TÜRK YURTLARINDA İLK ADIMLARIMIZ
[ YENİ HAFTA Haftalık Gazetesi, 1992 ; Sayı: 7-12 ]
* * *
SUNU
15 Ağustos 1992 Cumartesi günü İstanbul’dan hareketle başlayan Türk Yurtlarına yolculuğumuz 29 Ağustos 1992 gününün son saatlerinde sona erdi. Böylece daha birkaç yıl öncesinde bizim için ancak bir hayal olan bir hasretimiz de sona eriyordu. Fakat aradan birkaç gün geçince Türk Yurtlarına, ata yurtlarına olan hasretimizin öyle 10-15 günlük gezilerle bitmeyecek kadar derinlere kök saldığını anladık. Sözün özü daha kendimize gelmeden yeniden oralara girme arzumuz gönlümüzde harekete geçmiş durumda idi.
Bu satırları yazarı için sıradan her T.C. için olduğundan çok daha farklı bir anlamı olan Türk Yurtları gezimiz bir başka yönüyle de çok özel anlamlar ihtiva ediyordu. Tanrı Dağı eteklerinde, Issık-Göl kenarlarında, Buhara yollarında, Kızılkum çöllerinde yaşadığımız sürece bizimle olacak anılar biriktirdik.
Türkiye’de pek çok müslümanın adından bile haberdar olmadığı Pehlivan Mahmud Ata, Battal Baba, Şah-ı Nakşıbend Muhammed Bahaüddin Belagerdan, İmam İsmail Buhari, Hoca Ubeydullah Ahrar Veli, Abdulhalık Gücdüvani, Şah-ı Zinde Kusem ibn Abbas, Mir Seyyid Bereket, Ebubekir Keffal Şaşi ve nihayet Hazret-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi (Rh.A.E.) makamlarında gözyaşlarının sessiz sessiz çağladığına şahid olduk.
Uluğbek rasathanesinde atalarımızın ilmi ile göğsümüz kabarırken Emir Timur türbesinin, Uluğbek medresesinin ve daha pek çok , pek çok atalar mirasının bugünkü harap ve perişan hali gönlümüzü sızlattı. Buhara’nın muhteşem ve muazzam Cum’a Mescidinin mihrabının güzel çinilerini kapatmak için çamurla sıvayan, muhteşem Taç kapısının süslemelerini alçıyla kapatmaya ve böylece Türkistanlıların tarih şuuru kazanmasını engellemeye çalışan kuş beyinli emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine karşı nefretimiz müşahhaslaştı, gönlümüzden yükselen intikam hisleri nabzımızda zonkladı.
Semerkand’da Ubeydullah Ahrar Veli külliyesinde ve Yesi’de kıldığımız Cuma namazlarında gönüllerimizde bir başka huzur bulduk. Yesi’de yaşlı müezzinin hiçbir makam ve okunuşa uymayan Ezan-ı Muhammedisi kulaklarımızda şimdiye kadar duymadığımız bir ezana kalbetti. Kulaklarımızdan beynimize intikal eden o kırık ve boğuk ses 70 yıldır bu ezanları susturan zalimlere nefreti o kadar güzel terennüm ediyordu ki!…
Bu yazı dizisinde Türk Yurtları’ndaki gezimizden bizde kalan izlenimi sizlerle paylaşacağız. Gündelik hayattan istikbale ait beklentilere kadar değişik yönleriyle Türkistan Cumhuriyetlerinde olacağız.
Bu yazı dizisini okuyan her okuyucu, eğer eline bir fırsat geçerse “Haydi Türkistan’a gidiyoruz” diye yola revan olma arzusunu gönlünün en derin yerlerinde hissederse görevimizi yerine getirmiş olacağız.
“Haydi Türkistan’a, Türk Yurtlarına! Hep beraber!…
Dr. Hayati Bice
* * *
14 Eylül 1992
TÜRK YURTLARINDA
GEZİ NOTLARI & İZLENİMLER
Özel bir turizm şirketinin düzenlediği turla Türkistan [Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan] Cumhuriyetleri’ne gidebileceğimizi öğrenince yıllardır içimizde yanan korlar yeniden alevlendi; pek çok engel olabilecek durumu hiçe sayıp yola koyulurken bile Türk yurtlarında bir geziye gittiğimize inanamıyordum. Ne zamanki böğrüne orak-çekiçli bayrak işlenmiş Aeroflot uçağında “Özbekistan Hava Yolları hayırlı yolculuklar diler, İstanbul-Taşkent uçuş mesafemiz 3.600 km.” anonsunu işittim, rüyalarımızın gerçekleşmek üzere olduğunu anladım. Sanıyorum aynı duygular gezi grubumuzun tümünün gönlünden geçmiştir.
4,5 saatlik bir uçuştan sonra Taşkent havaalanına indik. Dış hatlar terminalinde Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan vizelerimizi iki saat gibi bir sürede ve Sovyet sistemi düşünülürse çok süratle alarak Özbekistan olarak adlandırılan Türkistan topraklarına adım attık. Bizim seyahatimizden üç gün önce Özbekistan, Türkiye’den gelen yolcuların vize alma zorluluğunu kaldırmış ve hangi şehirlere gidilecekse onları beyan etmek üzere vize benzeri bir işlem havaalanlarında uygulayacağını açıklanmıştı. Ve biz bu uygulamanın belki de ilk tatbik edildiği gruplardan biri idik. Özbekistan Hava Yolları her hafta Cuma günleri direkt Taşkent-İstanbul-Taşkent uçuşu gerçekleştiriyordu.Yolcu kapasitesine göre bu uçuşların daha sıklaşacağını sanıyorum.
Taşkent Havaalanı’ndan kalacağımız Özbekistan oteline hareket ediyoruz. Kısa bir Taşkent şehir turu atıyoruz. Taşkent’in eski yerleşim merkezi olan eski şehrin pazar yerini geziyoruz. Özbekistan diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri’ne göre tabii ve zirai kaynaklar yönünden daha zengin. Bu zenginliği pazar yerinde de hissediliyor. Öğle yemeği sonrasında geçtiğimiz yıl 550. doğum yılı kutlanan Ali Şir Nevai’nin anısına yeni yapılan Ali Şir Nevai anıtının süslendiği parkı ve yakınında halen el sanatları ile meşgul sanatkarların çalıştığı bir medreseyi geziyoruz. Bu arada dikkatimizi ve ilgimizi hemen yakındaki evlendirme dairesinden çıkan genç çiftlerin Ali Şir Nevai anıtını ziyaret ederek çiçek bırakmaları çekiyor. Daha sonra aynı davranışa Hive’de Pehlivan Mahmud ve Yesi’de Hoca Ahmed Yesevi’nin makamlarını ziyaret ederek hayır dualarında bulunan çiftlere de rastlayacağız. Milli kimlikleri yok edilmeğe çalışılan Türkistan halkının bu suretle kendisinin değer verdiği kişilere olan saygıyı yaşatma yollarından biri olarak bu durumu anlıyoruz. Taşkent’te Ali Şir Nevai parkını gezerken kulağımıza çok nefis bir okunuşla dalgalanan ezan sesleri geliyor. Bir an Medine-i Münevvere’de okunan o güzelim ezanı işitiyorum sanki… Evet; işte bu Taşkent’in yılllardır özlediği bir ses!… : Çok güzel bir makamla okunan Ezan-ı Muhammedi.
