Bloklar Satrançındaki Açmaz:
BATI – TÜRKİYE – İSLAM – SOVYETLER *
Dünya literatürüne Batılı sovyetologların bir katkısı olan ‘Sovyet Müslümanları’ kavramı, Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan ve büyük çoğunluğunu Türk soylu insanların teşkil ettiği İslam ümmetinin önemli bir parçası için kullanılmaktaydı. 2.Dünya Savaşı sonrasının ortamında bu kavram etrafında şekillenen “Sovyetler’de İslam” konusu uzun yıllar bütün Sovyetologların başlıca uğraş alanlarından biri halinde geliştirildi. Öyle ki bu vadide ortaya konan çalışmalar ciddi bir kütüphane oluşturabilecek hacme ulaşmış durumdadır ve bu çalışmalar önde gelen Batı ve özellikle Amerikan üniversitelerinde oluşturulan araştırma enstitüleri bünyesinde akademik bir çerçeveye oturtulmuştur. Bu akademik yapılı kuruluşların tesbit ve tahminleri Batı ve A.B.D.’nin uluslararası politikasının belirlenmesinde en önemli verileri sağlamaktadır. Son on yılın dünyasında ortaya çıkan değişiklikler Sovyetler Birliği’ndeki müslümanların stratejik önemini arttırırken bu çalışmaların da daha şumüllendirilmesini zorlamaktaydı. Öncülüğünü artık hayatta olmayan ünlü Sovyetolog Alexandre Bennigsen’in yaptığı bir araştırıcılar grubu, “Sovyet Müslümanları’ konusundaki otoriteleri ile bu alandaki çalışmaların muhtevasını belirlemekteydi. Özellikle 1978 İran İslam Devrimi ve 1979’daki Rus işgalinden sonra gelişen Afganistan Kıyamı’nın yol açtığı gelişmeler Sovyet Müslümanları’nın dini eğilimlerinin araştırılması gereğini arttırıyordu.
İran İslam Devrimi’nin ilk yıllarında bu ülkenin özellikle Azerbaycan ve Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’ne yönelik yayınları hedef ülkelerde İslami hassasiyetlerin ön plana çıkmasında belirli bir düzeyde etkili olurken, Afganistan’la sınırı olan Özbekistan ve Tacikistan bölgeleri de mücahidlerin etki alanı içinde kalmıştı. Diğer yandan Afganistan’ı işgal eden Kızılordu içindeki müslümanlar olan çeşitli boylardan ve hatta Kazan, Kafkasya gibi uzak bölgelerden Türk askerler, Afganistan Cihadı’nın etkisini çok uzak bölgelere kadar taşımışlardı. Bütün bu faktörlerin etkisiyle Sovyet müslümanlarının İslami bilinçlerinde bir derinleşme olduğu gibi çevre ülkelerde de ve giderek bütün dünyada onların kaderi ile ilgilenme eğilimleri güçlenmiş bulunuyordu.
Batılı Sovyetologların ciddi araştırmalarının ve geliştirdikleri tezlerin kimi zaman en etkin basın-yayın organlarına yansımasının da katkısıyla İslam ülkelerinde ve bu arada Türkiye’de de ‘Sovyet müslümanları’ kavramı etrafında bir ilgi son yıllarda gelişiyordu. Daha önceleri sadece Sovyet -daha doğrusu Rus- işgali sürecinin muhtelif periyodlarında anayurtlarından ayrılmak mecburiyetinde kalmış müslümanların bir cemaat sayılabilecek çerçevede konuştukları konular, yavaş yavaş toplum içinde yayılıyordu, iletişim kolaylıkları cemaat statüsündeki topluluklar arası ilişkilerin güçlenmesini ve böylece aynı meselenin sahiplerinin değişik platformlarda bir araya gelebilmelerini kolaylaştırmaktaydı. Öte yandan özellikle son bir kaç yıldır Amerikan patentli düşüncelerin gönüllü müşterisi bazı kişi ve kuruluşların İslami hiçbir kaygıları olmadığı halde ‘Sovyet Müslümanları’ ile ‘yakından’ ilgilenmeleri ülkemizde dikkati çekiyordu.
