1943-1944
KAFKASYA VE KIRIM’DAN SÜRGÜNLER
-Karaçay-Malkar Türkleri, Çeçenler, İnguşlar, Kalmuklar, Kırım Türk-Tatarları, Ahıska Türkleri
Dr. Hayati BİCE
2 Kasım 1943 gecesi bütün Karaçay Türklerinin anavatanlarından sürgün edilmeleri ile başlayan ve bir yılı aşkın bir süreyi kapsayan süreç, insanlık dışı bir zulmün ilk halkası idi. Zalim Sovyet Rus Çarı Stalin, Ermeni yardakçısı Mikoyan ve Molotov’un kanlı ellerinin hazırladığı bir karar ile 2 Kasım 1943’te Karaçay Türkleri, 23 Şubat 1944’te Çeçenler ve İnguşlar, 8 Mart 1944’te Malkar Türkleri, 30 Mart 1944’te Kalmuklar Kafkasya’dan sürgün edildiler. 18 Mart 1944’te de Kırım Türk- Tatarları atayurtlarından çıkarıldılar. 2. Dünya Savaşı cepheleriyle uzaktan bile olsa hiçbir ilişkisi bulunmayan Ahıska (Mesket) Türklerinin de 15 Kasım 1944’de sürgün edilmeleri ile bu kanlı operasyon tamamlandı.
2. Dünya Savaşı’nda zaferin Ruslar ve müttefikleri lehine gerçekleşeceği anlaşılınca tarihteki en kanlı diktatörlerden biri ve sayıları pek çok olan “Türk Düşmanları” arasında birincisi olan Joseph Stalin, öteden beri “güvenilmez” olarak kabul ettiği Türk halklarını Kırım ve Kafkasya’dan sürmek ve böylece Kırım- Kafkasya-Türkiye arasında oluşabilecek “en hayâlî” yakınlıkları ebediyyen ortadan kaldırmak için aradığı fırsatın eline geçtiğini düşündü. Henüz savaş sonuçlanmadan “düşmanla işbirliği yapmak” gibi ağır bir suçlama ile sırasıyla Kafkasya’daki Karaçaylar, Çeçenler, İnguşlar, Malkarlar, Kalmuklar ve Kırım Tatarları bütünüyle öz topraklarından koparılıp Sovyetler Birliğinin binlerce kilometre ötelerine sürgün edildiler. Bu insanlık suçu, sadece ve sadece stratejik hesaplarla Türkiye sınırlarındaki Ahıska (Mesket) Türklerine karşı da işlendi.
Sadece birkaç saat içinde yurtlarından boşaltılan mazlum insanlar, toplama merkezlerinde bindirildikleri hayvan katarlarına tıka-basa doldurularak günlerce sürecek talihsiz bir yolculuğa çıkarıldılar. Yakın zamanda Azerbaycan’daki kardeşlerimizin tanklar altında ezilmesine “olur” veren ve hatta Litvanya’yı bile Ruslar karşısında ortada bırakan A. B. D. yönetimi, o gün de yine zalim Stalin’in baş destekçisi idi. Atayurdundan sürülen kardeşlerimizi toplama kamplarına taşımakta kullanılan GMC ve Studebaker marka kamyonlar “Amerikan Yardımı” idi.
Bütünüyle bir halkın hain ilan edilerek soykırıma uğratılmasının tarihteki tek örneği olan bu vahşi terörizm, soykırım denildiğinde “Yahudi” den başka bir şey aklına gelmeyen ve son yıllarda buna bir de “Ermeni” hikâyesi eklemeğe çalışan ezeli ve ebedi düşmanlarımız tarafından elbette göz ardı edilecekti. Ancak Türkiye’de de 1943-1944 Kafkasya-Kırım Soykırımının acısını yüreğinin derinliklerinde duyanların azlığı nasıl bir gafletin eseridir?