Akşam üzeri Taşkent’ten Türkistan’ın orta bölgeleri olan Harezm bölgesinin bugünkü merkezi olan Ürgenç’e uçuyoruz. Taşkent’e yolculuğumuz gece gerçekleştiği için ( İstanbul-Taşkent uçuşu Türkiye saati ile 23.45’de başlıyor ve Özbekistan saati ile yaklaşık saat 07.00’de bitiyor. Bu arada Özbekistan ile Türkiye arasında iki saatlik bir saat farkı olduğunu hatırlatalım.) Türkistan’ı havadan doyasıya görme imkanını ancak Taşkent-Ürgenç uçuşumuz sırasında buluyoruz. Yaklaşık 1.500 km. bir mesafeyi geçtiğimiz Taşkent-Ürgenç’e uçuşu sırasında Maveraünnehir olarak bilinen Sirderya-Amuderya arasındaki düz ve çoğu yeri ova ve orta kısımları çöl olan araziyi geçiyoruz. Son yıllarda Aral Gölü’nün su rezervinin azalması ile ova aleyhine çölleşme olgusunun artışının açık örnekleri olan kıraç ve kumlu tepecikleri aşıp akşam üzeri Ürgenç’e iniyoruz. 150 bin kadar nüfusu olan Ürgenç’te beklediğimizden daha iyi şartlara sahip ve özellikle çalışanlarının yakın ilgisini unutamayacağımız sevimlilikteki Harezm oteline yerleşiyoruz.
HİVE KALESİNDEN BUHARA YOLLARINA
Ürgenç’te geleneksel Türkistan yemekleri ile donatılmış kahvaltıdan sonra 60 km. mesafedeki Hive’ye geçiyoruz. Hive koruma altındaki tarihi dokusuyla tam bir müze şehir görünümünde. Turistik maksatlarla da olsa oldukça iyi bir mimari koruma altında olan Hive’de bir sur ile çevrilmiş olan kale içi; medreseler, hanlar, mescidler ve türbeler ile dolu. Kale içinde Hive hanlarının saray ve kabirleri de yer alıyor. Kalenin dışında kapıya yakın bir platform üzerinde Harezm bölgesinde yetiştiği için “Harezmi” adı ile anılan ünlü Türk bilgininin bir heykeli var.
Hive kalesi içinde yer alan türbelerden en bakımlısı 13. yüzyılda Harezm bölgesinde yaygın bir şöhrete ulaşan tasavvuf adamı Pehlivan Mahmud’un türbesi. Devrin Hive Hanı, Pehlivan Mahmud için yaptırdığı türbede, bu büyük sufinin ayak ucuna gömülmeyi istemiş. Türbeyi ziyaretimiz esnasında ilginç bir olaya tanık oluyoruz. Türbenin bakımızı üstlenen ve ziyaretçilerle ilgilenen zat, videokamera ile hana ait sandukayı görüntülememize birşey demezken Pehlivan Mahmud’un kabrini görüntülememizi istemiyor. Bunu bir nevi saygısızlık olarak algılıyor. Bu durum gönüller sultanı olan kişilere devlet sultanlarından daha fazla bir saygıyı yansıttığı için hoşumuza gidiyor ve hafızamızda yer ediyor. Türbedar ile daha sonra biraz sohbet edince samimiyetimiz artıyor; kendisinin Buhara’da medresede okuduğunu ve Nakşbendi tarikatına mensub olduğunu anlatıyor. Pehlivan Mahmud külliyesinin avlusundaki tatlı su kuyusundan çekilen suyu kana kana içiyor ve daha önce ismini bile bilmediğimiz bu Allah dostuna “Fatiha”larla veda ediyoruz.
Hive’deki gezimiz boyunca gördüğümüz ilginç yerlerden biri olan Cuma mescidi tamamen ahşap bir yapı. Ağaçtan ve üzerindeki işlemelerle bir dantel gibi süslenmiş direkler üzerine atılan çatının oluşturduğu mescid henüz ibadete açılmamış. Burada görevli olan bayan, benden ve eşimden ısrarla Kur’an-ı Kerim istiyor. Bunun sebebini sorduğumda çocuklarının dinsiz-imansız kalmaması için istediğini söylüyor. Bir kızının Tıp ve oğlunun Mimarlık fakültelerinde okuduğunu iftiharla söylüyor. Yanımızdaki Kur’an-ı Kerim’leri dağıttığımız için, ancak bizimle 60 km. mesafedeki Ürgenç’e gelebilirse oteldeki kolilerde bulunan Kur’an-ı Kerim’lerden hediye edebileceğimizi söylüyoruz. Sevinçle kabul ediyor ve kendisi için oldukça güç olan 60 km.lik yolculuğu kabul ediyor; geceyi Ürgenç’teki akrabalarının yanında geçirip sabah Hive’ye gidebileceğini belirtiyor. Kendisi de bize bir iyilik yapmak için kale dışındaki ziyaretgahlardan Abdal Baba türbesine bizi götürmek istiyor ve bu türbeyi birlikte ziyaret ediyoruz. O gün akşam kendisine hediye ettiğimiz Kur’an-ı Kerim’lerin ne kadar makbule geçtiğini anlatacak ifade bulamayan bu hanımın sevinci bizleri duygulandırıyor.
RÜŞVET VE FUHUŞ “SEKTÖRLERİ”
Müze görevlisi bu hanımla yaptığımız konuşma esnasında Özbekistan’daki ekonomik duruma ilişkin bazı verileri de öğreniyoruz. Bu hanım bir aylık mesaiye karşılık 700 ruble alıyor, bu yaklaşık 4 doların karşılığı. Bir doktorun maaşı ise yaklaşık 20 dolar. Ücretlerin dünya şartlarına göre düşük olduğu bu ülkede genel tüketim maddelerinin fiatları da dünyaya göre düşük. Ancak özellikle son birkaç yıldır dışarıya açılmağa başlayan ekonomik yapı tüketici fiatlarında 10-20 kat yükselmeğe yol açmış. Bunun tabii sonucu olarak alım gücü bariz ölçüde azalmış. Bu durumdan yakınmayan hemen hiç kimse yok. Konuştuğumuz her meslekten kişi hemen bu konuya giriyor ve hayat pahalılığından yakınıyor. Halkın ekonomik durumunun kötüleşmesi; buna karşılık yavaş yavaş etkilerini göstermeğe başlayan tüketimi kamçılamağa yönelik kapitalist reklam kampanyaları, medya vasıtaları -televizyon kanalları- ile oluşan özentileer toplumun sağlığını de tehdit eder hale gelmiş durumda. Bu hastalığın ilk belirtisi olan “rüşvet sektörü” gezimiz boyunca hemen hemen bütün merkezlerde bazen açıktan açığa bazen “bahşiş” talebi olarak karşımıza çıktı. Ayrıca bilhassa “bol paralı yabancılar”a ulaşmanın kolay olduğu otel, restoran gibi yerlerde maalesef gittikçe genişleyen yeni bir sektörün, fuhuş sektörünün faaliyete geçtiği ayan-beyan ortadaydı. Başlangıçta sadece “gayrı Türk” unsurlar etrafında şekillenen fuhuş sektörünün son zamanlarda yerli halktan kadınları da kullanmağa başlaması üzülerek gördüğümüz bir başka husus oldu. Bu durum milli aydınlar kadrosunu da rahatsız edecek boyutlara ulaşmış. Giriş kapısından lobisine, koridor-oda süslemelerinden yemeklerine kadar milli unsurlarla bezenmiş Harezm otelinde orkestranın çaldığı “Harezm Lezgisi” adlı milli oyunu büyük ustalıkla sergileyen Özbek bayanı bir süre sonra aldığı alkollü içkinin de tesiriyle hafif meşreb bir eda ile masalar arasında “konsomasyon” yaparken görmek bile bizi hem üzüyor; hem de düşündürüyor.