“Sovyet Müslümanları”nın Son Günleri
Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un işbaşına gelişine kadar Sovyetler Birliği’ni destabilize edecek bir manivela olarak kabul edilen ve Batılı stratejistlerin büyük önem verdiği ‘Sovyet müslümanları’, Sovyetler Birliği’nin Batı için giderek düşman statüsünden çıkmasıyla birlikte yeniden değerlendirilmeğe ve stratejiler gözden geçirilmeğe başlandı. Son bir-iki yıl içinde Batılı araştırıcıların ‘Sovyet müslümanlarını düşmana karşı kullanılabilecek bir güç olarak görmekten potansiyel bir tehlike olarak görmeğe’ doğru yöneldikleri yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. ‘Sovyet müslümanları’ kavramı; babası sayılabilecek Alexandre Bennigsen’in ölümünden sonra hamiliğini üzerine alan ‘Batılı Dostları’ tarafından da terkedilmek üzeredir. Sağlam sosyo-kültürel verilere sahip olan Batılı araştırıcıların bu konudaki tavır değişikliği kendileri açısından doğru bir analize dayanmaktadır. Çünkü Baymirza Hayıt gibi Türk kökenli etnologların şiddetle yanlışlığını savundukları Sovyet müslümanları kavramı, Sovyetler Birliği bünyesindeki bütün Türk boylarını ifade için kullanılmağa başlanıyor ve yüzlerce yapay sınırla bölünen müslümanlar için birleştirici bir tanım haline geliyordu. Bu. kavram, böylece Sovyetler Birliği’nin onlarca yıllık parçalama-bölme politikalarım geçersiz hale getirirken, bir yandan da Sovyet vatandaşı müslümanları İslam ümmetinin bir parçası olarak değerlendirerek, dolaylı olarak onlarla bütün bir İslam ümmetini ilgili kılıyordu.
Stratejik hesaplarla güçlendirilmeğe çalışılan Sovyet Müslümanlığı, kendisine biçilenin ötesinde bir işleve kavuştuktan sonra artık Sovyetler Birliği’nin bütünlüğüne yönelik bir hedefi kalmayan Batı ve A.B.D. tarafından terkedilerek, Sovyetler’deki müslümanlar üzerinde onları ayrılmaz bir parçası oldukları İslam ümmetinden ayırmağa yönelik bir strateji oluşturulmağa başlanmıştır. Ana hatları giderek belirginleşen bu yeni senaryoda Türkiye’ye de Sovyet Müslümanları’nı hayat kaynakları olan İslami köklerinden koparma girişiminde hiç de hoş olmayan bir rol verilmesi hususundaki tartışmalar devam etmektedir. Bu çalışmalar başarıya ulaşırsa bütün Türklük ve İslam dünyasının onulmaz yaralar alacağı şimdiden belli iken, yıllardır kabile bazında etnik kimliklere mahkum etmeğe çalıştığı Türkistan, Kafkasya, Kazan, Kırım ve Azerbaycan müslümanlarını assimile edemeyen Sovyet yönetimi her halde en memnun olan taraf olacaktır. A.B.D. ve Batı’nın yeni oluşturacakları politikanın, etnik kimlikleri ön plana çıkartarak, hemen hepsi İslami geleneğe dayanan birliktelik unsurlarının arkaplana itilmesi ve gerekirse doğrudan uygulanması çok zor olacak Sovyet müslümanlarını laikleştirme, nihai hedef olan deislamizasyon politikalarında Türkiye’nin transfer üssü olarak kullanılması esasında şekillenmekte olduğu yapılan yayınlardan bile anlaşılmaktadır. Şimdi bu çok ciddi oluşumların ipuçlarını ve Batılı stratejistlerin imzasını taşıyan yayınlardan birkaç örnek verelim:
Ruhumuzun Kimliği İslam’dan Nereye?
