Free songs
Ana Sayfa / Kitablar / “Güzel Türkistan” Nazlı Bir Yâr İdin Sen !…

“Güzel Türkistan” Nazlı Bir Yâr İdin Sen !…

“Güzel Türkistan” Nazlı Bir Yâr İdin Sen !…

Dr. Hayati BİCE

Güzel Türkistan senge ne boldu ?
Seher vaktide güllerin soldu.
Çemenler berbâd kuşlar hem feryâd
Hemmesi mahzun bolmaz mı dilşâd?
Abdulhamid Çolpan (*)

Stalin’in terör kampanyasında şehid edilen Abdulhamid Çolpan’ın yukarıdaki mısralarını ilk kez ne zaman okumuştum; bu sözlerle yapılan müzik eserini ilk kez ne zaman dinlemiştim hatırlamıyorum. Şimdi bu hüzünlü şarkıyı/ağıdı tekrar hatırlama vesile olan Prof. Dr. Orhan Kavuncu’nun “Güzel Türkistan” adlı hatırat türü eserini okumam oldu. (1)

Ankara Türk Ocağı başkanlığını yaptığı dönemde daha yakından tanıdığım Orhan Kavuncu ile dostluğumuz bir ağabey-kardeş ilişkisi çerçevesinde çeyrek asırlık bir süreçte perçinlendi. Kazakistan’da birlikte yaşadığımız sancılı süreçte çekilen sıkıntıların yol açtığı burukluk bile son tahlilde muhabbetimizi zedeleyemedi. Bu nedenle Orhan Eke’nin (2) hatıralarını okurken önemli bir kısmına tanıklık ettiğim süreçleri ben de bir anlamda tekrar yaşadım.

 

Orhan Eke’nin “Güzel Türkistan”ı

Orhan Kavuncu, kitabının önsözünde kitabını hazırlarken hedeflediği sonucu şöyle özetliyor: “Gayem, Türkistan’ı bilmesi ve dolayısıyla sevmesi gereken Türk insanına, özellikle de gençlere, benim gönlümde yaşattığım ve sonra da gördüğüm Türkistan’ı anlatmaktır. Yani bana göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, sevmek mecburiyetimiz olan yerlerden birisidir Türkistan. O zaman Türkistan’ı bana sevdiren bilgi ve olayları anlattığım bu kitabı okuyan herkesin de sevmiş olacağını varsaydım. Kitap bunu sağlamazsa bu benim anlatma ve sevdirme eksikliğimdendir.”

Prof. Dr. Orhan Kavuncu kitabının ilk kısmında Türkistan hakkında genel bir bilgilendirme yaptıktan sonra kendisinin ana ve baba tarafından Türkistan’a uzanan köklerini Abdurrahman Kavuncu ve Nasrullah Yasa isimlerini taşıyan iki dedesi etrafında anlatarak dile getirmiş.

Benim için daha önemli olan kısmı ise Orhan Kavuncu’nun Türkistan coğrafyasında yaptığı geziler ile ilgili ikinci, bölümü oldu. Bu bölümde Pakistan’a hicret etmiş Afganistan Türkleri’nin mülteci kamplarına yaptıkları ziyaret ve Türk Mücahidlerin komutanı Azad Beg ile ilgili anıları, 1992 yılında birlikte yaptığımız Türkistan gezisi gerek öncesindeki süreç gerekse paylaştığımız anılar nedeniyle önem taşımaktaydı. Bu bölümde yer alan “Karahan ile Ayşe Bibi” menkıbesini okurken Türkistan gezimizde yerel Kazak rehberlerin anlattığı acıklı aşk hikâyesi hep aklımda kalan ve hep yazmak istediğim halde bir türlü fırsat bulamadığım bu öyküyü Orhan Eke’nin edebi bir yetkinlik ile ve duygu yüklü ibarelerle okumak beni çok heyecanlandırdı. (Keşke mümkün olsaydı da bu hikâyenin tamamını burada verebilseydim.)

Kitabın “Türk Dünyasının Güzel İnsanları” başlıklı üçüncü bölümünde yer alan Dr. Baymirza Hayıt’tan Mektup Var ve Ahirete Alacaklı Giden Adam: Azadbeg başlıklı yazılar farklı yönlerden yüreğimi burktu. Medine’de Abdülhakim Kari başlıklı yazı ise beni Medine-i Münevvere’ye götürüp, Abdulhakîm Mergılanî ve oğlu Haşim’in konuğu olduğum saatleri, Ravza-i Mutahhara’yı hatırlatınca gönlümün biraz ferahlandığını da söylemeliyim.