1943-1944 Soykırımı ile ilgili bilgiler ancak Sovyetler Birliğinin* arşivlerinden elde edilebileceğinden bu vahşi sürgün esnasında ne kadar soydaşımızın katledildiği Türkiye’deki herkes gibi bizler için de bir sırdı. Bugün 1943-1944 Soykırımı esnasındaki acımasız yolculukta her türlü medeni imkândan mahrum iptidai sürgün kamplarında yüzbinlerce kardeşimizin hayatını kaybettiği bilinmektedir. Daha büyük bir kitleyi ilgilendirdiği için Kırım Türk-Tatarlarının göçü hakkında daha fazla ayrıntının öğrenilebilmesi araştırıcılar için mümkün olabilmiştir.
Sürgün edilen kitlenin büyüklüğü açısından önceki sürgün operasyonlarından daha kapsamlı olduğu için kamuoyunda 1943-1944 sürgünleri dendiğinde akla hemen Kırım Türk-Tatarlarının Kırım’dan sürgünü gelmektedir. 18 Mayıs 1944, Kırım Türk-Tatarlarının binlerce yıllık atayurtlarından henüz şafak sökerken toptan sürgün edildikleri gündür. Sınırlı bilgilerimize göre 18 Mayıs 1944 günü şafakla başlatılan Kırım Türk-Tatarlarının “Vatan-Kırım”dan sürgünü, 11-21 gün süren meşakkatli ve sefil bir yolculuktan sonra 29 Mayıs-8 Haziran 1944 tarihleri arasında bugün Özbekistan olarak bölünmüş olan Türkistan topraklarında son bulmuştur. Buna kıyasla Türkistan’ın uzak Kazak ve Kırgız bozkırlarına ve Sibirya içlerine sürülen Kırım Türk-Tatarları ve Kafkasyalı kardeşlerimizin yaklaşık bir ay süren bir tren yolculuğundan sonra sürgün yerlerine ulaşabildiklerini tahmin edebiliyoruz.
Sürgün edilen insanların yaşları hususunda da yine Kırım Türk- Tatarları örnek teşkil etmektedir. Sürgün esnasında henüz savaş sona ermediği için eli silah tutabilecek durumda olan erkek nüfus cephede ve yurtlarından uzakta bulunuyordu. Bu sebeple sürgün sırasında anavatanlarından çıkarılan kardeşlerimizin büyük kısmını bebekler, çocuklar, kadınlar ve askere alınamayacak kadar yaşlı olan ihtiyarlar ile sakat veya hasta erkekler oluşturuyordu. Kırım’dan sürülen kardeşlerimizin % 41,7 sini bebek ve çocuklar, % 39..1’ini kadınlar % 5. 6’sını ihtiyarlar ve büyük bir kısmı hasta ve sakat olmak üzere ancak % 13..6’sını ise erkekler teşkil ediyordu. Sürgüne tabi tutulan korumasız ve masum insanlarımızın bu nüfus yapısı, iddia edilen “düşmanla iş birliği” suçlamasının ne kadar göstermelik olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bu mazlum insanların çoğunun bünyeleri itibarıyla ağır tabiat şartlarına ve açlık, soğuk gibi faktörlere dayanıksızlığı sürgünün tam da Stalin’in istediği gibi bir “Türk Soykırımı” olmasını kolaylaştırmıştır. Sürgün esnasında vatanlarında olmayıp cephede bulundukları için ilk anda sürülemeyen erkekler ise savaş sonrasında diğer aile fertlerinin arkasından sürgün edilmekten kurtulamamışlardır.
Sürgün vahşetinin dünya kamuoyundan yıllarca gizlenmesi gibi pek çok nedenle Sürgün Katliamı’nda katledilen insanların kesin sayısı hakkında hiçbir rakam söylenemiyordu. Yine de Kırım Türk-Tatarlarının belirlemesine göre sürgün yolculuğuna çıkarılan mazlum Kırım Türk-Tatarlarından % 46.3’ü sürgün yolculuğu sırasında ve kamplarda hayatını kaybetmişti. Öte yandan 1939 sayımına göre nüfusları mevcut olan kardeşlerimizden yaklaşık % 40 kadarının vahşi 1943-1944 Sürgünü sebebiyle hayatını kaybettiğini tahmin ediyorduk. Bu tahminimize göre sürgüne maruz bırakılan 1,5 milyon Türk’ten en az 600.000’inin hayatını kaybetmesi ve adeta topyekûn katledilmesi söz konusudur.