KIZILKUM ÇÖLÜNDE BİR KAVUN ZİYAFETİ
Kızılkum Çölünü aşarak Hive’den Buhara’ya yaptığımız yaklaşık 7 saatlik otobüs yolculuğumuz esnasında hiç hesapta olamayan hoş bir sürpriz ile karşılaşıyoruz. Resmi yetkililer için çöl ortasında kurulan iki keçe çadıra konuk ediliyoruz. Keçe çadırda Türkistan’ın ünlü kavunlarından tadıyoruz; tadı damağımızda kalıyor. Çadırı kuran ekibin başında bulunan kolhoz direktörü, bizler için koyun kesmek istiyor; biz ise kavun ziyafeti ve orada bulunan bir ozanın “dombra” adlı kopuzundan dökülen nağmeler ile yeterince doyduğumuzu söyleyip yolumuza devam ediyoruz.
BUHARA’NIN TURKUAZ RENKLİ “ÇİL ÇİL KUBBELERİ”
Otobüsümüz Buhara’nın dış mahallelerine girerken ufukta beliren ve merhum ve mağfur Necip Fazıl’ın Sakarya şiirinde geçen “çil-çil kubbeler” ibaresini hatırlamağa mecbur edecek kadar parlak turkuaz renkli, görkemli kubbeler ve kilometrelerce öteden farkedilen, adeta Buhara’nın simgesi olan “Kalyan Minare” bize Türk-İslam medeniyetinin hayat bulduğu bir merkeze geldiğimizi hatırlatıyor. Bir ikindi sonrasında girdiğimiz Buhara’da bizi heyecanlandıran bu “çil çil kubbeler”in Mir Arab Medresesi kubbeleri olduğunu ertesi gün yaptığımız Buhara gezisi sırasında anlıyacağız.
RESİM-1:
Adeta bir açık hava müzesi olan tarihi Hive şehri burada ana giriş kapısı görülen surlarla çevrilmiş durumdadır.Surlar içinde yer alan şehir oldukça iyi korunmuş yapılarıyla Türk şehir mimarisinin özgün bir örneğini oluşturmaktadır. Bugün sur dışında kalan alanda gelişen Hive şehri 40 bin nüfusuyla Ürgenç vilayetine bağlı şirin bir kasaba hüviyetindedir. Hive’den anı olarak aldığımız kalpağı takarken kale içindeki “Kervansaray” adlı büyük mağazanın kitap reyonunda görünce büyük bir sevinçle satın aldığımız Hoca Ahmed Yesevi’ye ait ve 1991 yılında Kiril harfleriyle basılmış “Divan-ı Hikmet”i karıştırırken Hive’yi hatırlamamak olur mu?
RESİM-2
Hive kalesi içindeki görkemli türbe Pehlivan Mahmud ismindeki ve Harezm bölgesinde 13.yüzyılda yaşayan bir sufinin kabri üzerinde Hive hanları tarafından inşa olunan bu türbedir. Türbe ,içinde bu eseri yaptıran Hive hanının kabri de bu büyük velinin ayak ucuna gelecek şekilde konulmuştur. Daha sonra Semerkand’da Emir Timur Türbesi’nde bu tablonun bir benzeri olarak Mir Seyyid Bereket isimli mürşidinin kabrinin ayak ucuna gömülmeyi isteyen bütük Türk hakanı Emir Timur’un huzurunda tarih boyunca Türk devlet adamlarının ilim ve gönül adamlarına verdikleri önemi hatırlamadan edemedik.
AH BUHARA… HASRETİMİZİN ADIYDIN SEN!..
Buhara’daki ziyaretlerimize başladıktan sonra, ilk olarak şehre yaklaşık 20 km. mesafede bulunan Kasr-ı Arifan adlı kasabada medfun İslam tasavvuf tarihinin büyük isimlerinden Muhammed Bahaeddin Buhari veya yaygın adıyla Şah-ı Nakşbend’i ziyarete ediyoruz. Bölgede Şah-ı Nakşbend isminden ziyade Bahaeddin Belagerdan (=belaları önleyen) adıyla tanınan Muhammed Bahaeddin Nakşbendi tarikatına isim veren ulu kişi. Yol boyunca bize gidilecek yerler hakkında bilgi veren rehberimiz Reise Hanım 1989 yılına kadar Bahaeddin Nakşbend dergahını ziyaretin resmen yasak olduğunu anlatıyor. Ancak yasağa rağmen halkın çok uzak yerlerden gelerek türbeyi ziyaret etmesinin önlenemediğini de ekliyor. Bilhassa son yıllarda dünyanın her yerinden gelen Nakşbendi tarikatı mensublarının türbenin restorasyonu ve yeniden ihyası için önemli miktarlarda bağış yaptıklarını da anlatıyor. Külliye şeklinde ve duvarlarla çevrili bir avluya bakan mescid, sohbethane, çilehane, medrese gibi yapılardan müteşekkil dergahın merkezinde Muhammed Bahaeddin Buhari ve aile fertleri ile önde gelen Nakşbendi mensublarının kabirleri yer alıyor. Külliyeyi çevreleyen dış duvarın civarına da bu büyük İslam velisinin kabrine komşu olmak isteyen müslümanların kabirlerinin yapılması ile geniş bir kabristan teşekkül etmiş.Şah-ı Nakşbend’e ait kabir yerden yaklaşık 1.5 metre kadar yüksekliği bulunan ve 5×5 m. ebatlarında bir mermer platformun ön kısmında yer alıyor.
Buraya dikilmek üzere hazırlanan yeni bir kitabe henüz yerine yerleştirilmemişti. Buradaki eski kitabenin nereye götürüldüğünü ise hiç kimse bilmiyor. Kabrin hemen yanındaki dut ağacının dibinde oturan yaşlı bir zat ziyaret için gelenlere dua ettiriyor. Yanında bulunan kitablar arasında Kur’an-ı Kerim’in kiril harfleriyle yazılmış meali ve Rabıta tarafından Türkistan’a gönderildiğini bildiğimiz Kur’an-ı Kerim dikkatimizi çekiyor. Külliyede oldukça kalabalık bir ziyaretçi topluluğu mevcut. Gelen ziyaretçiler arasında Buharalılar yanından Türkistan’ın çok uzak yerlerinden gelenler de var.
Bu ziyaretçilerle yaptığımız kısa konuşmalar sonunda hemen hepsinin Muhammed Bahaeddin Buhari’nin İslam tasavvufundaki yeri ve fonksiyonu hakkında hiçbirşey bilmediklerini sadece kutlu bir kişi olarak sevap amacıyla ziyaret ettiklerini anlıyoruz. Sadece Üniversite’de İtalyan Filolojisi öğretim görevlisi olduğunu söyleyen bir aydın Bahaeddin Belagerdan’ın “İslam Sufizmi”nin önde gelen şahsiyetlerinden birisi olduğunu söylüyor. Kendi deyişiyle “İslam Sufizmi”nin ne olduğunu sorduğumuzda ise “kardeşlik, insan sevgisi vs.” şeklinde muğlak bir cevap veriyor.
