Neo-İslamcılar, Âkil Adamlar ve Bir Fetva
Dr. Hayati BİCE
Son zamanlarda -aralarında çok ilginç isimler de bulunan- bazı “İslamcı” Kürt -ve hatta başkaca etnik- kökenli aydınların, ateist-komünist Kürtçü yapılanma ile ittifak yapması, konunun mazisini bilmeyenlere şaşırtıcı geliyor. Oysa “neo-islamcı” olarak adlandırdığım darulharb-ist/selef-ist/reform-ist isimlerin yaşadığı fikrî serüveni bilenler için, bu hiç de şaşırtıcı değildir.
“İslâmcı”-Kürtçü ittifakının ilk somut verisi ile, yaklaşık 30 yıl önce, bir TC müftüsü ile ilgili haberde tanışmıştım. Güneydoğu bölgesinde ismi çok iyi bilinen bir Nakşibendi şeyhinin oğlu olan bu ilçe müftüsü, (bir kardeşi daha sonra babasının manevi nüfuzu sayesinde AKP milletvekili de oldu) yapılan idarî soruşturma sonrasında “bölücülük yaptığı” sabit görülerek görevden alınmıştı. Batı illerinden birisinde görev yapan bu TC müftüsünün, soruşturma dosyasına vakıf olan bir arkadaşım, bahsettiğim müftünün görevden alınmasında en etkili kanıt olan “TC’ye İsyan Farz-ı Kifayedir” hükümlü ilginç fetvasından söz etmişti.
“TC’ye İsyan” Fetvası (1983)
Osmanlı tarzında klasik bir “Ebussuud Fetvası” gibi hazırlanan bu “TC’ye isyan ederek farz-ı kifayeyi yerine getiren PKK desteklenmelidir” fetvası, ilçe müftüsünün kaleminde şu şekilde geliştirilmişti:
___________________________________________________
1. TC devletinin İslam fıkhında hükmü nedir?
El-Cevab : TC devleti Darü’l-Harbdir.
2. TC’ye isyan etmenin hükmü nedir?
El-Cevab : Darü’l-harb olan TC’ye isyan etmek farz-ı kifayedir.
3. TC’ye isyan eden PKK’nin durumu nedir?
El-Cevab : Darü’l-harb olan TC’ye isyan eden PKK farz-ı kifayeyi ifa etmektedir.
4. Darü’l-harbde yaşayan Zeyd’in durumu nedir?
El-Cevab : Darü’l-harbde yaşayan Zeyd, ya isyan etmeli ya da darü’l-harbden hicret etmelidir.
5. Darü’l-harb olan TC’ye isyan eden PKK’ye karşı çıkan Zeyd’in hükmü nedir?
El-Cevab : PKK’ya karşı çıkan Zeyd farz-ı kifayeye mani olmakla TC’de yaşayan bütün Müslümanları sorumlu duruma düşürür.
6. Darü’l-harb olan TC’de yaşayan Zeyd’e düşen nedir?
El-Cevab : Zeyd PKK’ye katılmalı ve her yönden desteklemelidir.
*Zeyd: İslam’a göre mükellef durumundaki müslüman kişi.
_______________________________________________________
T.C. Devleti’nin ilçe müftüsü olarak bu fetvayı hazırlayan kişi, oldukça kafa yormuş; ama sonuçta kabul edilmelidir ki, fıkhî yönden epeyce sağlam argümanlara oturttuğu bir hükme ulaşmıştı. Sözkonusu yaklaşımın sadece hayâlhanesi geniş, “toy” bir ilçe müftüsünün uçuk projesi olmadığını bilen birileri, herhalde vardır bu ülkede. Dilerseniz, bu fetvanın fıkhen geçerli olup olamayacağını T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’na da sorabilirsiniz.
‘Fetvalar Savaşı’nı Başlatan Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin Cihad Fetvası (16 Mayıs 1919)
Fetva denilince, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu deyince hemen, Kurtuluş Savaşı’nın Fetvalar Cephesi’ni hatırladım. Bildiğim kadarı ile Kurtuluş Savaşı günlerindeki, ‘Fetvalar Savaşı’nın ilk adımı Denizli’de atılmıştı. İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgali üzerine Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi [1] , “Elinizde hiç bir silahı olmasa dahi üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle” fiilî cihada katılmanın bütün müslümanlara farz-ı ayn olduğunu ilan etmişti:
“Yunan askeri, İzmir’i işgal etmiştir.