İki Yıl Sonra Gelen Resmi Açıklama
Yüzbinlerce insanın katledilmesi ile sonuçlanan bu soykırım vahşeti ile ilgili ilk resmi açıklama aradan 2 yıldan fazla bir süre geçtikten sonra 26 Haziran 1946 tarihli Pravda ve İzvestia adlı Rus gazetelerinde yer aldı. Stalin terörünün hüküm sürdüğü bir ülkede “normal” sayılması gereken bir gecikme ile yapılan bu resmi açıklamada “düşman ile iş birliği yapma” suçları sabit görülen Kırım Tatarları, Çeçenler ve İnguşların tehcir cezasına çarptırıldıkları iddiası yer alıyordu. Bu açıklamada dikkati çeken bir husus da aynı sırada, aynı gerekçelerle Kafkasya’dan tamamen sürülen Karaçay-Malkar Türkleri ile ilgili hiçbir bilginin yer almamış olmasıydı.
Sürgün kararları ve gerekçelerinin ise 2. Dünya Savaşı’ndan sonra toplanan ve dünyanın bugünkü sınırlarının gözden geçirildiği Yalta Konferansında Rus-Amerikan-İngiliz işbirlikçiler olan Stalin, Roosevelt, Churchill arasında konuşulmuş ve Stalin’in sırtının “aferin” dercesine sıvazlanmış olduğundan ise hiç şüphemiz yoktur. Tıpkı bugün Azerbaycan’ın 19-20 Ocak 1990 gecesi kana boyanmasının Yalta’da konuşulduğundan ve A. B. D. Başkanı Bush tarafından Gorbaçov’un sırtının sıvazlandığından şüphemiz olmadığı gibi…
Bu tarihten sonra tekrar Kafkasya’ya dönen kardeşlerimiz kısa süre geçmeden Rus şovenizminin yeni baskıları ile karşı karşıya kaldılar… Ancak bu defa 1957 kararnamesinde kendilerinden hiç söz edilmeyen Kırım Türk-Tatarlarının ise milli haklarına -o da kâğıt üzerinde- ancak 5 Eylül 1967 tarihli bir kararname ile kavuştular. Bu kararname ile Kırım Türk-Tatarlarının anayasadaki haklarının tamamen iade edildiği belirtilmesine rağmen hala “Vatan-Kırım’a dönerek sürgün öncesinde var olan otonom Kırım Cumhuriyeti’ni kurmalarına izin verilmediğini ve Vatan-Kırım mücadelesinin devam ettiğini biliyoruz.
Bugün Kafkasya’ya dönmelerine “izin” verilen Karaçay- Malkar Türkleri, Çeçen-İnguşlar ve Kalmuklar yurtlarına yerleştirilen Ruslar yüzünden azınlıkta bulunmalarına rağmen milli hayatlarına yeniden can vermek yolunda çalışıyor. Kırım Türk-Tatarları ve onların yiğit yolbaşçılarından Kırım’a dönebilenler Kırım’da, dönemeyenler bulundukları her yerde “Vatan-Kırım” mücadelesini sürdürüyorlar.
Stalin’in Türk Katliamları Hakkındaki Arşiv Verileri
Sovyet tarihinin en acımasız lideri ve milyonlarca soydaşımızın katili Stalin’in bir emriyle 2. Dünya Savaşı’nda Kafkasya’nın Müslüman halklarından Karaçay-Malkar Türkleri, Çeçenler, İnguşlar, Kırım Türk-Tatarları, Sovyet Almanları, Gürcistan’ın Ahıska yöresindeki Türkler ve Kalmuklar anayurtlarından Orta Asya’ya ve Kazakistan’a sürgün edildi ve sürgün yerlerinde acı muamelelere maruz kaldılar.
