‘Dönmeden Sarhoş Semâzen’lerden Bugüne
Yasaklı Tasavvuf
Dr. Hayati BİCE
Osmanlı’nın son devrindeki tasavvufî hayattan izler taşıyan hatırâtlar, belge niteliğinde unsurlar içeren romanlar döneme ışık tutan önemli bilgiler içermektedir.
“Cumhuriyet Kurulurken Maneviyat Âleminde Neler Oldu?” başlıklı yazım[1] vesilesi mesaj gönderen bir okurun önemli bir sorusu vardı. “Madem böyle maneviyatı güçlü mürşidler vardı da Cumhuriyet’in ilânından kısa bir süre sonra binlerce dergâh mühürlenirken yüzbinlerce dervişten neden bir ses-seda çıkmadı?”
Bu sorunun yanıtını vermek için dönemin şartlarını ve ülkenin içerisinde bulunduğu ortamı iyi anlamak gerekiyor. Ayrıca dönemin dergâhlarının ne durumda olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu sonuncu hususta bize bir fikir verebilecek tanıkların hemen tamamı, artık dünyada yaşamakta olmadıklarından birinci elden tanıklıklara başvurabilme imkânı kalmadı. Ancak, o devrin tasavvufî hayatından izler taşıyan hatırâtlar -ve hattâ belge niteliğinde unsurlar içeren romanlar- bu konuda bize ışık tutan önemli bilgiler içermektedir.
Bunlardan belirgin tasavvufî bir kimliği olmayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba romanı [2] ile son mesnevihanlardan, Mevlevî dervişi Tahir Olgun (Tahiru’l-Mevlevî)’nin Çilehane Mektupları adlı hatırât türü eserinden [3] hareket ile cumhuriyet kurulurken tasavvufî hayatın -en azından iki dergâh ölçeğinde- bir resmini vermek mümkündür.
“Nur Baba Kimdir?
1921’de Akşam gazetesinde tefrika edilen Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nur Baba romanı gelen tepkiler üzerine gazetede yayını yarıda kaldıktan sonra 1922’de kitap olarak yayınlanır. Kitabın yayınlanması ile ve arkasından filme alınması sırasında çıkan olaylar, kitabın başkahramanı olan Nur Baba ile baş kadın kahramanı Nigâr hanım ile diğer kadınların ( Ziba Hanım, Celile Hanım, Süheylâ ve diğerleri) kimler olduğu hakkında spekülasyonlar yapılır. Zamanın Bektaşî dergâhlarını tanıyan kişiler, roman kahramanlarının gerçek hayattaki kimliği hakkında hemen bir hüküm verseler de henüz bir genç olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu -gelen tepkilerden çekinmiş olsa gerek- uzun süre roman kahramanlarının hayâlî olduğunu iddia edip anlatılanların gerçekdışı kurgulama olduğunu ileri sürer. Ancak ömrünün son yıllarında kendisi ile yapılan bir röportajda Çamlıca Bektaşî dergâhı postnişini Ali Baba’nın romanının başkahramanı Nur Baba’nın hammaddesi olduğunu Mustafa Kemal’e itiraf ettiğini söyler. Yakup Kadri’nin anlatımına göre romanı okuyup Nur Baba’yı merak eden Mustafa Kemal, bir tanıyan vasıtası ile Ankara’ya getirttiği Nur Baba’nın hammaddesi olan Bektaşî şeyhi ile görüşmüş ancak pek de beğenmemiştir. Aynı sofraya konuk ettiği Yakup Kadri’ye bu hayâl kırıklığını da : ‘Bu herifte, senin Nur Baba’ndan hiçbir şey göremiyorum.’ sözleri ile açıklamıştır. [4]
Cumhuriyetin Hemen Öncesinde Bir Bektaşî Dergâhının Hâl-i Perişânı
Dedikodu üretmeğe uygun bir merakın ötesinde romanın kahramanlarının kim olduğu hakkında bir yorum yapmaktan öteye Yakup Kadri’nin Nur Baba romanının zamanın İstanbul’unda bir dergâhın halini ele veren gözlemlerinden hareketle yazıldığı çok açıktır. Meclis-i Meşâyıh [5] adlı düzenleyici üst kurulun varlığını sürdürürken bir dergâhın içerisinde bulunduğu yozlaşmaya bakarak devrin tüm tarikatlarının tüm dergâhlarını bağlayıcı bir hüküm vermek insafsızlık olur. Ancak sadece bir dergâhta bile olsa, tasavvuf adına yapılan bir faaliyette gözlenen istisnaî bir yozlaşma bile olsa, bünyeye sirâyet eden bir hastalığın belirtisidir.