Bu işgale muhalefet ve düşmanın taarruzuna mukabele lâzımdır.
İşgal edilen memleketler halkının silâha sarılması ve savaşması farz-ı ayndır .
Fetva veriyorum:
Silâh ve cephane azlığı veya yokluğu hiçbir zaman mücadeleye mani teşkil etmez.
Elinizde hiç bir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiilî mukabelede bulununuz.
Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi
16 Mayıs 1919”
‘Fetvalar Savaşı’
Anadolu’da hareketlenen milliyetçi harekete omuz veren Kuvva-yı Milliye’cilerin güçlenmesi üzerine güç duruma düşen İstanbul hükümeti; Osmanlı Sultanına karşı çıkanların, İslâm’a göre âsi ve kanlarının helal olduğuna dair bir fetva istediler. Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi’nin verdiği fetva, “Fetva-yı Şerife” adıyla 11 Nisan 1920 tarihinde Devlet’in resmi organı olan Takvim-i Vekâyi ile o tarihlerde İstanbul’da çıkan Peyâm-ı Sabah gazetelerinde yayınlandı. Bu fetvanın en can alıcı kısmı şu soru ve yanıtında gizlidir:
(Kuvva-yı Milliye’nin) Padişah’a itaatsizlik suretiyle devletin düzenini ve asayişini bozmak için düzme yayımlar ve yalan söylentiler yayarak halkı azdırmaya çalıştıkları da açık bir gerçektir. Bu işleri yapan yukarıda söylenmiş elebaşılar ve yardımcıları ile bunların peşlerine takılanların dağılmaları için çıkarılan yüksek emirlerden sonra bunlar, hala kötülüklerine inatla devam ettikleri takdirde işledikleri kötülüklerden memleketi temizlemek ve kulları fenalıklardan kurtarmak dince yapılması gerekli olup, Allah’ın “öldürünüz” emri gereğince öldürülmeleri şeriata uygun ve farz mıdır” Beyan buyrula?
El-Cevab: Allah bilir ki, Allah’ın “öldürünüz” emri gereğince öldürülmeleri şeriata uygun ve farz olur.
Dürrizâde Es-Seyyid Abdullah
Osmanlı Şeyhülislâmı Dürrizâde Abdullah Efendi’nin fetvası, İstanbul basınından yayınlandıktan sonra, milyonlarca nüsha bastırılarak İngiliz ve Yunan uçakları ile Anadolu’nun ulaşılabilen her tarafına atılmıştı.
***
Kuvva-yı Milliye’nin “sarıklı mücahid”leri, bu ibretâmiz Dürrizâde fetvasına karşılık, harekete geçerek “Ankara Fetvası” diye bilinen bir karşı fetva yayımlayacakdır. TC’nin ilk Diyanet İşleri Başkanı olacak olan Ankara müftüsü Mehmed Rıfat (Börekçi) ve diğer ‘Kuvvacı Âlimler’ tarafından onaylanan ‘İşgale Direniş Fetvası’nın [2], ‘İngiliz güdümlü Dürrizâde fetvası‘nı geçersiz kılan hüküm kısmı şöyleydi:
“Düşman devletlerinin zoru ve kandırması ile, olaylara ve gerçeğe uymayarak çıkarılan fetvalar, müslümanlar için şeriatça dinlenir mi ve ona uyulur mu?
El-Cevab: Allah en iyisini bilir ki, uyulmaz.”
Mehmed Rıfat (Börekçi) Efendi’nin imzasını taşıyan Ankara Fetvası, 14 Nisan 1920 tarihinde hazırlanıp iki gün sonra Anadolu’ya gönderilerek bütün müftülüklerce onanması ve halka tebliğ edilmesi istendi. Ankara Fetvası, 19-22-25 Nisan 1920 tarihlerinde Öğüt, İrade-i Milliye ve Açıksöz gibi milliyetçi hareket yanlısı gazetelerde de yayınlandı.
***
Günümüze dönecek olursak, “TC’ye isyan farz-ı kifayedir” fetvasının 30 yıl önce, T.C. vatandaşı ve devlet memuru bir müftü tarafından kaleme alındığı düşünülürse, bugün “Güneydoğu sorunu”, “Çözüm süreci” gibi isimlerle “bölücülük” odaklı olduğu gizlenmeğe çalışılan olgunun temellerinin ne denli derinde olduğu ve ‘Türk’e biçilen kefen’in ne kadar hainane bir şekilde dokunduğu daha iyi anlaşılır.