Stalin’in ölümünden sonra 1957 yılından itibaren uygulanan rehabilitasyon politikasına bağlı olarak bu insanların bazıları yurtlarına geri dönebildilerse de haklarını tam olarak alamadılar. Sürgün üzerinden geçen neredeyse yarım yüzyıla rağmen halen Kırım Tatarları ve Ahıska Türklerinin tarihi topraklarına dönüş izni resmen verilmemiştir. Son yıllarda uygulanan “açıklık” politikasının bir yansıması olarak, Sovyet basını Stalin’in sürgün olayını tartışmaya ve komünist rejimin bu suçu üzerine yeni ışıklar tutan arşiv materyallerini yayınlamaya başladı. 2. Dünya Savaşı sırasında Stalin’in çeşitli milletleri öz vatanlarından sürgün ettiğine dair delilleri içeren Merkezi Devlet Arşivlerindeki İçişleri Bakanlığı koleksiyonunda yer alan belgeler Sovyet tarihinde ilk defa sürgün katliamının nasıl düzenlendiğinin bilinmeyen ayrıntılarını ortaya çıkardı.
Sürgünün hazırlıkları Alman işgaline uğrayan Stavropol Bölgesi ve Karaçay Özerk Bölgesi’ndeki etnik gerginlik sırasında 1943 yılında planlanmıştı. Almanlarla işbirliği yaptığı veya Rus egemenliğine başkaldırdığı düşünülen ve “terör grubu” olarak etiketlenen 870 kişi, 479 “yalnız kurt”, 5953 firari, 18 yardımcı, 17 sabotajcı, Kızıl Ordu’daki hizmetten kaçan 3238 kişi ilk olarak fişlenen insanlardı. NKVD ve SSCB Savcılığı, 15 Nisan 1943’te “çete liderleri” ve aktif “haydut”ların ailelerinin Karaçay Özerk Bölgesi’nden acilen tahliye edilmesini öngören bir direktifi onayladı ve sürgünün ilk adımı olarak toplamda 110 aile (472 kişi) sınır dışı edildi.
SSCB Yüksek Sovyeti Başkanlığı’nın 12 Ekim 1943 tarihli kararı ile Karaçayların Karaçay Özerk Bölgesi’nden Kazak ve Kırgız SSC”ne tahliyesine ilişkin 14 Ekim 1943 tarihli Halk Komiserleri Kararnamesi hazırlanarak sürgünün yasal kılıfı hazırlandı. Moskova’daki yasal düzenlemeler sürgünün nedenlerine ilişkin “ihanet” temalı bir gerekçe de içeriyordu: “Almanlar tarafından Sovyet iktidarına karşı savaşmak için düzenlenen müfrezelere haince katıldıkları, dürüst Sovyet vatandaşlarına ihanet ettikleri, Alman birliklerine eşlik ettikleri ve ilerleyen Alman birliklerine yol gösterdikleri…” Yapılan hazırlık ve taramaların ardından 69.267 Karaçay uyruklu SSCB vatandaşı Karaçay Özerk Bölgesi’nden zorla sınır dışı edildi. Komşu özerk cumhuriyet, bölge ve topraklarda yaşayan Karaçaylıların da kimlikleri belirlendi. Bu kategorideki yaklaşık 90 kişi özel yerleşimci olarak sürgüne gönderildi. Sürgün edilen Karaçayların 24.569’u (11.509 yetişkin) SSCB Tarım Halk Komiserliği sisteminde, 16.133’ü ise diğer halk komiserlikleri sisteminde çalışan sıradan insanlardı.
Sürgünlerin Gerekçesi
1917 Bolşevik Ekim ihtilalinden sonra yeni rejimin oturmasını takiben derhal insanlara sosyal orijinlerine göre zulmetmeye, karşıtlarını imha etmeğe başlayan Sovyet rejimi 1930’ların sonunda kendi vatandaşlarını silah zoruyla baskı altına alarak “temizlik” adı altında görülmemiş bir katliamı uyguladılar. Bu soykırımlara en belirgin misali yurtlarından sürülerek özellikle Orta Asya ve Kazakistan’a sürgün edilen milletlerin varlıklarını sürdürme mücadelesinden verebiliriz.
