TÜRKİSTAN RÜYASI’NA DAİR
Oğuzhan KARA
Hayatı çekilir yapan şey ‘’iyiliği’’ anlatan kitapların varlığıdır. Bu tür kitaplar nadir karşımıza çıksa da tadı damaktan uzun süre gitmez. Böyle kitapların bir başka özelliği de son sayfalara yaklaşınca okuyucuda içgüdüsel olarak ağırdan alma hissi uyandırmasıdır. “Türkistan Rüyası” da işte bu tarif etmeye çalıştığım kitaplardan…
Hazret Sultan Hâce Ahmet Yesevî ile ilgili ilmi derinlikte bilginiz olsun veya olmasın; isterse kulaktan dolma lise yıllarında kalma birkaç kırık dökük cümle aklınızda kalmış olsun, bu eseri okumak sizi geçmişin maneviyat dolu iklimlerine götürecek. Eserin türü konusunda fikir belirtmek biraz güç. Otobiyografik roman veya kurgusal anı demek yanlış olmaz sanırım. Bu durum eserin adıyla da ayrıca uyumlu. Uyku kadar gerçek rüya kadar hayal… Bu yargıya dayanak olarak karakter kurgulamasını gösterebiliriz. Zira eserde geçen isimlerin bir bölümü gerçek hayattan alınmış olsa da bazılarının kurgu olduğunu görüyoruz. Başkahramanın Oğuz Karaçay olması gibi. Edebiyatımızda sıkça rastladığımız bu durum eserin anlatımına ciddi derecede akıcılık kazandırmış. Balasagunlu Yusuf, nasıl Aytoldı olup sözünü süslüyorsa, Hayati Bice de, Oğuz Karaçay olup anlatımına daha da işleklik katıyor. Ben dilinden uzaklaşmanın en güzel yolu alegorik üsluba yönelmesi olsa gerek. Mütevazılığın yani edebin edebiyata hâkim olması da bunu gerektirir.
Eserin ana gövdesi iki parçadan oluşmaktadır.
Birinci aşama eşsiz hazinemiz Divan-ı Hikmet’in kutsal topraklarda Abdulhamit Kaşgarî tarafından Oğuz Karaçay’a emanet edilmesiyle başlar. Bu emanetin alınması ve sonrasında anlatılan bölümlerde duygu yoğunluğu zirve yapıyor. Bu yoğunluğun en önemli sebebi kuşkusuz Allah Resulünün (aleyhisselatü vesselam) ruhaniyetine yaklaşmamızı sağlayan pasajlardır. Her sayfa Medine sokaklarına tutulan ayna misali zihnimizde canlanıyor. Öyle ki sayfaları değiştirirken çıkan ‘Hû’lara, telbiye nidaları (Lebbeyk Allâhümme lebbeyk, Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk, İnnel hamde venni’mete Leke vel mülk,lâ şerîke lek) eşlik ediyor. “Medine Semasında Bir Yıldız” bölümünde aktarılan şeyh Muhammet Zekeriya Buharî’nin (Allah ondan ve onu bize tanıtanlardan razı olsun) ibretlik hayat hikâyesini mutlaka okumalısınız. Bu bölümü okurken Türklüğün Müslümanlığa, Müslümanlığın ise Türklüğe ne kadar çok yakıştığına şahit olacaksınız. Türklük mü Müslümanlık mı paradoksuna en duru cevap bu bölümde aktarılanlardır desek yeridir. Allah’a (celle celelühu) ve Âlemlerin Efendisine (aleyhisselatü vesselam) duyulan muhabbetin ne dereceye vardığını şaşkınlıkla okuyoruz. Aynı zamanda imanın kültüre, kültürün imana mani olmadığını idrak etmek güncel tabularımızı yıkmaya yetiyor da artıyor bile… Şeyh Muhammet Zekeriya Buharî’de alçak gönüllülüğü, cömertliği, sünnete ve ibadete düşkünlüğü, milli tavrı, öz benliğe sıkı sıkıya bağlılığı görüyoruz.
İbadete düşkünlük demişken esere hâkim olan bu mesaja değinmeden geçemeyeceğim. En basit şekilde tasavvuf: insanın kalbini kötülüklerden alıkoyma çabası olarak tanımlanabilir. Bu çabayı nefse kolay kılan en önemli etken ise takvadır kuşkusuz. Takvanın ve kemâlâtın derecelerini anlatmak haddimiz değil. Lakin Allah dostlarından Mustafa Dede’nin Oğuz Karaçay’a salık verdiği günlük beş vakte riayet ve az da olsa devamlı Kur’an okuma tavsiyesi bizler için oldukça etkili bir mesaj durumunda. Eseri bitirdikten sonra okunan her ezanda; Bağdat’ta, Medine’de, Mekke’de, Sayram’da, Taşkent’te, Semerkant’ta, Buhara’da, Yesi’de ve daha nice Türk İslam beldelerinde okunan ezanların namelerini hissetmeye çalışacaksınız.
Eserin mekân genişliği kadar dikkat çeken bir diğer yönü ise adı geçen uluların zenginliğidir. Kimlerin adı yok ki. Başta Hoca Ahmet Yesevi olmak üzere İmam-ı Buharî, Şak-ı Nakşibendî, İmam-ı Azam Ebu Hanefî, Emir Timur, Beşiktaşlı Yahya Efendi, Şerafeddin Dağıstanî, Pehlivan Mahmut, Ayşe Bibi, Ubeydullah Ahrar, Seyyid Emir Külal, Hoca Baba Semmasî, Abdulhalık Gücdüvanî, Uluğbeg, Ebu-l Hasan Harakanî, Yusuf Hemedanî ve onlarcası… (Allah hepsinden razı olsun.)
