim. Amerikalılara, ‘Uyanın’ Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra Balkanlardan Çin’e kadar toplam sayılan 100 milyonun üstünde haklarında çok az şey bildiğimiz ve dikkate almadığımız çok büyük bir grup insan var’ demek istedim.”
Çok dikkat çekici bir teşhis ile Türk milliyetçiliği ile İslam arasında bir ayırım yapabilmenin son derecede zor olduğuna işaret eden Pipes, Türkiye sınırları dışında gelişen Türk Milliyetçiliği eğilimlerinin yol açtığı gelişmelerin kaçınılmaz olarak Türkiye kamuoyunun önüne geleceğini iddia ederek bu konudaki tartışmaların Türkiye dışında ve özellikle Batı’da yakından izlenmesi gerektiğine inandığını ifade etmekteydi.
“Türk milliyetçiliği ile İslam arasında bir ayırım yapabilmenin son derecede zor olması” ülkücü hareket için bir anlam taşıyan bir tesbittir. Milliyetçilikten uzaklaştırılmış bir dindarlığın veya tersine dindarlık denetimini terk etmiş bir milliyetçiliğin dünya egemenleri için bir tehdit oluşturamayacağını zımnen ifade eden bu hareket rotamızı da göstermektedir: Milliyetçi bir dindarlık…
Batılı stratejistlerin bu değerlendirmeleri Türk-İslam Ülküsü’nün dünyanın Türkçe konuşan tüm insanları için ortak bir ideal haline gelmesi halinde dünyanın tüm dengelerini değiştirebileceğinin çok açık bir ifadesidir.
Ülkücü hareketin bu değişimi yapabilmesi için öncelikle Türkiye’de siyasi erki bir şekilde kontrol edebilmesi şarttır. MHP’yi diğer partilerden herhangi bir parti olmaktan çıkaran da; her türlü fitne ve fesattan esirgemek isteyişimizin temelinde yatan duygu da işte budur. MHP’yi “Dünya Türklüğünün Kutsal Kalesi” olarak algılamamızın temelinde de işte bu gerçek yer almaktadır. Ta ki, bu gerçek –Allah göstermesin- bir gün tam bir hayâl haline gelene kadar…
————————————–
İletişim: atahayati@gmail.com
http://www.internethaber.com/fethullah-gulen-okullari-kapatiliyor-366232h.htm#ixzz1VIHqSRJr [4] Bkz. Nakleden: İlter Sağırsoy, A. B. D. ‘nin Yeni Umudu: Patrik ve Türkçülük, Nokta Dergisi. 8: 29. 22-24 s. , 22 Temmuz 1990. Graham E. Fuller, son yıllarda Türkiye kamuoyunca çok iyi tanınmış bir CIA görevlisidir. Son olarak ABD’de yerleşim izni alan F. Gülen için kefalet veren Fuller’in son kitabına verdiği “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” ismi dahi dikkat çekicidir. Fuller’in Türkiye başta olmak üzere İslam coğrafyası ile ilgili ABD tezlerinin oluşumundaki rolü dikkat alınmalıdır. [5] Bu konudaki daha etraflı değerlendirmelerim için bkz:
Bice, Hayati ; Türk Yurtları Üzerine Notlar; s.52-58. Bilgeoğuz Yay., İstanbul-2010.
http://www.kitapyurdu.com/yazar/default.asp?id=9618 [6] Bir örnek olarak radyonun Türkmenistan ile ilgili sayfasına bkz: http://www.rferl.org/section/Turkmenistan/163.html [7] Adnan Karatnycky, Orta-Asya’yı Birleştiren Sadece İslamiyet mi?, Wall Street Journal, 28 Temmuz 1989. [8] Daniel Pipes, Moskova’nın Yeni Endişesi: Türk Azınlıklar, The New York Times, 13 Şubat 1990. ABD’deki Yahudi lonbisinin beyin takımından olan Pipes, Türkiye ile de yakından ilgilenen bir isimdir. Kendi adına açılmış olan resmî websitesinde son yıllarda Türkiye ile ilgili yazdığı onlarca yazısının Türkçe t6rcümelerinin de yayınlanması dikkat çekmektedir. Bkz. http://tr.danielpipes.org/art/year/all