Sovyetler Birliği’nde yaşamakta olan kardeşlerimiz hakkındaki A.B.D. politikasının değiştiğinin açık işaretlerim taşıyan ilk makalelerden biri ünlü ve ciddiyetiyle bilinen A.B.D. gazetesi Wall Street Joumal’da yayınlanmıştır (l). Soviet Nationality Survey (Sovyet Milliyet Araştırmaları) dergisinin editörlerinden olan makalenin yazan Adrian Karatnycky “Orta Asya’yı Birleştiren Sadece İslamiyet mi?” başlıklı yazısında şunları iddia etmektedir: “… Sovyetlerde yaşayan 50 milyon müslüman Türk arasında örgütlenen milliyetçi grupların liderleri sadece İslami esaslar etrafında değil uzun zamandır men edilen Türk kültür unsurları etrafında bir araya geliyorlar. Müslüman topraklarda medreselerin bazıları yeniden açılıyor, yeni camiler inşa ediliyorsa da Stalin’in uygulamalannın ve komünist yönetimin İslami geçmişle bağların kopmasını sağladığı anlaşılıyor. Bir zamanlar Rus hakimiyetine karşı milli direnişin karargahları haline gelmiş olan İslam tarikatları bile günümüzde demode hale gelmiştir. Dini düşünce tamamen ortadan kaldırılmış, dini geçmiş ile bağlantı sağlayan alfabenin iki kez değiştirilmesi ile zayıflamış durumdaki bağlantılar da tamamen yok edilmiştir. Bugün Sovyetler Birliği’ndeki Türk halklar ortak miraslarını daha çok fark etmekte ve Stalin ve takipçilerinin izlediği politikalar ile aralarında oluşturulan uçurumu kapatmağa çalışmaktadırlar. Azeri, Özbek ve Kazak gençler kendilerinin Türk birliğinin bir parçası olduklarının farkına her gün daha fazla varmaktadırlar…”
İlk tahlilde Sovyetler Birliği’nde milliyetçilik akımının güçlendiğini ve İslami eğilimlerin toplum içindeki önemini kaybettiğini belirtiyor görünen bu satırlar iyi incelenirse, bazı önemli tahrifler ortaya çıkacaktır. Sovyetler Birliği’ndeki Türklerin durumunu bilenler için yeni bir keşif olmayacaktır ama, 70 yıllık Sovyet hakimiyetine karşı milli bilincin yaşatılmasında İslam’ın yeri hiç tartışılmayacak kadar açıktır. Hatta bugün birçok örfi veya geleneksel adet İslami bir kimlik altında varlığını sürdürmektedir. Öte yandan onbinlerce caminin resmen kapatıldığı, medreselerin lağvedildiği ateist bir ülkede bugün İslam ile kendilerini tanımlayan insanların var oluşu sufi tarikatların yürüttüğü eğitim ve öğretimin sonucudur. Bugün Sovyet sistemi altında üçüncü kuşağın yetiştiği düşünülecek olursa bu illegal eğitim kanallarının aktivitesinin çapı anlaşılabilir. İslam bugün Tuna’dan Çin seddine kadar bütün Türk yurtlarının en mümeyyiz vasfıdır. İslam’ın getirdiği ortak değerlerin birleştiriciliği ortadan kaldırılabilirse onlarca etnik mensubiyete bölünecek Türk yurtlarını bir arada tutabilecek güç ne olabilir? Bu sorunun muhatabı olmak için türkolog, etnolog, antropolog vs. olmağa gerek yoktur, her Türk bu sorunun cevabını kendine sormalı ve ‘Türklüğü birleştiren acaba sadece İslamiyet mi? “diye saf saf soruyor görünenlerin gerçek hedeflerinin ne olabileceğinin cevabını da aramalıdır.