“Güzel Türkistan”ın Türkistan’da Din ve Tasavvuf’ başlıklı son bölümü ise Orhan Kavuncu’nun Türkistan günlerinde tasavvufî yönden yaşadıklarını ve karşılaştığı sufiler ile olan anılarını içeriyor. Bu bölümün Türkistan’ın son döneminde bölgenin inanç durumunu merak eden okuyucu için mutlaka okunması gerektiğini belirtirim.

 

Ahirete Alacaklı Giden Adam: Azad Beg

Daha önceki yazılarımdan birisinde isminden bahsettiğim Azad Bek Kerimî’yi anlatan en güzel satırları Orhan Kavuncu’dan okudum. Kavuncu Azad Beg ismini ilk kez 1982 yılının eylül ayında, doktora üstü bir bursla iki yıl kadar kaldığı Kanada’dan Türkiye’ye dönerken Almanya’da ziyaret ettiği Dr. Baymirza Hayıt’tan işitmiş. Bunu şöyle anlatıyor: “Hayıt ile millî meseleleri konuşurken sohbet, ikinci yılını doldurmak üzere olan Afganistan’daki Rus işgaline geldi dayandı. Üstad bana o zaman Azadbeg rahmetliden bahsetmişti: “Bizim dostlarımızdan birisi, Vakıfbeg, Pakistan’a yerleşmiş idi. Büyük oğlu Azadbeg, Türkistan meselelerini iyi bilen ve Türkistan davasına kendisini adamış bir gençtir. Ben kendisi ile devamlı ilgilenir ve sohbet ederim. Kendisi sağlam karakterli güvenilir bir insan olan bu genç, şimdi Afganistan Türklerinin kurmuş olduğu bir partinin başındadır. Türkistan için ve dolayısı ile umum Türklük için bize ümit veren bir gelişmedir bu durum. Bu ilk bilgilenme sonrası 1988 yılında Azadbeg ile kendisini tanıdığım zaman, Dr. Baymirza Hayıt’ın bu sözlerini hatırladım ve kime ne kadar güvenileceğinin bilinemediği şartlardaki Afganistan’da güvenilecek bir insan bulduğumu düşündüm. Daha sonra kendisini tanıdıkça yanılmadığımı, daha doğrusu Hayıt’ın referansının sağlam olduğunu anladım.

Azad Bek Kerimî, 1988 yılında Türkiye’ye geldi. Orhan Kavuncu’nun Ankara Şubesi Başkanı olduğu

Türk Ocakları’nda zamanın hükümetini temsilen bazı bakanların da katıldığı bir de konferans verdi. (3)

Türkistanlılar Derneği’nin teklifi ile Türk Ocakları Afganistan Türklerine Yardım Kampanyası açtı. Bu kampanyanın önderlerinden olan Orhan Kavuncu sonucu şöyle özetliyor: “1989 yılının başında Pakistan’a gittik ve topladığımız 32,000 dolar kadar bir parayı Peşaver’deki karargâhında “Kuzey Afganistan Vilâyetleri İslâm İttifakı” Genel Başkanı Azadbeg Kerimi’ye verdik. Daha sonra Türkiye’de banka hesabında biriken 18,000 dolara yakın bir parayı da banka havalesi ile gönderdik ve böylece Afganistan Türklerine 50,000 dolar yardım yapmış olduk. O yıl, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin de kampanyamıza katkıda bulunması için Devlet Bakanı Cemil Çiçek nezdinde teşebbüste bulunduk. Ancak şimdi teferruatına girmeyeceğim sebeplerle bu talebimize olumlu cevap alamadık.”(4)

Son kez 1992 yılı yazında Ankara’ya gelen Azadbeg ile görüşen Orhan Kavuncu, ismi o günlerde parlatılan Reşit Dostum’u Ankara’ya getiren ve Ankara’da misafir eden yetkililerce, Azadbeg’in Afganistan konusunda artık geri planda bırakılmasının bir hata olduğuna işaret ediyor ve şunları tarihe emanet ediyor: “Afganistan’da Taliban hâkimiyetinin kesinleşmesinde, Azadbeg’in, Kuzeyde oluşturulan ve Reşit Dostum’un Başkan yapıldığı Cümbüş-i Millî’de etkin olmamasının payı büyüktür. Ve bu, Türkiye’nin yanlış politikaları yüzünden olmuştur. Kuzey Afganistan’daki Resul Pehlivan, Aşur Pehlivan gibi nice mücahit komutanların Cümbüş içindeki iç çekişmelerde katledilmeleri de, Azadbeg’in enterne edilmesinin tabii sonuçlarındandır.