Dokuz bölümden oluşan Nur Baba kitabının “Bir Zâhir Nasıl İrşad Edilir?” başlıklı iki bölümü [6] bir bektaşî dergâhına intisâb törenini ve sonrasındaki gelişmelerin, birebir gözlemlerle anlatıldığı çok aşikârdır. Bu bölümde yeni bir derviş adayının psikolojisini çok iyi yansıtan Yakup Kadri’nin anlatımı dergâhın âdeta birincil ritüeli haline gelmiş olan içki meclislerini, sarhoş muhabbetine fon müziği haline gelen “nefesler”i çok ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Kitaptaki kadınlar arasındaki bir çekişmeyi yansıtırken, bir ‘dervişe’nin kızdırmak istediği bir başkasına Pîr Sultan Abdal’ın “Bu bir rıza lokmasıdır; yiyemezsin demedim mi?” nakaratlı deyişini döne döne okutması; okura bir yönüyle komik gelirken, konunun tasavvufî boyutuna bakan birisi için durum bir o kadar elem vericidir.
Kitapta çok öne çıkarıldığı üzere kadın dervişelerine ‘özel bir ilgi’si olan Nur Baba’nın hâlini “behimîyyât”[7] olarak vasıflandırılan Yakup Kadri, dergâhın kadın müdâvimlerine yönelik olarak sergilenen cinsel nitelikli taşkınlık ve azgınlıklar hakkında başkaca söz söylemeğe gerek bırakmaz.
Kitabda ismi verilmesi bile yazarın yakın arkadaşı olan Yahya Kemal’in de aynı dergâha devam ettiğini anlaşılmaktadır. Beşir Ayvazoğlu’nun “Bozgunda Bir Fetih Rüyası” ismi ile yayınladığı Yahya Kemal biyografisinde de [8] bu Çamlıca Bektaşî dergâhı safahatı ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
Kitab hakkında daha fazla bilgi vermeden konunun sosyal boyutuna dönecek olursak devrin dergâhları düzene sokmak ile görevli olarak resmî kurumu olan Meclis-i Meşâyıh’ın en azından Çamlıca Bektaşî dergâhı örneğinde hiçbir denetimi olmadığı anlaşılır. Bu durum genelleştirilemezse bile yine de bir başıboşluk tablosuna işaret eder. Bu başıboşluğun yol açtığı sosyal faciaların 1925 yılında bütün dergâh ve zaviyelerin toptan kapatılmasında ne kadar etkili olduğu bilinememekle birlikte tamamen göz ardı edilmediği de ortadadır. Diğer yandan T.C. yönetimin en üst düzeyinden bu konulara ilgisi ise konuyu daha hassas bir noktaya taşımış olmalıdır.
Ya ‘Dönmeden Sarhoş Semâzen’e Ne Buyurulur?