“Hele bir TC’yi yıkalım önce…”
Bu “yıkım fetvası” konusunu paylaştığım ve “darü’l-harb” hükmünde gördüğü TC’nin yıkılarak bir yerine “Ehl-i sünnet Hilafet Devleti” kurulması rüyaları gören, bunun için de TC düşmanlığı gölgesinde zımnen PKK’yı desteklediğini bildiğim bir “neo-islamcı” gence sormuştum: “Varsayalım ki, TC’yi Darü’l-Harb diye yıktınız, yerine ehl-i sünnet mezheblerinden birisi ile amel edilecek ‘Darü’l-İslam’ diyebileceğiniz bir İslam Devleti kurulacağından ve bu devletin ‘komünist-kürtçü’lere rağmen kurulabileceğinden nasıl emin olabilirsiniz?”
Ankara’daki Sakarya caddesinin meşhur çay ocağında “Çete”leşip bir gecede devlet kurup yıkması ile meşhur bu genç arkadaş gülmüş ve: “TC’yi yıkalım, PKK’lı komünistleri halletmek bir gecelik iş…” demişti.
Bugün, “Resmî tabelalardan TC ibareleri çıkarılıyor”, “Diyarbakır’dan Üniversite’de PKK yandaşları ile Hizbullah sempatizanları çatıştı” haberlerini dinlerken aklıma, o sıralarda henüz bıyıkları yeni terlemekte olan, bugünün Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı‘nın rahle-i tedrisinde gazetecilik öğrenen genç arkadaşın otuz yıl önceki bu iddialı cevabı geldi.
Şimdilerde “sözde barış süreci”nin ‘sancaktar’larından olan bu arkadaşı bir yerlerde görebilirsem, soracağım: “İki gün önce Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın da işaret ettiği üzere İsrail ve A.B.D. ile stratejik ortak haline gelmiş olan PKK’nın işinin bir gecede bitirilebileceğinden 30 yıl önceki kadar emin misin?” diye…
Bir sorum daha var. Bu yazıda bahsettiğim -ve bugün yerinde yeller esen çay ocağının müdavimlerinden birisinin de dahil olduğu- 63 âkil adam” arasında, bu “TC’ye İsyan” fetvasının ‘mâna ve mazmûn’una vâkıf bir Allah kulu var mı acaba?! (Belki Abdurrahman Dilipak!..)
“Ey İman Edenler Düşününüz ve İbret Alınız…”
Elinde Kur’an, başında sarık ile PKK destekli mitinglerde kürsüye çıkartılan “mele”ler, BDP listelerindeki Nakşibendi çocukları gökten mi düştü sanıyorsunuz? Ya Diyarbakır meydanlarına taşınan alternatif Cuma namazlarında okunan hutbeler kimin adına okunmakta idi?!..
“Barış süreci” ambalajı ile kendilerine sunulan görev talimatını teslim alırken aklına ülkemize dalan misyonerlerin “Barış gönüllüsü” ünvanını hatırlayabilecek bir entellektüel birikimi olan bir tek kişi yok mu oralarda?!
Daha sonra, bir haberi izlerken bambaşka bir soru takıldı gönlüme: Kutlu Doğum kutlaması için gittiği Diyarbakır’da sergilediği “jest”, -İslâm’a dost olmadıklarından adım kadar emin olduğum- belirli odaklarca alkışlanan T.C. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, kimin adına kimin gönlünü almağa çalışıyordu? İslâm’ın çağa uygun bir söyleme kavuşturulması, islamofobinin izale edilmesi çabaları ile takdir toplayan Prof. Dr. Mehmet Görmez, oturduğu “mesuliyet koltuğu”nun ilk sahibi Mehmed Rıfat Börekçi Efendi’nin halefi olduğunu unutmuş olamaz. Unutmuş ise, herhalde “mahkeme-i kübra“da bir hatırlatan çıkar kendisine; ki o “kudsî mahkeme”de hiç ama hiç kimsenin bir avukatı da olmayacaktır yanında… Dünyevî makam/mevki etiketleri de o gün, bir işe yaramayacaktır. Size Hakk’ın divanında yükten başka bir işe yaramadığını mutlaka göreceğiniz makam/mevkileri verenlerden de bir fayda gelmeyecektir; çünkü o gün “herkesin kendine yetecek bir derdi vardır.”