Muhammed Bahaeddin Nakşbend külliyesinde hummalı bir inşa faaliyeti göze çarpıyor. Özellikle giriş kısmında yeni bölümler inşa ediliyor. İnşaatı sürdüren kişiler devlet tarafından yapımı sürdürülen bu yapıların ziyaretçilerin ihtiyaçlarına yönelik olduğunu söylediler. Bu bizim aklımıza Konya Mevlana Külliyesi’nin bugünkü asli fonksiyonundan uzak halini hatırlattığı için doğrusu biraz korktuk. Turistik maksatlı yapılan şeylerin hep bize aykırı oluşundan kaynaklanan bir korku idi belki de bu… Ancak gerek halen dergahtaki mescidin ve medresenin ibadete ve eğitime kapalı oluşu gerekse zikir yapılan sohbet kısmının harap hali yapılan çalışmaların külliyeyi yeniden İslam’ın ihyası yolunda faaliyete geçirmek gibi bir endişenin mevcut olmadığını düşündürdü. Yine de ne olursa olsun külliyenin etrafının temizlenmesi, bahçesinin bezenmesi hoş olacak, bu dergah yine milyonlarca müslüman için Allah’ı bilme yolunda ana kavşaklardan birinde yol göstermeğe devam edecek diye güzel düşüncelere daldık…
Şah-ı Nakşbend Külliyesi’ni ziyaret ve duadan sonra Buhara’ya dönüp şehir merkezinde bulunan tarihi yerleri dolaşmağa başladık. Balahavz Mescidi, Nadir Divan Beği medresesi, Buhara’nın simgelerinden olan Dört Minare, Samanoğulları devletinin kurucusu İsmail Samani Türbesi, son Buhara Emiri’nin yazlık sarayı bu yerlerden bazıları…
Buhara ziyaretimiz esnasında en unutamadığımız yerlerden birisi de Mir Arab Medresesi oldu. Abdullah Yemeni adlı bir Arap emirinin Buhara’nın İslamlaştırılması sırasında şehid olduğu yerde Timur soyundan Emanullah Han tarafından yaptırılan bu külliye Sovyet döneminde İslami eğitim verilen tek merkezdi. Külliyede bugün de Türk Cumhuriyetleri ve özerk bölgelerinden gelen öğrenciler İslami eğitim görüyorlar. Medresenin eğitim verilen mekanları perişan durumda. Yüzlerce öğrencinin ders gördüğü bu mekanlarda öğrencilerin en basit ihtiyaçlarının bile nasıl karşılandığı bizler için cevabı meçhul bir soru olarak kaldı. Ülkemizde çeşitli cemaatlara ait yurt, kolej vb. binalardaki mefruşat ve imkanlarla kıyaslayınca ülkemiz müslümanlarının büyük bir kaynak israfı yaptıklarını düşündük. Çok az bir meblağ ile yüzbinlerce kilometrekarelik bir coğrafyaya hizmet edecek bu medrese öğrencilerinin bir çok ihtiyacının giderilmesi mümkün. Bizim Buhara’da bulunduğumuz günlerde öğrenciler yaz tatilindeydiler. Medresede kalan birkaç öğrenciden birisi olan Çeçen öğrenci burada pek çok Türk boyundan öğrenci bulunduğunu ve sadece İslam’a hizmet için buraya geldiklerini anlattı.
Mir Arab Medresesi ile karşılıklı yapılmış olan büyük Cuma Mescidi’nin hali ise içimizi sızlattı. İslam mimarisinin özgün bir örneği olan camiinin mihrab etrafındaki çinileri ve iç avluya bakan taç kapısının üzerindeki çiniler 1-2 cm. kalınlıkta alçı ile sıvanarak çiniler ve hat sanatının en güzel örneklerini içeren ayet yazıları gözlerden silinmek istenmiş. Tam anlamıyla bir “Allahsızlık cinayeti” olan bu işlemi yapan elleri kırılası caniler yine çatlayan ve dökülen alçı altından o güzelim çinilerin ve birkaç harfi okunabilen hatların görünmesini engelleyememişler. Alçının yetmediği yerlerdeki çini ve hatlar ise resmen çamur ile sıvanarak gizlenmek istenmiş. Yeniden ibadete açılması için çalışmalar sürdürülen Cuma Camiinin kubbesinde çatlak adeta kahrından çatladığını düşündürdü.
Gerçekten de bu hain saldırılar karşısında kahrolmamak elde değil. Müslümanlar şimdi bu büyük yarı-açık camii yeniden ibadete hazırlama gayreti içindeler. Çiniler üzerindeki çamurlar bir seviyeye kadar temizlenmiş, iç avluya bakan hücrelerde de tamirat devam ediyordu.
Buhara’da dolu dolu geçen iki günün ardından Semerkand’a doğru yola çıkıyoruz. Buhara-Semerkand arasındaki yolun Buhara’ya 40 km.lik mesafesinde yer alan Gücdüvan şehrine uğrayıp Abdulhalık Gücdüvani Türbesini de ziyaret etmek istiyoruz. Normalde gezi programında olmayan bu ziyaretimiz kafilemizin başında bulunan Prof. Dr. Orhan Kavuncu’nun oluru ve Rus olduğunu herşeyiyle kanıtlayan şöförün ricamızı kabul etmesi (!) ile gerçekleşiyor. Abdulhalık Gücdüvani de İslam tasavvufuna aşina olanların iyi bildiği bir isim. Yusuf Hemedani’nin mürid ve halifelerinden olan Abdulhalık Gücdüvani, Hoca Ahmed Yesevi ile de Halef-Selef ilişkisi bulunan bir İslam büyüğü, Allah dostu… Bahaeddin Nakşbend’in manevi terbiyesini Abdulhalık Gücdüvani’nin tamamladığı kaynaklarda yazılı. Abdulhalık Gücdüvani Türbesi de Emir Timur’un torunu Uluğ Bek tarafından yaptırılmış bir külliye halinde.
Külliyede mevcut 8-10 yaşlarındaki öğrencilere ders veren hoca ve mescidin imamı ile hoş bir sohbetimiz oluyor. Abdulhalık Gücdüvani dergahının bahçesi ve temizliği ile gördüğümüz ziyaret yerleri arasında en iyi durumda olanlardan birisi olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Başucundaki kitabede “Diyar-ı Rum’dan yani “Anadolu”dan geldiği yazılı olan Abdulhalık Gücdüvani dergahını ayakta tutan Gücdüvanlılardan Allah razı olsun. Kaynaklarda Malatya’dan Türkistan’a tahsil için gittiği yazılan Abdulhalık Gücdüvani’nin kabrini ziyaret etmeden yapılan bir Orta Asya-Türkistan gezisi sanırım pek çok yönüyle eksik kalmış olur; yani demem o ki: birgün yolunuz Buhara-Semerkand taraflarına düşerse Gücdüvan’a da uğrayın ve Abdulhalık Gücdüvani’yi ziyaret edin… Ve tabii duanızda beni de yad edersiniz inşaallah…
EMİR TİMUR’UN GÖZBEBEĞİ : SEMERKAND
Buhara-Semerkand arasındaki 4 saatlik yolculuğumuz mahalli turizm organizasyonunun tahsis ettiği Rus şöfor sayesinde oldukça sıkıntılı geçti. Akşam serinliğinin iyiden iyiye kendini hissettirdiği bir saatte Semerkand’daki otelimize yerleştik. Otelimiz Emir Timur türbesinin hemen 100 metre kadar yakınında yer alıyordu. Odamızın balkonundan da Semerkand’ın ünlü Registan meydanını uzaktan görebiliyorduk. Akşam yemeğinden hemen sonra eşimle beraber gruptan bağımsız olarak Emir Timur türbesini ziyarete gidiyoruz.