1941 Ağustos’unda Almanların Rusya’ya girişinden iki ay sonra Sovyet Hükümeti İdil boylarında yaşayan Almanların Özerk Cumhuriyetini lağvetti. Cumhuriyetin içinde ve dışında yaşayan ne kadar Alman varsa, Kazakistan ve Sibirya’ya sürülerek tehcir edildi. Bu hareket, Nazi ordularındaki Almanlar ile Sovyet Almanlarının bir işbirliği içinde oldukları iddia edilerek savunuldu. 2. Dünya Savaşı esnasında bir takım insanların çeşitli sebeplerle Almanlarla işbirliği yaptığı doğruydu. Tahminlere göre l veya 2 milyon Sovyet vatandaşı savaş sırasında karşı kuvvetlere katılmıştı. Hatta sahte ismi Vlasovites gerçek ismi ile Andrei Vlasov olan Stalin’in en gözde generallerinden biri, 1942 yılında Almanlara esir düştükten sonra yüksek rütbeli bir “işbirlikçi” oldu. Alman yardımları ile Rus liberal ordusunun kurucusu olarak Stalin rejimine karşı savaştı. Bu ordunun savaşın sonuna doğru Batılıların tahminlerine göre 700. 000 mevcudu vardı. Bu mevcudun bir kısmı “savaş esiri” olarak Almanların eline geçmişti ve hayatlarını sürdürebilmek için başka yolları da yoktu. Sözü edilen iş birliğinin önemli bir sebebi buydu ve iş birliği şeklinde de olsa Stalin yönetimine karşı savaşmak için bu bazı kişiler için biricik fırsattı. Stalin yönetiminin canavarca eşitliğinden rahatsız Müslüman olan veya olmayan bütün gayrı-Rus ırklar, hatta bir kısım Ruslar, Alman orduları ile karşılaştıklarında onların safına geçerek Nazilere hizmet ettiler.
Sürgün edilenler arasında bir genç kız olarak yer alan ve yazdığı “1943” romanıyla sürgünü öncesi ve sonrası ile anlatan Halimat Bayramuk sürgün gerekçesinin asılsızlığını şu sözlerle dile getirmiştir:
“1942 yılı Ağustos’unda faşistler Karaçay Özerk Bölgesi’ni işgal ettiler. Beş buçuk ay süreyle de buraya hükmettiler. Onlara yardımcı olacak şaşkınlar da çıktılar. Ama bunların sayısı bütün Karaçay’da bin kişi bile değildi. Bu gün buraya yaşlıları, çocukları, kadınları, savaş malûllerini toplayarak, kendilerine de -bandit- (haydut) yaftasını yapıştırarak çevrelerini kuşatıp duruyorlar. Almanlara yardım edenler ise, alabildiklerini alıp onlarla birlikte kaçıp gittiler. Bazıları ailelerini bile bırakıp kaçmışlardı. Köyde eli silah tutanların tamamı cephede bulunuyordu. İşte buraya doldurulanlar da, gecelerini gündüzlerine katarak, cephenin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışanlardı. Kara kaputlular ise silahlarını bu masum insanlara çevirmişlerdi.”
Bu sürgün olayları Sovyet tarihinde izah edilirken bugünkü yöneticiler tarafından “paranoyak” olduğu kabul edilen Stalin tarafından “düşmanla iş birliği yapması muhtemel unsurlardan etkisiz hale getirilmesi şeklinde değerlendirilmektedir. Arşiv belgeleri Stalin’in bütün icraatını gözler önüne serdi. Bu belgelere göre Stalin keyfi olarak ve de şuuraltındaki düşmanlıkla savaş öncesinde ve sırasında Almanlarla hiçbir ilgisi bulunmayan bazı milletleri de yurtlarından sürdü. Sovyet komünist yönetimi 28 Ağustos 1941 yılında İdil-Ural bölgesi Almanlarının sürgününe ilişkin bir emir yayınladı. Bu emre göre bölgedeki Almanların binde onu işe yaramaz ve casustu. Son günlerde gün ışığına çıkarılan Sovyet arşivleri gösteriyor ki Almanların Rusya’yı istila ettikleri dönemde Rus hükümeti bu bildiriyi hazırlamıştı. Sovyet güvenlik teşkilatı iki sebeple Almanları suçlamaya başlamıştı. Bu sebeplerin birisi terörist hareket ve sabotajlar, diğeri ise Nazilerle iş birliği idi. Fakat aslında bu daha çok bir bahaneydi.