Nihayet Azadbeg’in, 1997 yılının 27 Mayısında, helikopterinin düşmesi sonucu hayatını kaybetmesi de, bütün bu yanlışların ve ihmallerin hazırladığı bir akıbet olmuştur. Vebali olanları Allah’a havale ediyorum.”

Orhan Kavuncu’nun karanlık odakların vahşi bir işbirliği ile şehîd edilen Azad Bek Kerimî hakkında son hükmü şudur: “Dindar bir insandı. Devamlı fatiha okurdu. Bana “Allahümmesturna Ya Rabbî” diye dua etmemi tavsiye ederdi. Mütevekkildi. Abdestsiz gezmezdi. “Afganistan meselesi hal olmadan evlenmeyeceğim” demişti. Gerçekten de Ruslar çekildikten sonra evlendi ve çocuğunu göremedi. Allah rahmet etsin.”

 

Baymirza Hayıt’a Yaşatılan Hayâl Kırıklığı

Orhan Kavuncu’nun kitabı birçok tarihî bilgi ve belgeyi de içeriyor. Ancak hepsini burada özetlemek dahi yazı hacmini zorlayacaktır. Sadece 1992 yılı Temmuz ayında anayurduna ziyarete giden Baymirza Hayıt’a kin kusan ve sınırdışı eden ‘komünist nomenklatura’ kalıntılarının hâlâ varlığını sürdürmelerine ilişkin notunu acı bir gerçeğimiz olarak naklediyorum. (5) Öz yurduna hasret ile geçirilmiş bir ömrün son demlerinde anayurduna, babaocağına koşmuş bir evlâda yapılan bu incitici muamele bırakın bir ilim adamına duyulması gereken asgarî saygıyı, insan olan hiç kimsenin sergileyemeyeceği bir hoyratlığı yansıtması ile komünizmin bölge insanında yol açtığı manevi erozyonun sonucunun göstergesidir.

 

Abdulhakîm Karî’nin Duası

Kitaptaki onlarca anekdot arasında Medine-i Münevvere Türkistan toplumunun seçkin isimlerinden Abdulhâkim Mergılanî’nin bir hatırası var ki, nakletmeden edemiyorum. Orhan Eke, Türkistan’da farklı farklı cumhuriyetler adına da olsa yükselen Türk bayraklarını yıllarca öncesinden müjdeleyen bu olağandışı vakıayı Abdulhâkim Karî’nin dilinden şöyle naklediyor:

“Bir gün İstanbul’da Taksim’de dediler ki: “Bugün İstanbul’un kurtuluş günü bayramı” . Sağa bakıyorum; sola bakıyorum her tarafta Türk bayrağı, ta göklere kadar…. Hani benim bayrağım? Yok. Şurada Allah’a yalvardım, “Ya Rab, bize de bir bayrak versene ne olur? 70–80 sene arasında bu Rus bizi bu kadar ayakaltı yaptı,” dedim ve ağladım.

Yere oturdum. Kimse bilmiyor. Kalktım, bakıyorum: Bir adam benden üç dört sıra arkada, elini uzattı, sırtıma dokundu. Şöyle baktım. Güzel elbiseli, fakat başında bu Afganistan başlığı var, hani kuzu postundan. Adam şöyle bir: “Kardeşim, üzülmeyin” dedi. Allah Allah. Üçüncü sıradaki adam ne duydu da böyle dedi bana? Ben ses çıkarmamıştım ki? Tekrar arkaya baktım, adam yok!.. “Efendiler, şimdi bana konuşan nerede?” Şu kadar yani 10 sıra adam var, bayram başlayacak, vali, bilmem İstanbul’un başka büyükleri gelecek. Hiç kimse bir şey duymamış, sıraları yarıp aradan çıktım, adamı bulamadım. İnşaallah Hızır Aleyhisselam’dı.”