Türbenin yanında bir duvar üzerinde oturmuş bulunan birkaç Semerkand’lıya selam verip ayaküstü sohbete başlıyoruz. Emir Timur türbesinde kabirlerin üstündeki çatıyı teşkil eden muhteşem kubbeyi kaplayan turkuaz çiniler yer yer dökülmüş ve buralarda ortaya çıkan topraklı bölgelerde ot bitmiş. Bu durumun bizi üzdüğünü ileterek Emir Timur’un türbesinin niçin bu durumda olduğunu sorduğumuzda çok acı bir cevap alıyoruz. Hiçbir art niyeti olmadığımdan emin olduğumuz muhataplarımız son iki yıldır türbeyi tamir ve koruma hususunda hiçbirşey yapılmadığını, katı komünist yönetim sırasında ise türbenin oldukça bakımlı olduğunu söylüyorlar. Bunu nasıl izah ettikleri sorusuna ise halen işbaşında olan ve tamamı eski mahalli komünistlerden oluşan idarenin kendi yerini sağlamlaştırmaktan başka birşeyi gözlerinin görmediğini ve türbede görevli olan devlet memuru konumundaki kişilerin de türbeyi ziyaret edenlerden alınan ücretleri ceplerine attığı gibi en ufak bir koruma tedbiri düşünmediklerini söyleyerek cevap veriyorlar.
Sabah grupla Semerkand’daki ilk ziyaretimizi bir akşam önce geldiğimiz Emir Timur türbesine yapıyoruz. Emir Timur türbesinin iç kısmında zeminle aynı seviyede en başta EmirTimur’un mürşidi Mir Seyyid Bereket olmak üzere Emir Timur, oğlu Şahruh, torunu Uluğ Bek ve yine hanedandan Miranşah ile diğer aile fertlerine ait sandukaların ayakucunda hepsine birer Fatiha gönderiyoruz. Türbede kıble tarafındaki duvara dik vaziyette asılmış ve ucunda hanlık tuğu olduğunu düşündüğümüz bir tuğun yer aldığı bir mızrak dikkati çekiyor.
Türbe görevlilerinden rica ederek zemin katın bir altında yer alan gerçek kabirlerin bulunduğu ve normalde ziyarete kapalı bulunan kabir bölümüne giriyoruz. Burada antropolojik bir araştırma bahanesiyle kırılarak açılan Emir Timur ve Uluğ bek’in kabirleri ile diğer kabirler yer alıyor. Birer Fatiha daha okuyup dışarı çıkıyoruz.
Emir Timur türbesi bütün bu bakımsızlığa rağmen olan haşmetiyle hala ayakta ve Timur Devletinin ihtişamlı günlerinde olduğu gibi Semerkand’ın dünyanın en önde gelen bir idare ve ilim merkezi haline geleceği günleri beklemeğe devam ediyor. Bütün ihmallere rağmen, bu ümitle mağrur ve mahzun bir halde de olsa ayakta…
Emir Timur soyundan gelen hanların bir gelin gibi süslediği Semerkand’ın en görkemli yapılarının yer aldığı yer olan Registan meydanına gittiğimiz zaman Emir Timur ve Uluğ Bek gibi yıldız hanların yer aldığı bu hanedana duyduğumuz sevgi, biraz da hayranlığa dönüşüyor. Kare şeklindeki bir alanın üç kenarında yer alan Şirdar, Tillakari ve Uluğ Bek Medreselerinin oluşturduğu kompleks dünyada ilk üniversite kampüsü olarak biliniyor. Bu medreselerin sayısız dershaneleri yanında öğrencilerin yurt olarak yararlandığı tesisler yer alıyor. Bugün ise bu medreseler turistik eşya satımı için tahsis edilen birkaç oda haricinde tamamen atıl durumda.
Tillakari Medresesi’nde büyük bir restorasyonun sürdürüldüğüne tanık oluyoruz. Ancak Uluğ Bek Medresesi’nin iç avlusuna girdiğimizde içimiz sızlıyor. Zamanında devrinin en yüksek derecede ilmi faaliyetlerine sahne olan bu medrese de harabe haline gelmiş ve bütün mahzunluğu ile kendisine uzanacak şefkatli ve himmetli hizmet ehlini bekliyor. Bir sonraki gün ziyaret etme fırsatı bulduğumuz ve bizzat o günkü Türkistan ülkesinin hanı olan Uluğ Bek tarafondan inşa ettirilen ve yine bizzat kendisinin astronomi gözlemlerinde bulunduğu rasathaneyi gezerken Uluğ Bek’in bizim atalarımızdan biri olmasından dolayı göğsümüz kabarıyor; ancak bir de bugünkü durumları düşündüğümüzde hüzün ve sıkıntılar kaplıyor gönlümüzü… Ama mutlaka birgün bu hüzün ve sıkıntıları kovacağımıza ve bunu başarabilecek bir mirasa sahib olduğumuza olan imanımızla göğsümüz yeniden genişliyor.
SEMERKAND’DA BİR CUMA NAMAZI
Türkistan’daki ilk Cuma namazımızı Hoca Ubeydullah Ahrar Veli Camii’nde kılmak istiyoruz. Ubeydullah Ahrar, zamanında Nakşbendi tarikatının en önde gelen siması. Özelllikle Emir Timur hanedanından hanların yakınında yer alarak hanların danışmanlığını ve yol göstericiliğini yapan Hoca Ubeydullah Ahrar, Taşkend’li olarak bilinmesine rağmen kabri Semerkand’da; adıyla anılan medrese ve camiinin bahçesinde yer alıyor. Hoca Ahrar Veli Camii’den başka Semerkand’da Cuma namazının bir diğer camide daha kılındığını öğreniyoruz. Şuurlu ve nur simalı bir müslüman olan Hoca Ahrar Veli Camii imamı kendisini vaaz ederken videokamera ile görüntülememizden rahatsız olmakla beraber aldırmadan vaazını tamamlıyor ve ardından Cuma namazımızı eda ediyoruz. Cami cemaati arasında her yaştan kişinin yer aldığını büyük bir memnuniyetle müşahede ediyoruz. Eskiden Cuma namazının kılınmasına izin verilen birkaç camide de sadece 70’lik ihtiyarlardan oluşan bir cemaat oluşabildiğini bildiğimizden cemaat içindeki genç ve orta yaşlı soydaşlarımız dikkatimizi çekiyor.
Namaz sonrasında Hoca Ahrar Veli Camiinin gayretli imamı ile beraber bahçede yer alan Hoca Ubeydullah Ahrar ve yakınlarına ait kabristanı ziyaret edip niyazda bulunuyoruz. Türkiye’den gelen bir grubu mescidinde ağırlamaktan çok memnun olan İmam Efendi ile beraber bir süre sohbet etmek üzere caminin avlusundaki yeni yapılmış bir salona geçiyoruz. Burada yaptığımız sohbet sırasında İmam Efendi, Türkiye’nin İslami eğitim konusunda yardım yapmasının gerekliliğini ısrarla vurguluyor. Kendisinin bu yıl Hacc ziyaretini de yaptığını öğrendiğimiz İmam Efendi’ye Türkiye’den getirilen Kur’an-ı Kerim ve bazı İslami yayınları hediye ediyoruz.
Semerkant’ın tarihi pazar yerinde aradığımız hemen hiçbir şeyi bulamadığımız başarısız bir alışveriş faslından sonra biraz da dinlenmek ümidiyle pazar yerinin hemen yanı başında yer alan Bibi Hanım külliyesine uğruyoruz. Bibi Hanım Külliyesi Emir Timur tarafından hanımı Bibi Hanım’ın hayrına inşa ettirdiği bir mescid ve medreseler külliyesi. Halen büyük bir restorasyon faaliyetinin sürdürüldüğü bu külliye 30 yıl önceki büyük depremde ağır hasara uğramış.