Batı’nın Eskimeyecek Endişesi
A.B.D.’nin en önde gelen gazetelerinden birisi olan The New York Times gazetesinde Türk Dünyası’nın durumu ile ilgili bir makalesi yayınlanan A.B.D. Dış Politika Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Danel Pipes’in bir yazısında (2) yer alan bazı değerlendirmeler de önemli veriler taşımaktadır. Pipes bu yazısında Sovyetler Birliği’nde potansiyel olarak en büyük mücadelelerden birisine yol açacak kapasitede olduğunu yazarak Türk Dünyası’nda meydana gelen gelişmelere işaret ettikten sonra ortaya çıkan uluslararası tavırları tartışmaktadır. Pipes’a göre biri NATO, diğeri Varşova Paktı’na üye olmalarının ötesinde hrıstiyanlık ortak noktasında birleşen Bulgaristan ve Yunanistan hükümetleri ortak düşman olarak gördükleri Türkiye’ye karşı askeri işbirliği yapmağı planlamaktadırlar. Pipes, Türklerin İslam dünyasındaki en büyük etnik gruplardan birisini oluşturduğuna dikkat çekerek yüzyıllarca Cezayir’den Hindistan’a, Balkanlardan Arabistan’a kadar uzanan bir bölgeyi idareleri altında tuttuklarına, ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türklerin, özellikle Azerbaycan ve Orta Asya bölgesindekiler başta olmak üzere geçmiş ihtişamlı günlerine özlemin beslediği bir milliyetçilik akımını geliştirdiklerini ifade etmektedir. Böyle bir psikoloji içindeki Türklerin yaşadığı 13 ülkeden çoğu olan 7’sinin komünist idarelerinde Sovyetler’deki değişimin yol açtığı gelişmelerin verdiği imkanlar Türk Milliyetçiliği’nin canlanmasına yol açmıştır’ iddiasında bulunan Pipes, Türkler Karabağ meselesini çarpıtıp yeni fırsatlardan yararlanarak ‘tarihi düşmanlarından öç alma’ yoluna gitmişler, buna karşılık Bulgaristan’da ise kendileri etnik gerilimin kurbanı olmuşlardır’ yorumlarını yapmaktadır. Bu yorumları A.B.D.’nin en yetkili kişilerinden birisinin tamamıyla Ermeni militanların taşkınlıklarının bir sonucu olduğu açıkça ortada olan Karabağ meselesinde Türkleri zımnen suçlaması olarak görebiliriz.
Pipes ‘Moskova’nın Yeni Endişesi: Türk Azınlıklar’ başlığını taşıyan yazısını Kremlin’in henüz sorunların başlangıç safhasında olduğu ve Moskova’nın baskısını azaltması halinde ülkedeki Türkleri sürekli kontrolü altında tutmasının güç olacağı tesbiti ile bitirmekteydi. Pipes’in bu sözlerle Moskova’yı Türkler konusunda kontrolü kaçırmaması için uyardığı açıktır. A.B.D. kamuoyunda ciddi bir etki yapan bu yazısında ileri sürdüğü görüşlerle dikkati çeken Daniel Pipes ile yapılan bir görüşme, makalesinin yayınından hemen sonra 16 Şubat 1990 günü Amerika’nın Sesi Radyosu tarafından gerçekleştirilmiştir. Pipes radyoda yayınlanan açıklamalarıyla •konuyu daha da belirgin olarak ortaya koymaktadır. Pipes anılan makalesini yazma sebebini şöyle açıklamaktadır: “Amerikan kamuoyuna ve genel olarak Batılılara İslam Dünyası içinde Arablar ve Farslardan başka çoğunlukla dikkati çekmeyen ve Türklerin oluşturduğu büyük bir kesimin bulunduğunu anlatmak istedim. Amerikalılara, ‘Uyanın’ Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra Balkanlardan Çin’e kadar toplam sayılan 100 milyonun üstünde haklarında çok az şey bildiğimiz ve dikkate almadığımız çok büyük bir grup insan var’ demek istedim.”