 

Benim Türkistan’ım

Orhan Eke’nin hatıralarını okurken, kitaba ayrı bir zenginlik katan resimlerine bakarken zihnimdeki Türkistan ile gerçeğini gördüğümüz coğrafyanın reel dünyadaki can acıtıcı farkını kıyaslamadan edemedim. Doğusu ve Batısı ile Türkistan bizim kuşağımız için; bir hayâl ülkesi idi. Buharası, Semerkand’ı; Tanrı dağları, Issık Göl’ü ile hayâllerimizi süsleyen ama “vuslatını hayâl bile edemediğimiz bir yâr” idi. 1992 yılında hoş bir vesile sonucu eşim ile birlikte dâhil olduğumuz Orhan Eke’nin akrabası Oktay Altaylı’nın organize ettiği Türkistan seyahati reel Türkistan’ı ve Türkistan’ın insanlarını ilk kez görebilme fırsatını bulmuştum.

Yesî’de Ahmed Yesevî Türbesi’ni ziyaretten sonra kestirdiğimiz üç şükür kurbanının gezi arkadaşlarımıza ikram edildiği Nevruz isimli restoranı iki yıl kadar sonra ziyaret ettiğimde o ilk gezide ruh halimizin ne kadar da farklı olduğunu anlayacaktım. Bugün ise gerek Doğu Türkistan’da gerekse Afganistan Türkistan’ında yaşananlar, reel dünyanın acı gerçeklerini yansıtan ve pek de iç açıcı olmayan bir tablo arz ediyor ve sonuçta ‘Batı Türkistan’ olarak bildiğimiz Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ndeki kısmî iyileşme tablosunu kaderin bir lütfu olarak kabule zorluyor.

Uzaklardaki “Bir Nazlı Yâr”e gönül vermişler için kabul edilmesi oldukça zor olsa da…

Yine de bir ümîd var şehîd-i Türkistan Çolpan’ın dizelerinde!…

 

“Birliğimizin teprenmez dağı

Ümmidimizin sönmez çerağı

Birleş ey halkım gelmiştir çağı

Bezensin imdi Türkistan bağı…”

 

———————————————————

(*) Abdulhamid Süleyman Çolpan1897’de Türkistan’ın Fergana Vilâyetine bağlı Andican kentinde doğdu. Hem medresede hem Rus okullarında öğrenim görmüş; Arapça, Farsça, Rusça ve İngilizce öğrenmiştir. Öğrenimini doğduğu kentte gördü. 1917-1918 yıllarında Orenburg’da “Vakit” Gazetesi’nde çalışırken Başkurt Millî Hükümeti’nin de sekreterlik görevini de yürüttü. Sovyetler’de egemen millet Ruslar’ın Türkistanlılara vaat ettiği “hürriyet”in hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini şair duyarlılığı ile ilk sezenlerden oldu. Orenburg’dan ülkesine döndü. Mevlana, Sadi, Hafız, Hayyam, Nevayî, Fuzulî gibi Türk ve İslam klasiklerini okumuştur. Devrin diğer ceditçileri gibi Osmanlı, Kazan, Azerbaycan Türk edebiyatlarını yakından takip etmiştir. Türkiye’den Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Mehmet Emin, Ziya Gökalp, Mehmet Akif gibi şair ve yazarları yakından tanımıştır. Hint düşünürü Tagor’dan, İngiliz yazarı Shakespeare’den ve Rus yazarı Maksim Gorki’den bazı eserler tercüme etmiştir. 1917-1920 yılları arasında ilk önemli eserlerini veren Çolpan, 1920-1926 yılları arasında ise Oyganış (Taşkent 1922), Bulaklar (Taşkent 1924) ve Tan Sırları (Taşkent 1926) adlı eserlerini yayınlamıştır. Bu eserlerinde yer alan toplam 119 şiir millî sembolizmin eşsiz örnekleridir. Çolpan, millî meseleler yanında sosyal buhranları da işlemiştir.