İMAM BUHARİ TÜRBESİNDE
Semerkand’daki ikinci günümüzde İmam İsmail Buhari’nin Buhara-Semerkand arasında Semerkand’a daha yakın olan türbesini ziyarete başlıyoruz. Kur’an-ı Kerim’den sonra İslam literatürünün en önemli kaynağı olan Hadis külliyatının yazarı İmam İsmail Buhari’nin türbesinin yer aldığı kasabanın adı şimdi Çelek adını taşıyor. Buranın tarihi adı ise Hartenk olarak biliniyor.
İmam İsmail Buhari türbesi gerek çevre düzenlemesindeki hassasiyet ve gerekse temizlik gibi bakım hizmetleri yönünden çok iyi durumda. Anayoldan İmam Buhari’nin türbesi, mescid ve medreseden oluşan külliyenin yer aldığı mahalle kadar uzanan iki yönlü, kenarları kaldırımlı asfalt yol, türbeyi ziyaret eden müslümanların bağışları ile yapılmış. Türbede Türkistan’ın birçok yerlerinden gelen ziyaretçiler ile karşılaşıyoruz. Zamanımızın azlığı, buna karşın ziyaret edilecek yerlerin fazlalığı karşısında ayrıntılı video çekimleri yapmamıza bile fırsat bulamadan Semerkand’a dönüyoruz.
OMUZLARIMIZA YÜKLENEN SORUMLULUK
Semerkand’da yer alan İslami eserler arasında en önemlisi Semerkant’ın İslamlaştırılması esnasında şehid düşen Peygamberimizin amcasının oğlu Kusem İbn Abbas’a ait makamın etrafında oluşmuş olan Şah-ı Zinde külliyesinde de zamanın tahribatı, insanların ihmalkarlığı büyük bir harabiyet oluşmasına yol açmış. En az altı yüzyıl içinde oluşmuş büyük bir tarihi dokunun kerpiç kerpiç yıkılmasını görmek isteyen olursa Şah-ı Zinde külliyesinin manzarasına bakabilir. Ancak hiçbir müslümanın bu manzara karşısında acı duymaması imkansız. Türkistan’da bu manzaraları gördükten sonra Türk olmanın öncesinde müslüman olarak üzerimize düşen sorumlulukları insan daha iyi idrak ediyor. Biz üstlenelim veya üstlenmeyelim tarih ve kader bu ağır sorumluluğu bize yüklemiş bulunuyor…
“HAZRET-İ TÜRKİSTAN”IN HUZURLARINDA…
Türk yurtlarına yaptığımız bu gezide benim için en anlamlı olan ziyaret Hazret-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’nin huzuruna çıkmak oldu. Gezi programımıza göre Yesi’deki bu ziyaretimiz aynı zamanda son durağımız olacaktı. Böylece Türkistan ziyaretimizin son menzili olan Hoca Ahmed Yesevi dergahında tekrar gelene kadar Türkistan’a veda edecektik. Yesi’deki bu veda töreninden önce adeta rüzgar gibi geçen birkaç günde Kazakistan’ın başkenti Almaata, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek ve yol güzergahımızdaki bazı tarihi yerleri de gördük.
Almaata’dan Bişkek’e giderken Kazak-Kırgız sınırı olarak belirlenen köprünün üzerinde hiçbir kontrol yapılmaması ve aynı ülkenin iki eyaleti arasındaki bir geçiş gibi görünmesi gönlümüzdeki bağımsız “Birleşik Türkistan Cumhuriyetleri Federasyonu” idealimize çok yaklaştığımızı umutla düşündürdü. Bişkek’de kaldığımız iki günden ilkinde Tanrı Dağları eteklerindeki Issık-Göl’e yaptığımız gezi sırasında benim için bir sürpriz de Karahanlılar’ın tarihi başkenti Balasagun’daki Burana minaresi ve eski şehrin kalıntıları ile karşılaşmak oldu. Daha önceleri Karahanlı devletimizin şimdi Çin işgali altındaki Doğu Türkistan’da bulunan Kaşgar başkent olmak üzere kurulduğunu biliyordum.
Bu gezide doğusu ve batısı ile Türkistan’ın nasıl bir tarihi bütünlük içinde olduğunu da anlamış olduk. Daha sonra Yesi’ye giderken Cambul yakınlarındaki Ayşe Bibi ve Babaca Hatun türbelerini ziyaret ederken anlatılan Karahan ve Ayşe Bibi’nin dramatik öyküsünü dinlerken Karahanlıların bugünkü Kazakistan-Kırgızistan-Özbekistan ve Doğu Türkistan’da; yani tek kelimeyle Türkistan’ın tamamında hakim olduklarını da öğrendik. Bu en azından 1000 yıldır bütün Türkistan’da aynı siyasi kaderin yaşandığını da ifade ediyordu. Ancak son yüzyılda DoğuTürkistan’ın Çin, Batı Türkistan’ın ise Rus işgali altına girmesi Türkistan’ımızı tarihi gelişiminden koparmıştır.
Issık-Göl benim için Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi” romanından kalmış bir yer adı iken bir gün Issık-Göl’ü göreceğimi hiç düşünmemiştim. Hatta bazen arkadaşlarla şakalaşırken “Turancılığa devam etmemiz halinde” birgün Issık-Göl kenarına tatil yapmaya gideceğimizi kendim bile inanamadan söylerdim. Ala-Dağ ve Tanrı Dağları başına çöken bulutların gölgelendirdiği bir öğle sonrası Issık-Göl kenarında gezinirken bu takılmalarımız aklıma geldi. Issık-Göl komünist idari kadroların Sovyet Rus imparatorluğunun her tarafından ve özellikle kuzey steplerinden gelen elit tabakasının yazlık şeklindeki dinlenme evlerinin yer aldığı tesislerle çevrili. Bu evlere villa diyebilmek mümkün değil; bizim sahil kasabalarımızdaki orta halli pansiyonlarda mevcut lüksün bile sağlanmış olduğu şüpheli. Ancak gölün tertemiz suları ve ufku süsleyen Tanrı Dağları buraya çok farklı bir hava veriyor. Bizim orada olduğumuz gün havanın bize göre serin ve rüzgarlı oluşu nedeniyle Issık-Göl’e girme cesaretini hiçbirimiz gösteremedik.
Bişkek-Cambul-Çimkent güzergahından geçerek Türkistan gezimizin son menzili olan Yesi’ye ( bugün Türkistan adı verilmiş) kutlu bir Cuma günü ulaştık. Yol boyunca okuduğumuz ayet, salavat ve duaları bizim için çok özel bir anlamı olan bu ziyaret öncesi başta Hazret-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi olmak üzere bütün Türkistan erenlerinin ruhlarına armağan ettik. Nihayet Hoca Ahmed Yesevi’nin annesi Karasaç Ana ve babası İbrahim Şeyh’in kabirlerinin bulunduğu Sayram kasabasını geçip Cuma namazı öncesinde Yesi’ye vardık. Yesi’de şükür kurbanı niyeti ile gruptaki üç arkadaş birer kurban kestirdi. Böylece bir taraftan da bu günleri görebildiğimiz için şanslı olduğumuzu hatırlamış olduk. Daha sonra abdestler tazelenerek türbeyi ziyarete gidildi.