“Adı çıkmış doksana, inmez seksene” durumundaki bu Bektaşî dergâhını bir kenara bırakalım; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devredilen devrin önemli sufilerinden Tahiru’l-Mevlevî’nin 30 Ağustos 1896 tarihli bir mektubunda anlattığı şu sahneye ne dersiniz? “sarhoşları ile ile meşhur İstanbul Kulekapısı Mevlevihanesi’nde “Kudretullah Efendi merhumun meşîhatinde hücreye çıkacak bir cân kapıdan geçmesi için meydan verilir. Teveccühün hitâmından sonra meydancı kapıyı açar. Cân, içeriye girip bir baş keser amma eğilip doğrulmasından Galata meygedelerinin [meyhanelerinin] ufak bir şubesi olan midesi karışmaya başlar. Bir iki adım daha yürür. Baş kesmeye meydan bulamaz. Tavus kuyruğu gaseyânı [kusmuk] şeyhin eteğine doğru fırlatır. Bîçâre şeyh [Kudretullah Efendi], “Bunu da mı gördük? Hey gidi Mevlânâ, hû diyelim hû!” diye izhâr-ı zarâfet eyler. Sebebini soranlara da, “Herif zâten demli. Deme, gülbanga ihtiyâcı yok.” cevabını verir.” [9]
Dikkat ediniz; yıl henüz 1896’dır, dergâhların kapatılması kararından neredeyse otuz yıl öncesidir. Ve bu satırları yazan azılı bir tasavvuf düşmanı selefi ya da laiklik aşığı bir reformist değil binbir günlük çilesini yaşamakta olan bir Mevlevî dervişi (Tahiru’l-Mevlevî) ; mektubun muhatabı da yine Mevlevîlik yolunun son güzide isimlerinden bir diğer derviş (Ahmet Remzi Akyürek)tir.
“Islah Değil, Toptan İmha”
Sadece iki dergâh ile ilgili olarak bu yazıya konu edilen iki kitaba yansıyan bu yozlaşma bulguları bile dergâhların bir ıslaha tabi tutulmasının zorunluluk hale gelmiş olduğunu göstermektedir. Meclis-i Meşâyıh’ın gerek kuruluşu ve gerekse dergâhlara yönelik olarak yayınladığı genelgeler bu ıslah ihtiyacının zamanın önde gelen şeyhlerince de –zımnen de olsa- kabul edildiğinin kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Bugün aradan neredeyse bir asır geçtikten sonra tüm yasaklamalara rağmen yaşatılmasına engel olunamayan tasavvufî hayatın yeniden organizasyonu düşünülecekse geçmişin bu acı hatıralarından ibret alınarak aynı yanlışlara düşülmemesi için dikkatli olunması gerekecektir. Sorgulanması gereken bir konu da, bazı dallarında bir hastalık belirtisi görülen asırlık bir çınar durumundaki tasavvufî kurumların, restore edilmek, hastalıklı unsurlarının budanması gibi bir yöntem dururken kökünden kesilmesi yoluna gidilmesidir.
1925 yılında bütün dergâh ve zaviyelerin hepsinin kapısına kilit asılmasından sonra ciddî anlamda bir tepki verilmemesinde, zamanın ağır inzibatî baskısı yanında, insaf ehli mürşidlerin bu kararı, dergâhların içerisinde bulunduğu yozlaşmaya ‘ilahî iradenin kestiği bir fatura’ olarak algılamaları etkin olmuştur, denilmesini kolaylaştıran ifadelere rastlanmaktadır.
Mehmet Altan’dan [10] Mahmud Erol Kılıç’a [11] , az-çok aklı eren hemen herkesin hemen hepsinin yakınır durumda olduğu nitelik kaygısı olmayan bir müslümanlığın egemen hale gelmesinde bu yasaklama kararının bir tesiri olup olmadığı da sorgulanmalıdır.
Mezra Tasavvufu, Âsitâne Tasavvufu’na Karşı
Kökünden kesilmeğe teşebbüs edilse bile, çınarın toplumun çok derindeki köklerinden yeniden uç veren tasavvufî hayatı temsil edenlerin, arz ettiği genel manzaranın sonucunun “mezra tasavvufu” olarak adlandırılabilecek halinin ıslahı ile tarihi mirasına uygun olarak “âsitâne tasavvufu” [12] olarak yeniden üretilmesi günümüz sufilerinin kafa yorup, tedbir araması gereken bir başka durum olarak kaydedilmelidir.