Şimdi bu hassas konuda yazdıklarım konusunda, itirazı olacaklara, bir uyarım olacak: “PKK’ya karşı savaşta dinî hassasiyeti olan Kürtleri kazanmak için neler yapıldı? Yapılması gerekenler neden yapılmadı?” diye bir süre düşünün… Alparslan Türkeş’in terörün bitirilmesi için istediği “bir yıllık süre”nin ilk altı ayını kapsayacak olan “hazırlık süreci“nin ne kadarında bölgenin samimi dindarlarına yönelik bir “gönül seferberliği” yer alacaktı?
Müfid Yüksel gibi insaflı araştırmacılar ve çoğu kişinin kürt kökenli sandığı, -şimdilerde AKP yönetiminde bulunan- Prof. Dr. Yasin Aktay gibi ‘etnik Arab‘lığını söylerken yutkunmak zorunda kalan, akademisyenler de, rol aldıkları “barış süreci” başarıya ulaşıp (?) PKK silahlarının koyu gölgesi, enselerinden çekilince birşeyler söyleyebilirler herhalde…
(“Çıkmayan candan ümid kesilmezmiş” diye öğretmişti ninem!…)
T.C. Diyanet İşleri Başkanı ve Din İşleri Yüksek Kurulu’na Bir Soru
“İslâm Halifesi”ne ve Şeyhülislâmı’na karşı çıkmak pahasına, canlarını tehlikeye atarak, Kurtuluş Savaşı’nın meşruiyetine fetva veren aziz din bilginlerine bakıp bugün T.C.’nin fetva vermeğe yetkili tek makamı olan T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun, neden ülkemizin ebediyyen Darü’l-İslâm olduğunu ilan eden, bölücülüğü mahkûm eden tek satırlık bir fetva bile vermediği/veremediği de artık sorgulanmalıdır. PKK mensuplarının dağda canları sıkıldığında, eğlenmek için sergiledikleri ve kaydedip yayınladıkları, dinî değerlerle dalga geçen video görüntülerini görmeyen/bilmeyen kalmamışken, görmezden gelmek, hiçbir şekilde affedilemez, asla zaman aşımına uğramayacak ve günü geldiğinde hesabı sorulacak olan bir aymazlıktır.
Evet, vergilerimizle oluşan bütçeden maaş alan T.C. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez ve Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerine bir T.C. vatandaşı olarak kamuoyu önünde soruyorum:
“Aralarında ağzındaki ana sütü ile katledilmiş bebeklerin de bulunduğu binlerce masumun katline emir veren PKK yöneticilerinin ve bu PKK şeflerinin emrine uyarak cinayetler işleyen kaatillerin, İslâm’a göre, şer-i şerifteki hükmü nedir?..”
Resmî rakamlara göre sayısı ‘ikibinden fazla’ olan ‘resmî üniformalı şehid‘lerimizin; ücra dağ köylerinde dalgalandırdığı ayyıldızlı bayrağı gözleri yaşararak çektiği bayrak direğine asılarak katledilen yüzlerce öğretmen şehidin; aynı köylerde diyanet kadrosundan maaşlı imam/müezzin olarak hizmet veren ve kafalarına birer kurşun sıkılarak şehid edilen onlarca ‘sarıklı‘ din kardeşimin ruhaniyeti, bütün sorumlu makam sahiplerine bu soruyu sormamı, benden taleb ediyor. Bu da bir farz-ı kifaye değil midir?..
Verecekleri -ancak verebilecekleri kuşkulu olan- yanıta göre soracağım daha başka sorular da olacaktır.
______________________________________________
*Dr. Hayati BİCE, ÜLKÜ-YAZ Genel Başkanı.
İletişim: http://ulkuyaz.org.tr
[1] Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi: 13 Eylül 1861-22 Kasım 1931 tarihleri arasında yaşadı. Tahsilini Denizli, Kayalık Mahallesi’nde bulunan Müftüler Medresesi’nde yaptı. Babası Denizli Müftüsü olan Osman Efendi’den icazet (diploma) aldı. Denizli’de medreselerde eğitim ve öğretimle meşgul oldu ve Sahan Müderrisliği’ne kadar yükseldi. 1918 yılına kadar Müftü Müsevvidliği yapan ve aynı yılda vefat eden kardeşi Osman Efendi’nin yerine Denizli Müftülüğü’ne tayin edildi.Ege Bölgesinde, Kuvva-yı Milliye ve Milli Mücadele hareketlerinin mihrakını teşkil eden Müftü Ahmet Hulusi Efendi, Yunan işgal ve istilasına karşı, 15 Mayıs 1919 tarihinde Denizli, Bayramyeri’nde ilk protesto mitingi yaparak “Düşmana karşı koymak farz-ı ayındır.” fetvasını vermiştir.