Ahmed Yesevi Türbesi Emir Timur tarafından 1400’lü yılların başında yaptırılmış ve yaklaşık 6 asırdır ayakta dimdik duran muhteşem bir abide. Her yönüyle Hazret-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’nin manevi büyüklüğü ile mütenasip bir yapı olarak yapılması için Emir Timur tarafından ihtimam gösterilmiş. Sovyet işgali sırasında Türkistan’dan Hacc’a gidişin yasak olduğu yıllarda bütün Türkistanlılar Hoca Ahmed Yesevi Külliyesi’ni ziyaret etmeği adeta bir dini vecibeyi yerine getirmekte oluş olarak yüceltmişler.Türbede mevcut tarihi kazan ve şamdanların bir kısmı götürüldüğü Leningrad Şark Eserleri Müzesi “Hermitage”den tekrar getirilerek ait oldukları yerlere konulmuşlar. Türbenin yeni evlenen çiftler tarafından hayırlara vesile olması dilekleri ile ziyaret edildiğine burada da tanık olduk.
Ayrıca türbenin kıble tarafında yer alan mescidde bulunan bir zat, gelen ziyaretçilere Kur’an-ı Kerim okuyarak dua ettiriyordu. Bu kişiye o maksatla Türkiye’den getirdiğimiz Kur’an-ı Kerim’i türbeden çıkartılmaması şartı ile armağan ettik. Türbe komünist saldırı döneminde müze haline getirilmiş; halen bu statüsü bir şekilde devam etmekle beraber türbe asli fonksiyonuna uygun olarak muhafaza edilmekte; türbenin her yerinde birer köşeyi bekleyen güvercinler ise buranın gerçek muhafızları gibi sessiz-sessiz ziyaretçileri süzüyordu. Türbedeki görevlilerden önde gelen bir kişi ve bayana T.C.Kültür Bakanlığı tarafından Şubat-1992’de yayımlanan ve Kazakistan baskısından tercüme ederek hazırladığım ve benim için uzun ve de anlamlı bir hikayesi olan “Hoca Ahmed Yesevi Türbesi” isimli eseri külliyenin kitaplar sergilenen bölümünde sergilemek üzere emanet ettik. İnşaallah tekrar ziyaretimizde bakalım bu hediyemizi yerli yerinde bulabilecek miyiz? Tekrar geldiğimizde eksikliğini hissettiğimiz “Ya Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevi” yazan klasik tezhibli bir hat levhasını türbenin girişine konulmak üzere getirmeğe birbirimize söz verdik.
Hoca Ahmed Yesevi’nin menkıbesinde çok önemli ve özel bir yeri olan “63 yaşında yere giriş” vakıasının cereyan ettiği ve türbeye 100 metre mesafedeki çilehaneyi de özel surette açtırarak ziyaret ettik. Ahmed Yesevi, Peygamberimiz (S.A.V)’in sünnetine uymadaki hassasiyetinin bir örneği olarak O’nun vefat ettiği yaş olan 63 yaşından sonraki ömrünü yer altında hazırlattığı bir uzlethanede geçiriyor. Bu uzlet ve vuslat yerinin başlangıç kısmındaki adeta bir kuyunun giriş deliğini andıran ve merdivenlerle inilen hücreyi görünce insan ürpermekten ve hayran olmaktan kendini alamıyor. Allah Rasulü’ne olan bu bağlılıkladır ki Hoca Ahmed Yesevi dokuz yüzyıldır manevi derecesini koruyor ve günümüzde bile tesir ve himmeti ile müslümanlara yol gösteriyor. Bu büyük velinin hayatını geçirdiği topraklara gidip, ayak ucunda boyun büküp dua edebilmeği bize nasib ettiği için Allah’a sonsuz hamd ve şükürler olsun.
Türkistan’da kılmamız mümkün olan ikinci Cuma namazını Yesi’nin nur yüzlü “aksakal” dervişlerinin ardında kılıyoruz. Cuma hutbesi sırasında okunan Arabça dualardan sonra Allah’ın 99 güzel ismini anarak yapılan ve bir zikir virdi olan dua Yesi’nin manevi havasına çok yakışıyor. Hiç bitmemesini istediğimiz bu duadan ve kıldığımız Cuma namazından sonra dönüş koşuşturmacası için tekrar Taşkent’e geçiyoruz…
Ve 28 Ağustos 1992 günü akşamında Taşkent havaalanının bekleme salonunda gezi izlenimlerini videoya kaydettiğimiz bütün gezi yoldaşlarımızla beraber biz de aynı kelimeleri mırıldanıyoruz:
“Güzel Türkistan! Sana olan hasretimiz bitmedi. Tekrar Emir Timur, Uluğ Bek gibi haysiyetli yöneticilere kavuşacağın, İmam Buhari, Hazret-i Türkistan, Şah-ı Nakşbend, Hoca Ahrar Veli gibi alimlerinle dünyaya ışık tutacağın devirler mutlaka birgün gelecek. O günlere kadar önünde aşman gereken çok ama çok çetin yollar var. Allah yolunu açık eylesin; yar ve yardımcın olsun!..”
* * *
MİLLİ-İSLAMİ SORUNLAR/ SORUMLULUKLAR
Türkistan Cumhuriyetlerine 1992 yılında yaptığımız geziden döndüğümüzde en sık karşılaştığımız sorulardan bazılarına buradan cevap vermek suretiyle aynı konuları merak eden okurlarımıza da bilgi vermek istiyorum.
Türkistan’da siyasi durum ve yakın gelecek genelde en merak edilen konu. Sovyet Rus imparotorluğunun dağılması sonucunda Türk Cumhuriyetlerinin bir anda geçmişe kıyaslandığında büyük bir hürriyet ortamına geçmesi bu bölgelerde hazırlıksız yakalanmanın getirdiği bir şaşkınlığa yol açmış. Ülkelerin kendi bayraklarının tanzimi bile birkaç aşamadan geçiyor. Ülkenin parasının basımı konusunda da kararsızlık olduğu göze çarpıyor. Millli bağımsızlığın en önemli parçalarından biri olan bağımsız ordu teşekkülü ise şu an için çok zor. Ülkelerin havayolları millileştirilmekle beraber, bütün gezimiz boyunca Aeroflot adını taşıyan Rus Havayolu’nun orak-çekiçli kızıl bayraklı uçakları ile uçtuk. Ancak Taşkent havaalanındaki bir kaç uçağa Özbekistan Havayolları’nın ambleminin işlendiğini tesbit edebildik. Bütün iç hat ve dış hat yolculuklarımızda uçuş ekiplerinin tamamen Ruslardan oluşması da dikkatimizi çekiyor. Pilotluk gibi bütün kalifiye eleman istihdamı gereken konularda halen bütün Türk Cumhuriyetleri Ruslara muhtaç. Bu durum tamamen uygulanan Rus sömürgeciliğinin yol açtığı tabii bir sonuç.
İşte bu konularda Türk cumhuriyetlerinin gerçek bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri için başta Türkiye olmak üzere bütün İslam dünyasına sorumluluk düşüyor. Milli egemenliğin önemli bir göstergesi olan milli dilin yaygın olarak kullanılması hususunda ise büyük aşamalar kaydedilmiş. Yaptığımız temaslar sırasında bütün resmi dairelerde milli dilin kullanıldığını gördük. Oysa daha bir yıl öncesinde herhangi bir Rus görevlinin bulunduğu resmi dairede Rusça dışında bir dille konuşmak neredeyse görülmeyen bir olay imiş. Rusçadan milli dillere kelime geçişi bir yönüyle anlaşılabilir bir olay… Bir Özbek aydını bu durumu izah ederken çocukların 5 yaşında başladığı anaokullarından itibaren Rusça ile tanıştıklarını bütün Türkistan Cumhuriyetleri’nde Rusça eğitim veren okullar ile milli dillerde eğitim veren okullar kıyaslandığında sayı olarak Rusça öğretim yapılan okul sayısının daha fazla olduğunu belirtti. Milli dille eğitim yapılan okullarda okutulan öğrencilerin bile yardımcı ders kitaplarının tamamı Rusça olduğu için Rusça’yı öğrenmek zorunda olduğunu anlattı.