Komünist yönetimin egemenleri, şiirleri ile halkın sevgilisi haline gelen Çolpan’ı susturmanın yollarını aradı. Öncelikle Çolpan’ı “rejimin sözcüsü bir şair” yapmak için çok gayret gösterdilerse de başaramadılar. 1926’ya gelindiğinde Özbek aydınlar Çolpan konusunda ikiye ayrıldılar. Rejime sadık prosovyetik aydınlar “Çolpan susturulmalı” diyorlardı. Rejime sadık görünen, gerçekte ise millî duygularını yitirmeyenler ise: “Hayır, Çolpan halkını seven bir şair. Bizleri politik düşünceleri değil, sanatı ilgilendirir” görüşünü savundular. Çolpan’ın sanatına hayran olan ve daha sonra aynı çileleri çeken şairlerden Aybek, 1927 yılında, şöyle diyordu: “Biz edebiyat dehâsı Çolpan’ın seviyoruz. Biz Çolpan’dan onun, bugünkü zaman edebiyatının taleplerine hizmet etmediği için vazgeçebilecek miyiz?” Çolpan’ı sevenlerin millî yönelişi, Rus egemen Sovyet rejiminin Çolpan’a düşmanlığını arttırdı.

Çeşitli bahanelerle sekiz defa hapsedildi. Nihayet 1937’de, Taşkent’te yapılan bir yazarlar toplantısında, ‘eserlerinde, ideolojik açıdan komünizm dışı meselelerle uğraştığı için, davaya ihanet ettiğini söyleyerek suçunu itiraf etmesi’ istendi. Çolpan “Siz beni üç gün içinde ıslah edemezsiniz” diye cevap verdi. Bu olaydan sonra, halk düşmanı ve milliyetçi olmakla suçlanıp tutuklandı. Hapisten her çıkışından sonra yılmadan yurduna hizmete kaldığı yerden devam edince Stalin terörü döneminin en karanlık günlerinde, 1938’de kurşuna dizildi. Şehid edilişinden tam 19 yıl sonra 1957 yılında; Stalin döneminin yargılandığı devrede, Çolpan’ın suçsuz olduğu kağıt üzerinde kabul edildi. Ancak eserlerinin basılmasına Özbekistan’ın bağımsızlık günlerine kadar izin verilmedi. Çolpan’ın şiirleri bağımsızlığın ve yurt sevgisinin birer timsali gibi görülmüş; Güzel Türkistan, Fergana, Kisen (Zincir), Kozgalış (Ayaklanma) adlı eserleri bestelenerek adeta birer milli marş halinde yaygınlaşmıştır. Daha geniş bilgi için bkz: http://www.kulturelbellek.com/colpan-kimdir

(1) Kavuncu, Orhan; Güzel Türkistan ; Doğu Kütüphanesi, İstanbul-2009.

http://www.eren.com.tr/goster/kitap/kitap.asp?kitap=280373

(2) Orhan Kavuncu’ya “Orhan Eke” hitabım Türkistan halkının büyük kardeşe “Eke”, küçüğüne “Üke” denilerek seslenilmesinden yadigârdır.

(3) Bu konferansta Azad Bek Kerimî’nin yaptığı ve “Yaşasın İslâm, yaşasın İslâmın ordusu Türkler” sözleriyle bitirdiği ve Türkiye Türkçesine aktararak o zamanki Yeni Düşünce gazetesinde yayınladığım veciz konuşmayı buradan okuyabilirsiniz:

http://www.sufiforum.com/viewtopic.php?f=166&t=5824&p=16362&hilit=Azad#p16362

(4) Türk Ocakları’nın Afganistan’a yardım kampanyası kapsamında Eskişehir, Kütahya ve Samsun’da düzenlenen destek toplantılarına konuşmacı olarak katılarak Afganistan’daki cihadın Türk yurtlarının diriliş mücadelesine katkısı hakkında değerlendirmeler yapmıştım. Bu değerlendirmelerimden bir kısmı Türk Yurtları Üzerine Notlar adlı kitabımda yer almaktadır. Bilgeoğuz Yay., İstanbul-2010. http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=468414

(5) Baymirza Hayıt: Bilim dünyasında Sovyet işgali döneminde Türkistan’da yaşanan siyasi ve sosyokültürel değişimin en önemli uzmanı olarak tanınırdı. 2006 yılında mülteci olarak yaşadığı Almanya’da vefat etti. Hayatı ve önemli bir kısmı Türkiye’de de yayınlanan eserleri hakkında geniş bilgi için bkz.: http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=2901

 

Hakkında editor

Yoruma kapalı.

Yukarı Kaydır