Pipes, Bulgar ve Yunanlı’ların Türkiye’ye karşı işbirliği yolları aramakta olduğu şeklindeki önemli iddiasını açıklarken de geçmişlerinde Türkler ile aralarında meseleler bulunan hrıstiyan toplumların Türkiye’ye karşı bir ittifak çabası içinde oldukları ifadelerini kullanmaktadır. Türk milliyetçiliği ile İslam arasında bir ayırım yapabilmenin son derecede zor olduğuna işaret eden Pipes, Türkiye sınırları dışında gelişen Türk Milliyetçiliği eği-limlerinin yol açtığı gelişmelerin kaçınılmaz olarak Türkiye kamuoyunun önüne geleceğini iddia ederek bu konudaki tartışmaların Türkiye dışında ve Batı’da yakından izlenmesi gerektiğine inandığını ifade etmektedir. Pipes’in bu değerlendirmeleri son aylarda Avrupa’nın çeşitli platformlarında ortaya çıkan Türkiye aleyhdarı tutumları da bir yerde açıklığa kavuşturması yanında Türk Dünyasındaki gelişmeler konusunda hrıstiyanların ortak tavırlarından bahseden bir ilgi alanı oluşturulmakta olduğunu ortaya sermektedir.
Bir başka A.B.D.’li yazar (3) ise Orta Asya bölgesindeki Türk Cumhuriyetler’indc ortaya çıkan etnik çatışmaları irdelerken Mikhail Tspkin adlı Sovyetologun ‘her yıl orduya alınanların % 38’ini Türkler’in oluşturması nedeniyle Moskova’nın Orta Asya’daki kargaşa ve isyan hareketlerini bastırma konusunda silahlı kuvvetlerinin büyük bir kesimine güvenemeyeceği’ görüşünü aktarmaktadır. Yazarın değerlendirmesine göre 1986 Kasım’ında Taşkent’te İslam’a karşı yeni bir ideolojik kampanya başlatılması direktifini veren Gorbaçov’un bu tavrı Orta Asya’da Komünist Partisi’nin bürokratik yapısından soğumuş durumundaki halkı dinci-milliyetçi hareketlere yönelterek geri tepmiştir.
Batı İçin, “Atatürkçüler Tarafından Pantürkizm”
Son bir yıl içinde birkaç örneğini sunduğumuz bu tip değerlendirmeler birçok Batılı yayın organında yer aldı. Bu durum başta A.B.D. olmak üzere Batılı çevrelerin Sovyetler Birliği’nin girdiği dağılma süreci sonrasına ilişkin hesaplarının da önemini gösteren bir delil olarak değerlendirilebilir. Bu değerlendirmelerde Türk Dünyası’nda ortaya çıkabilecek yönelişlerin seyri ve bunun Batı çıkarları yönünden hangi yönlere nasıl kanalize edilebileceği konularının önemli bir yer işgal ettiği söylenebilir. Türk Dünyası’nın bugünün dünyasında en önemli unsuru olan Türkiye Cumhuriyeti’nin konumunun da bu makroplan dahilinde değerlendirildiğini tahmin etmek güç değildir. Türkiye’ye tarihi, etnik ve demografik sarsılmaz bağların ötesinde en güçlü kültür bağları olan din ve dil ortaklığının yönlendirmesiyle tabii bir ilgi duyan Türkiye sınırları dışındaki Türkler üzerindeki transformasyon-dönüştürme-işleminde, ülkemize biçilen rol konusundaki planlar da yavaş yavaş gün ışığına çıkmaktadır. Uzun yıllar boyu Sovyetler Birliği’ne karşı kullanmak istediği Türk kökenli halklar konusunda yaptığı araştırmalar ile ciddi verilere sahip olan ve Sovyet ülkesine yönelik yürütülen radyo yayınları bünyesinde oluşturduğu Türklere, yönelik çalışma grupları ile etkin bir manüplasyon yeteneği bulunan A.B.D. yönetiminin tavırlarının ülkemizin kaderini de yakından ilgilendiren boyutları bulunduğu anlaşılmaktadır.