Görüştüğümüz aydınlardan Türkistan milli hareketinin öncülerinden olan soydaşımız ise gerçek bağımsızlığın henüz uzak olduğunu söylerken bu gerçekleri vurguladı. Bugün içinde bulunulan süreç tam bağımsızlık yolunda doğru hedeflere yönelmiş durumda. Ancak bu arada özellikle Türkiye üzerinden yapılacak operasyonlarla bu Türk yurtlarının Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirilmesi tehlikesi muhtemel. Bu durumda Türkistan milli hareketinin Türkiye yönetimine cephe alması da kaçınılmaz görünüyor. Mesela Türkiye’de geniş etki alanı bulunan bir cemaatin Özbekistan’da “tamamen İngilizce” eğitim verecek bir kolejler zincirinin başında yer alması çok hayret verici bir husus olarak bize iletildi.
Dini durum ve gelişmeler konusunda belirtilmesi gereken en önemli nokta komünist yönetimin uyguladığı acımasız ateist saldırının bu ülkelerde ve halk üzerinde derin bir tahribat oluşturmasıdır. Öyle ki yüzbinlerce camiden bugün ayakta bulunan ve ibadete açık olanları sayılabilecek kadar az. Son değişimden sonra dine karşı saldırıya son verilmesine rağmen oluşan bu tahribatın mahalli imkanlarla giderilmesi ruhlardaki yaraların sarılabilmesi çok zor. Devletin hala bütün mali ve maddi kaynakları kontrol ettiği bir ülkede yeni bir cami yaptırmak veya mevcut bir medreseyi ayağa kaldırmak çok zor bir olay.
Yeni Türkistan yönetimleri içerisinde en milli ve demokratik olanına sahip olan Kırgızistan’da seçimle işbaşına gelen ilk devlet başkanı olan Asker Akayev (AKAYULU)’in dini kuruluşlara yaptığı şahsi yardımları bile el altından yaptığını öğrenmemiz bizi şaşırttı. Bu durum Türkistan Cumhuriyetlerindeki komünist bürokrasinin henüz tasfiye edilmediğini ve bu konuda en elverişli bölge olan Kırgızistan’da bile etkisini sürdürdüğünü gösteriyor. Devletin dini müesseselere en ufak bir yardım yapmadığı bunun yanısıra halkın da bu müesseseleri ayakta tutabilecek ekonomik güce sahip olmadığı bir bölgede dini müesseselerin ne durumda olabileceği kolayca tahmin olunabilir. Buna rağmen gayret sahibi müslümanlar ve şuurlu bazı önderler canlarıyla-dişleriyle gayret sarfederek bir şeyler yapmağa çalışıyorlar. Bu çalışmaları finanse edecek kaynak ise dini kurumlara halkın ve müslüman ülkelerin yaptığı yardımlara dayanıyor. Bu kaynağı güçlendirmek için Cuma namazları sırasında hutbe sonrasında o camiye yardım edenlerin adları ve yaptıkları yardımın cemaate duyurulması dikkat çekici; bu duyurular bir teşvik unsuru olarak düşünülmekte ve etkili de. Türkistan’da hem Özbekistan sınırları içindeki Semerkand’da hem de Kazakistan’da bulunan Yesi’de bu durumu müşahede etmemiz bu yoldan bütün Türkistan bölgesinde yaygınlaştığının işaretçisiydi.
Müslüman ülkelerden resmi ve şahıslar vasıtasıyla yapılan yardımlar hususunda önemli bazı iddialar dikkat çekiciydi. Özellikle en güçlü yapıya sahip dini idarenin bulunduğu Taşkent’te yaptığımız temaslar sırasında halktan müslümanların dini otoriteyi elinde tutan kişilerin başta Özbekistan müftüsü Muhammed Sadık Yusuf olmak üzere yapılan yardımları yerine harcamayıp kendi ifadeleriyle “yedikleri”nden şikayetler aldık. Hatta Pakistan’dan gelen bir heyetin Taşkent’teki Kökeltaş Medresesi’nin tamiri için yaptığı üçbin dolarlık yardımın ancak yüzde birinin bu medreseye harcandığını ve geri kalan yüzde doksandokuzunun “iç edildiği”ni bizat Kökeltaş Medresesi”nin tamiratını sürdüren müslümanlardan işitmek bizi üzdü. Bunlar dikkate alındığında Türkiye’den bölgelere yardım etmeyi düşünen kişi ve kuruluşların yapacakları yardımın yerine harcanıp harcanmadığını da takip etmeleri uygun olacaktır.
Yine resmi yönetimin emrinde bulunan diyanet kurumlarının ve yöneticilerinin bugüne kadar Türkistan’da İslam adına ne gelebilmişse bunu sağlamış olan ve birçoğu bu yolda büyük işkencelerden geçmiş olan kişilerin dini nüfuzlarını azaltmak için çalıştığını ve bunun da müslüman halkı neredeyse ikiye bölecek kadar tehlikeli bir noktaya geldiğini gördük.
Ateist zorbalık rejiminin müslümanlar üzerindeki en büyük tahribatı geleneksel İslami eğitim müesseselerini yok etmesi sonucunda ortaya çıkmış. Bugün Mir Arab Medresesi’nde dini eğitim gören birkaç yüz din görevlisi dışında halkın dini sorularına cevap verecek kişiler bulunmadığı gibi bu bölgede yetişmiş ve İslam medeniyetine çok büyük katkıda bulunmuş olan tasavvuf, tefsir, akaid, hadis ve fıkıh gibi alanlarda yıldız isimlerin eserlerini anlayıp-anlatacak kişiler de yok edilmiş. Bu kadroların yetiştirilmesi için Türkiye’deki bütün müslümanların üzerine büyük bir sorumluluk düşüyor. Özellikle İslamiyet konusunda kendisini ilgili sayan herkesin önüne bir imtihan kağıdı konulmuş bulunuyor: Dar-ül İslam’ın en güzide beldelerini barındıran Türkistan’da İslam’ın ihyası için ne yaptınız? Bundan sonra neler yapmayı planlıyorsunuz? Bu sorulara söyleyecek birkaç kelime olsun cevabı olmayanların dünyadaki imtihandan alınlarının akıyla çıkabilmeleri artık imkansızdır. Bu konuda hiçbir cemaatin, hiçbir mürşidin ve hatta hiçbir kimsenin sığınabileceği hiçbir mazeret kalmamıştır.
* * *
(*) Dr. Hayati Bice’nin kendi imkanları ile katıldığı ve 1992 yılında dış dünyaya henüz açılan Türkistan Cumhuriyetleri’ne Türkiye’den düzenlenen ilk gezilerden birisinde kaydettiği bu izlenimleri aradan geçen sürede meydana gelen sosyoekonomik değişiklikleri ve siyasi gelişmeleri anlamak açısından önem taşımaktadır. Bu nedenle gezi notlarının dikkatle okunması tavsiye olunur.