Müftü Ahmed Hulusi Efendi, Kuva-yı Milliye Reisliği ile ilk mücadeleyi başlatmış, çok yararlı yurt savunması hizmetlerinde bulunmuş, kurtuluş savaşına bilfiil iştirak etmiştir.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra siyasi olaylara karışmamış, ömrünü ibadetle geçirmiştir.
21 Kasım 1931 tarihinde vefat eden Ahmed Hulusi Efendi’nin kabri İlbadı Mahallesindeki eski büyük mezarlığın kuzeyinde Mehmet Gazi Türbesi altında bulunmaktadır. Rahmetullahi aleyh.
[2] ‘İşgale Direniş Fetvası’nın tam metni:“Dünyanın nizâmının sebebi olan İslâm Halifesi Hazretlerinin halifelik makamı ve saltanat yeri olan İstanbul, mü’minlerin emirinin (Padişahın) rızasına aykırı olarak müslümanların düşmanı olan düşman devletler tarafından fiilen işgal edilerek, İslâm askerleri silahlarından uzaklaştırılıp, bazıları haksız olarak şehit edilmiş, Halifelik merkezini koruyan bütün istihkâmlar, kaleler, savaş aletleri zapt edilmiş ve resmi işleri yürüten ve İslâm Ordusunu donatmakla görevli Bab-ı Ali’ye (Başbakanlık) ve Harbiye Nezâretine el konmuştur. Bu suretle Halife, milletin gerçek menfaatleri uğrunda tedbir almaktan fiilen men’ edilmiştir. Sıkıyönetim ilân edilip harp divanları kurulmuş, İngiliz kanunları uygulanarak kararlar verilmek suretiyle Halife’nin yargı hakkına müdahale edilmiştir.
Yine Halife’nin rızası olmadığı halde, Osmanlı toprakları olan İzmir, Adana, Maraş, Antep ve Urfa taraflarına düşmanlar saldırıp oradakileri müslüman olmayan uyruklarımızla el ele vererek İslâmları toptan yok etmeye, mallarını yağmalamaya ve kadınlarına tecavüze, müslüman halkın bütün kutsal inançlarına hakarete kalkışmışlardır.
Anlatılan şekilde hakarete ve esirliğe uğrayan Halifelerini kurtarmak için, ellerinden geleni yapmaları bütün Müslümanlara farz olur mu?
El-Cevab: Allah en iyisini bilir ki, olur.
2. Bu suretle, Halifeliğin meşru hakkını elinden alanlardan kurtulmak ve fiilen saldırıya uğrayan vatan topraklarını düşmandan temizlemek için uğraşan ve çalışan İslâm halkı Şeriatça Tanrı (Allah) yolundan ayrılmış olurlar mı?
El-Cevab: Allah en iyisini bilir ki, olmazlar.
3. Halifeliğin gasbedilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan mücadelede ölenler “Şehit”, kalanlar “gazi” olurlar mı?
El-Cevab: Allah en iyisini bilir ki, olurlar.
4. Bu suretle din uğrunda savaşan ve görevini yapan halka karşı düşman tarafını iltizâm ederek İslâmlar arasında silâh kullananlar ve adam öldürenler şeriat bakımından en büyük günahı işlemiş ve fesatçılık işlemiş olurlar mı?
El-Cevab: Allah en iyisini bilir ki, olurlar.
5. Bu suretle aslında istemediği halde düşman devletlerinin zoru ve kandırması ile, olaylara ve gerçeğe uymayarak çıkarılan fetvalar, müslümanlar için şeriatça dinlenir mi ve ona uyulur mu?
El-Cevab: Allah en iyisini bilir ki, uyulmaz”
SONNOT: Bu yazıdaki teknik terimlerin anlaşılabilmesi için bir de kaynak kitap önereceğim: Doç. Dr. Ahmet Özel, Darulislam, Darulharb -İslam Hukukunda Ülke Kavramı-, İz Yayıncılık.