Şeyh Muhammet Zekeriya Mergilanî el- Türkistanî’nin ibretlik hayat hikâyesinden sonra Divan-ı Hikmet’in Oğuz Karaçay’a ulaşması ve akabinde yaşanan bir dizi ilgi çekici hadiseyi okuyoruz. Bu süreçlerin en ilginç parçalarından biri de Oğuz Karaçay’ın ilerde eşi olacak kişiyle tanışma hikâyesidir. Eserin ana gövdesinin iki hat üzerine bina edildiğini daha önce zikretmiştik. Bu bölümün varlığı okuru kurmaca dünyadan gerçek dünyaya yaklaştırsa da konunun devamlılığı adına önemli bir bölüm teşkil ediyor. Belki de bir hakkın teslimidir. Çünkü eserin sonuna kadar aktarılan süreçte vefakâr ve samimi bir dostun varlığının bu rüyada ne denli önemli olduğunu görüyoruz. Ne diyelim ballar balını bulanlara selam olsun.
Yunus ne hoş demişsin, bal u şeker yemişsin
Ballar balını buldun, kovanın yağma olsun.
Bu aşamadan sonra ülkemizin sınırlarının Edirne’den Kars’a kadar olmadığını hissediyorsunuz. İstanbul’dan kalkan her uçakla Hoca Ahmet Yesevi’ye ve onlarca Ulu’ya yaklaşmanın ruh hoşluğunu yaşıyorsunuz. Taşkent’ten havalanan her uçakta ise ötelerde yüreğinizden bir parça kaldığını hissediyorsunuz. Türkistan Rüyası, Hoca Ahmet Yesevi’ye muhabbet besleyen herkesi bu rüyaya davet ediyor. Hoca Ahmet Yesevî niçin önemli sorusuna verilebilecek en güzel yanıt, Oğuz Karaçay Türk Yurtları Dergisinin ilk sayısında yayımlanan baş makalesinde şöyle açıklanıyor. Bu yazıda Karaçay, Hoca Ahmet Yesevi’yi milyonlarca Türkün Müslüman oluşuna vesile olması nedeniyle ‘en büyük Türkçü’ olarak vasıflandırıyor:
‘’…Türkçülük, kısaca Türk soyunun iyiliği için gayret göstermek olarak tarif edilebilir. Bir Müslüman için bir insanın iyiliği için gayret göstermek dinilince de o insanın önce iman etmesi, sonra salih ameller işlemesi ve günahlardan kaçınmasına vesile olmak ve böylece o insanın hem bu dünyada insan olma haysiyetine uygun yaşaması ve hem de ahirette Allah’ın cemali ve lütuflarına kavuşması anlaşılır. Türkçülüğün en güzeli de, – bu çerçevede- bütün Türklerin iyi Müslüman olmaya yöneltmek olmalıdır. Bu bağlamda düşünüldüğünde Hoca Ahmet Yesevi ‘’ Türk tarihinin gelmiş geçmiş en önemli Türkçüsü’’dür.
Çünkü Ahmet Yesevi, çeşitli boylardan milyonlarca Türk insanına Allah’ın dilemesiyle, hidayet yolunu göstermiş ve Türklüğü ‘muttaki’ bir Müslümanlık yollunda yoğurmuştur. Böylelikle de, Türklüğün her iki cihandaki mutluluğuna giden yolu göstermiştir. Hatta Hoca Ahmet Yesevi ölümünden sonra da, hem halifeleri hem de bugüne kadar ulaşan ‘Hikmet’ adını taşıyan tasavvufi şiirleri ile hidayet rehberi olmaya devam etmiştir…’’
…Alışılmış, beylik tanımlamaları yırtıp çöp sepetine atan bu değerlendirme zihin tembelliğine düçar olmuş kişiler tarafından anlaşılmadı bile… Bu kişilerden bazılarına göre bir kişinin hem Türkçü, hem de kâmil bir Müslüman olması düşünülemezdi… Bazılarına göre ise Türkçülüğün derecesi, boşaltılan kımız çamçağı sayısı ile orantılı olduğundan, sûfî bir şair olan Ahmet Yesevi, Türkçülük tarihinin önsözünde de, son sözünde de kendisine bir satır yer bulamazdı…
Oğuz Karaçay, Divan-ı Hikmet için ‘’Bu eser belki de yazarlık hayatının son eseri olurdu.’’ Dese de Türkistan Rüyasının varlığı Pîrlerin bereketini hissettirmiyor değil. Şimdi bir okur olarak niyazımız bu bereketin devamını Yüce Mevla’dan dilemek olacak. Eserin son cümlesini açık bırakılan bir kapı olarak kabul ediyoruz.
Ve biz de Hayati Bice gibi: ‘’Tekrar görüşene kadar esen kal, ey Pîr’ine kurban olduğum Türkistan…’’ diyoruz.
Pîrlerin, Alplerin ve Erenlerin ruhları şad olsun.
28.03.2017
İNTERNETTEN SİPARİŞ:
https://www.kitapyurdu.com/yazar/dr-hayati-bice/8225.html