Mazide tezhib öğretilmesinden hüsn-i hat eğitimine, bestekârlıktan sedefkârlığa, neyzenlikten ebrûzenliğe binbir sanatın talim edildiği birer güzel sanatlar akademisi olan dergâhlarında, zevk-i selim kazandırılarak inceltilen edebli insanlarının temsil ettiği tasavvuf ile bugünkü -tasavvufî olduğu iddia edilen- ortamların kaba-saba müntesiblerinin egemen olduğu vasatın kıyası dahi kabil değildir.
Tasavvufî hayatın hiç kesintiye uğramadığı Mısır’da, tasavvufu hayatı ‘avâmî tasavvuf’ ve ‘havass tasavvufu’ olarak iki ayrı kategoride tanımlayan eski Ezher Üniversitesi Rektörü Abdulhalim Mahmud’un işaret ettiği üzere [13] kentli ve iyi eğitimli yeni nesillerin manevî ihtiyaçlarını giderecek her şey tasavvufî gelenekte ve başta İbn Arabî’nin eserleri olmak üzere zengin tasavvuf literatüründe mevcuttur.
Türk tasavvuf geleneği ise Ahmed Yesevî’den Yahya Şirvanî’ye, Davud Kayserî’den Mevlâna Celaledddin Rumî’ye; Yunus Emre’den Niyâzî Mısrî’ye uzanan muazzam birikimi ile keşfedilecek bir hazine olarak uzansak dokunacak kadar yakınlıkla, elimizin altındadır. Sorun bu klasik tasavvufî metinlerin yeni nesillere aktarılmasında köprü görevini üstlenecek irşad ehlinin yeterli olup olmadığındadır.
Dokuz yüzyıllık Türk tasavvuf geleneğinin, günümüzde arz ettiği tablonun bu “mezra tasavvufu” kuyusundan çıkartılıp yeniden “âsitâne tasavvufu” haline getirilmesi ve günümüzün manevî açlık içerisindeki insanına sunulması için yapılacak ne çok şey var…
“Yol uzun, menzil ırak”; anlayacağınız…
————————
*İlk Yayını: 11.11.2011
[1] Hayati Bice, “Cumhuriyet Kurulurken Maneviyat Âleminde Neler Oldu?”, 26 Ekim 2011, http://www.haber10.com/makale/25840/ [2] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nur Baba, İletişim yayınları, 11. Baskı, İstanbul-2004. [3] Tahir Olgun (Tahiru’l-Mevlevî), Çilehane Mektupları, Akçağ yayınları, Ankara-1995. [4] Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kendisine mektup ile başvurarak Nur Baba romanındaki kahramanlar ve Mustafa Kemal konusuna açıklık getirmesini isteyen Mustafa Baydar’a verdiği yazılı cevapta şunları söyler: “Atatürk Nur Baba romanının kahramanını görmek merakında idi, çünkü, bunun gerçekte mevcut bir Bektaşi şeyhi olduğunu kendisine söylemişlerdi. Çankaya’da oturan Dr. Ragıb adında bir Bektaşi de onu şahsen tanıdığını söylemiş ve bulup Atatürk’e takdim etmek görevini üstüne almıştı. Türk Dil Kurumu’nda da belirttiğim gibi bu, Kısıklı Dergâhının şeyhi Ali Baba’ydı. Bahis konusu romanımın etrafında yapılan polemiklerde hep bu adamın adı geçmiştir. Sebebi şu; çünkü, ben yarı tasavvufa düşkünlüğüm, yarı Bektaşi sırrı denilen şeye karşı merakım saikasıyla Tarikat’a girmek kararımı bu dergâhta gerçekleştirmiştim. Yani Ali Baba’dan ‘Nasib’ almıştım. Fakat, ilk günden itibaren, Ali Baba başta olmak üzere orada