Sürgün Operasyonu
Sürgün edilen Türk halklarından Malkarların sürgünü hakkındaki belgeleri bir örnek olarak inceleyelim. Alman işgali Kafkas Dağlarının zirvesi Mingi Tav (Elbrus) Dağı etrafında Ağustos 1942’de başlayıp 24 Ekim 1942’de Nalçik’e uzanan ve 11 Ocak 1943’te Sovyet askerlerinin partizanların aktif desteğiyle sonlandırmayı başardığı kısa süreli bir dönemdi. Beria Karaçay Türkleri’nin ardından Malkarların da Kafkasya’dan sürülmesi için Kafkas Dağlarının zirvesi Mingi Tav (Elbrus) Dağı’nı Alman işgalinden koruyamamaktan ve tarihî kardeşlikleri olan Malkar’ı Karaçay’la birleştirme niyeti taşımaktan daha başka suçlayacak bir şey bulamadı.
24 Şubat 1944’te Beria, Stalin’e Malkarları da Kafkasya’dan sürmesini önerdi ve 26 Şubat 1944’te NKVD’ye “Malkar nüfusunu Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Tasarım Bürosundan tahliye etmeye yönelik tedbirler hakkında” bir emir yayınladı. Operasyona NKVD birliklerinin 4 bin görevlisi ve 17 bin askeri personeli katıldı. 2 Mart 1944 günü Beria, B. Kobulov ve S. Mamulov eşliğinde Malkar bölgesinin idarî merkezi olan Nalçik’e geldi ve Elbrus’a gitti. Z.D. Kumekhov’a, Büyük Kafkasya’nın kuzey yamaçlarında bir savunma hattına sahip olabilmesi için Malkarları tahliye etme ve topraklarını Gürcistan’a devretme niyetini bildirdi.
5 Mart 1944’te Devlet Savunma Komitesi, Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Tasarım Bürosundan Malkarların tahliyesine ilişkin bir kararname yayınladı. Operasyonun başlangıç tarihi 10 Mart 1944 olarak belirlendi ancak daha da erken gerçekleştirildi: 8-9 Mart. 37.107 Malkar’ın tahliyesi için Beria, 11 Mart 1944’te Stalin’e ve 14 Mart 1944 günü de Bolşevikler SSCB Komünist Partisi Merkez Komitesi Politbürosu’na rapor verdi.
8 Nisan 1944’te Malkarların adı idarî olarak bağlı oldukları Kabardey-Balkar Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin adından çıkarıldı ve özerk cumhuriyetin adı Kabardey Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Malkarlardan boşaltılan toprakların “Kabardey Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin toprak bakımından fakir bölgelerinden gelen kolektif çiftçiler”, yani Kabardeyler tarafından doldurulması emredildi. Cumhuriyetin verimli arazileri kapsayan güneybatı bölgeleri ise (yaklaşık 2 bin km2) Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne devredildi.