Son olarak Türkiye basınına da yansıyan bir değerlendirme yapan A.B.D.’nin CIA adlı istihbarat örgütünün eski Ortadoğu sorumlusu Graham Fuller’in Foreign Policy dergisinde yayınlanan bir araştırması (4) bu konuda somut veriler de sağlamaktadır. Fuller bu makalesinde Batı’nın Sovyet müslümanları konusunu yeniden değerlendirmesinin şart olduğunu, giderek İslam Dünyası’na entegre olma yolundaki 50 milyondan fazla Sovyet vatandaşı müslümanı etkileme potansiyeli olan ülkelerin Türkiye, İran ve Afganistan olabileceğini ileri sürmektedir. Bu eski CIA yöneticisi A.B.D. ve Batı’nın çıkarları açısından Sovyet müslümanları nezdinde büyük bir ayrıcalığı bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik yönetiminin, Sovyet müslümanlarının kontrolü konusunda aktif bir rol oynamaya teşvik edilmesini tavsiye etmektedir. Fuller bu tavsiyeyi yaparken geleneksel hale gelen Atatürkçü laik Türkiye dış politikasının “Pantürkizm” olarak baktığı bu konuya karşı soğukluğunu kaydettikten sonra bu konunun ister istemez Türkiye’nin siyasi gündemine gireceğini iddia ediyor.
Ya Türkiye Müslümanları
Daniel Pipes’ınkiler ile önemli ortak noktalar taşıyan Graham Fuller’in bu görüşlerinde Türkiye’deki milliyetçi-İslami grupların böyle bir etkileşim sürecinin hızlanması halinde nasıl bir faktör olacağına dair bir değerlendirmenin yer almaması, Türkiye’de resmi politikanın ve özellikle dış politikanın kamuoyu ile bağlarının kopukluğuyla olduğu kadar, ülkemiz müslümanlarının gündeminde Türkiye dışında yaşayan Türklere ayrılan yerin nicelik ve niteliği ile de ilgili olsa gerektir. Batı’nın ve hala bir hrıstiyan blok olarak güdülenmeğe çalışılan Batı’nın İslam ümmetinin kayda değer bir unsuru olarak değerlendirerek üzerinde ciddi hesaplamalara giriştiği herşeyiyle bizden olan insanlarla ilgili olarak, ülkemiz müslümanlarının içinde bulunduğu kayıtsızlık tavrının artık terkedilme zamanı gelmiştir.
Dünya üzerindeki santraç oyununda hesab dışı kalmış Brezilya müslümanlarından tutun da Moro müslümanlarına kadar bir coğrafyaya bağrını açan Türkiye müslümanlarının aziz İslam ümmetinin düşmanlarının uykularını kaçıran kardeşleri ile ilgili bu gafletini anlamak mümkün değildir. Doğrusu, Türk yurtları üzerine kurgularda Türkiye’nin İslam yönünden İran kadar olsun, Afganistan kadar olsun dikkate alınmaması biraz da kanımıza dokunuyor… Sizin dokunmuyor mu?…
————————————–
1) Adnan Karatnycky, Orta-Asya’yı Birleştiren Sadece İslamiyet mi?, Wall Street Journal, 28 Temmuz 1989.
2) Daniel, Pipes Moskova’nın Yeni Endişesi: Türk Azınlıklar, The New York Times, 13 Şubat 1990.
3) Martin Steff, Orta Asya’da Bir Fitil Yanıyor, The Washington Times, 15 Şubat 1990.
4) Bkz. Nakleden: İlter Sağırsoy, A.B.D.’nin Yeni Umudu:
Patrik ve Türkçülük, Nokta Dergisi. 8: 29. 22-24 s., 22 Temmuz 1990.
(*) Bu makale Dr. Hayati Bice imzası ile Türk Yurtları dergisinde yayınlanmıştır.