herkes ve her şey beni bir hayâl kırıklığıyla etkilendirmekten öteye geçememişti. Ali Baba tasavvufla hiç alâkası olmayan hatta okuyup yazması kıt bir adamdı. Kalıbının, çehresinin bazı niteliklerinden başka benim Nur Baba’ya benzer tarafı yoktur (Kadınlara düşkünlüğünden ve kadınların ona kapılmalarından başka). Nitekim, Atatürk onda Nur Baba’yı bulmak İçin hayli yoklama ve denemelerde bulunmuş, (meselâ romanda güzel sesli olarak tanıttığım için) ‘şarkı söyle, nefes oku’ demiş, karşılığını alamamış ve beni yanına çağırıp onun işitemeyeceği bir sesle Yakup Kadri, bu senin anlattığın Baba’ya hiç benzemiyor’ diye âdeta yakınır gibi olmuştu. İşte ben de bunun üzerinedir ki, ‘Paşam’, demiştim, bu Nur Babanın hammaddesidir’.” Milliyet Sanat Dergisi, s.111, 20 Aralık 1974 [5] Meclis-i Meşâyıh: Osmanlı’nın son döneminde dergâh ve zâviyelere bir çekidüzen vermek üzere oluşturulan ve İstanbul’un tanımış dergâhlarının mürşidlerinin üye olduğu resmî kuruluş. [6] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Nur Baba, s.47-70. [7] Behimîyyât: Hayvanî güdülerle hareket edilmesi. [8] Beşir Ayvazoğlu, “Bozgunda Bir Fetih Rüyası”, Kapı yayınları, İstanbul-2008. [9] Tahir Olgun, Çilehane Mektupları, s. 82-83. [10] Mehmet Altan, Kent Dindarlığı, Timaş yayınları, İstanbul-2010. [11] Ülkemizin tanınmış tasavvuf akademisyenlerinden Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, verdiği bir çok röportaj ve TV mülâkatlarında tasavvufî hayatın resmen yasaklı oluşunun yol açtığı sakıncaları ve “toptan yasaklama kararı”nın yeniden değerlendirilme zamanının geldiğini dile getirmiştir. Son bir örnek: “Netice-i kelam tekkelerde bazı sorunlar vardı lakin bu sorunlar devrim gerektirecek nitelikte miydi? Bence sorulması gereken esas soru bu. O dönemde bazılarının korka korka “Efendim İngiliz’in Oxford’u var Fransız’ın Sorbon’u var; bizim de bunlar var acaba ıslah etsek yeterli olmaz mı? sorusunu ben bugün de soruyorum. O dönemde, o şartlarda ne düşündülerse “Hayır” dediler ve her şey lağvedildi. Ama Türkiye’de tekkelerin kapatılmasını tartışacak steril bir ortam hala oluşmuş değil. Bu mevzu düzgün bir biçimde tartışılmayı bekliyor. Ayrıca eğer doğruysa Sünbül Efendi Şeyhi Nurullah Kılıç’a Mustafa Kemal’in söylediği “Dergahları ben kapattım ama zamanı gelince de yine ben açacağım” sözünü de hukukta alınan kararların zaman ve mekanla yani konjonktürle sınırlı oluşu bağlamında okumak lazım…” [12] Âsitâne: Tasavvufta bir tarikatın merkezi olan dergâh. Literatürde İstanbul da “Âsitâne” olarak isimlendirilmiştir. [13] Ezher Üniversitesi Rektörü Abdulhalim Mahmud’un tasavvufî değerlendirmeleri için bkz: Dr. İbrahim M. Abu-Rabi’, Modern Mısır’da el-Ezher Sûfizmi: Sûfî Düşüncesi (Çeviren: M. Mustafa Çakmaklıoğlu) Tasavvuf Dergisi, Sayı: 8 , s.173-198 , Ankara-2002.