Sürgün edilen Malkarların yeni yerleşim bölgelerine dağılımı
| Kazak SSC | 16.684 kişi (4.660 aile) |
| Kırgız SSC | 15.743 kişi (9.320 yetişkin) |
| Özbek SSC | 419 kişi (250 yetişkin) |
| Tacik SSR | 4 kişi |
| Irkutsk bölgesi | 20 kişi |
| Uzak Kuzey bölgeleri | 14 kişi |
| TOPLAM | 32.884 kişi |
Sürgünlere İlişkin Rakamlar
Son zamanlarda basına açıklanan arşiv materyalleri 2. Dünya Savaşı esnasında sürgün edilen insanların sayısını veriyor. Mevcut veriler sürgün operasyonu süresince hayatından olan insanların sayısını ve özel sürgün yerleşim yerlerinde ilk beş yılda ölenlerin kaydını yansıtıyor. Yayınlanan arşiv bilgilerine göre 2.300.223 sürgünün % 79.8’i devamlı olarak özel sürgün yerlerinde, % 20.2’si diğer özel küçük yerleşim yerlerinde yerleşmeye mecbur bırakılmıştı. 15 Temmuz 1949’da bu oran özel sürgün yerleştirme yerleri lehine artarak, özel sürgün yerleşim yerlerine hapsedilen sürgünlerin oranı % 82’ye ulaşmıştı.
Sovyet Devlet Başkanı Gorbaçov’un uyguladığı “açıklık” politikasının sağladığı imkânlar, 1943-1944 Soykırımı hakkındaki gerçeklerin de yavaş yavaş ortaya çıkmasını sağlamıştır. Son olarak şimdiye kadar hiçbir açıklama yapılmamış olan Kuzey Kafkasya’dan 1943-1944 yıllarında Orta Asya ve Sibirya’ya sürülen halkların sürgün esnasındaki kayıpları hakkında ilk resmi bilgiler tam 44 yıl sonra 17 Mayıs 1988 tarihli Literaturnaya Gazeta dergisinin 20. sayısında yayınlandı. Bu açıklamada da Kırım Türk-Tatarları ile ilgili bir veri yer almamaktadır. Sadece bugün Özbekistan olarak bilinen Türkistan bölgesine 238. 000 Kırım Tatarının yerleştirildiği göz önüne alınarak yaklaşık 500. 000 Kırımlının sürgüne tabi tutulduğu ve bunların % 46. 3’ünün hayatını kaybettiği hesaba katıldığında Kırım Türk-Tatarlarının uğradığı insan kaybının 200.000 kişiyi geçtiği tahmin edilebilir.
Sotsiologicheskie İssledovaniya gazetesinde yayınlanan rakamlar
| Sürülen Halk (1943-1944) | Toplam Sürülen İnsan |
| Sovyet Almanları | 948.829 |
| Çeçenler | 362.00 |
| İnguşlar | 134.178 |
| Karaçay Türkleri | 68.327 |
| Malkar Türkleri | 37.406 |
| Kırım Tatarları | 183.155 |
| Diğer Kırımlılar | 45.237 |
| Ahıska Türkleri | 94.555 |
Beria’nın Stalin’e hazırladığı raporlarda verdiği bilgiler, Kırım Tatarları, Malkarlar ve Kalmuklardan sürgün yerlerine ulaşabilenlerin sayısını içermekte olup, gerçekte bu insanlardan daha fazlası sürgün edildi. Bu insanlar anayurtlarından sürgün yerlerine nakledilirken yolda ihmal sebebiyle veya kasdi olarak pek çoğu hayatını kaybetti.
Birleştirilmiş Kaynaklara Göre Ölümler
Sürgün faciasının giderek bir katliama, soykırıma dönüştüğüne dair ilk veriler sürgün edilen halkların kendi aralarında geliştirdikleri nüfus kütükleri ile kayda alınmıştır. Sürgün yerlerine dağıtıldıktan sonra yaşanan ölümlere ilişkin veriler ise uzun süre “S.S.C.B. devlet sırrı” olarak uzun yıllar boyunca gizlenmiştir. Halen de sürgünün neden olduğu nüfus erozyonunun niceliği konusunda tam bir veri yoktur. Değişik kaynakların verdiği rakamlar bazen birbiri ile çelişse de yine de bir fikir verebilmektedir.
Sovyet adı ile oluşturulmuş komünist sistemin 1991 yılında dağılması sonrasında Literaturnaya Gazeta dergisinde yayınlanan bir makalede Stalin’in emriyle yapılan sürgün sırasında 200.000 Çeçen ve İnguş’un, toplam Kalmuk nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan 120.000’den fazla Kalmuk’un, toplam Karaçay nüfusunun üçte birinden fazlasını teşkil eden 40.000 Karaçay Türk’ü ve yaklaşık Malkar nüfusunun yarısını teşkil eden 10.000 Malkar Türk’ünün hayatlarını kaybettiği açıklanmıştır.
Sürgünün ilk beş yılında (1943-1948) Karaçaylıların toplam sayısı 13.000’den fazla azaldı. 1948 yılı sonunda, özel yerleşimci 15.425 Karaçay ailesi üyesi olarak 29.284’ü yetişkin olmak üzere 56.869 kişi kayıt altına alınmıştır. Beş yıl sonra 1 Ocak 1953 tarihi itibarıyla Karaçay özel yerleşimcilerinin sayısı 62.842 kişiydi. 1957 yılına gelindiğinde 14 yıllık sürgünde 22 bini çocuk olmak üzere 43 binden fazla insan açlık ve yoksunluktan kaynaklanan sağlık nedenleri ile öldü. Çocuk ölümleri bu tablonun en dramatik kısmıdır. Tarihçilere göre Stalin zulmü nedeniyle tehcir sonucunda Karaçay halkının yaklaşık üçte biri yok oldu. Tarih Bilimleri Doktoru Prof. Murat Karaketov’a göre, 1943’teki tehcir olmasaydı, Rusya’daki Karaçay Türklerinin sayısı 400-450 bin kişi olacaktı; yani şimdikinin (230-240 bin) iki katı!. Sadece bu sayı bile Stalin katliamlarının yol açtığı demografik imhanın derecesini Karaçay Türkleri örneğinde göstermektedir. Sürgün edilen diğer halkların da benzeri bir nüfus erozyonuna uğradığı kolayca tahmin edilebilir.
Birer Rakam Değil, Her Biri İnsan
Özel sürgün yerlerinde 1949 yılında kapsamlı bir yeniden nüfus sayımı yapılarak sürgünlerin durumunun belirlenmesini yerel idare üstlendi. Yerel komünist yöneticiler sürülen insanlardan o güne kadar ne kadarının ölmüş olduğunu kaydettiler.
Bu acı gerçekler Stalin döneminde sürgün edilen milletlerin durumuna ilişkin bilgilerden sadece bir bölümüdür. NKVD arşivlerinde gömülü durumda duran daha nice gerçek gün ışığına çıkacağı günü bekliyor. Her geçen gün ortaya çıkartılan gerçekler sayesinde doğru ve gerçek Rus tarihinin çerçevesi çizilmekte ve hatta Türk ve dünya tarihinin bir kesiti aydınlatılmaktadır.
Sürgünün Yol Açtığı Ölümler
| Sürülen Halklar | Ölen İnsan Sayısı | Yüzdesi |
| Kafkasya: Çeçen, İnguş, Karaçay-Malkar Türkleri | 144.704 | % 24,7 |
| Kırım Türk Tatarları | 44.125 | % 19,3 |
| Gürcistan’dan sürülenler | 14.895 | % 15.7 |
| Kalmuklar | 16.017 | % 17,3 |
Gün ışığına çıkartılan bu bilgiler, Stalin gibi katillerin ve katilin başyardakçılığını yerine getirdikten sonra ortadan kaldırılan Beria gibi zalimlerin kanlı elleriyle boğazlanan milyonlarca kardeşimizin varlığından ancak şimdi haberdar olmamızı sağlıyor. Dikkate alınması gereken bir husus bu yazımda yer alan verilerin işaret ettiği kitlelerin birer rakam değil, her birinin bir insan olan varlıkların kümülatif karşılığı olmasıdır.
Sürgünün Aslî ve Fer’î Failleri
Benzer bir misali de, ifşa edilen 1943-1944 sürgünleri ile ilgili dokümanlar sürgünün hedefini ve bu insanlık suçunun sorumlularını isim isim göstermektedir. Stalin’in “1943-1944 Büyük Sürgün Projesi”ni Sovyet tarihçisi Aleksandr Nekrinh teklif etti ve gerekçe olarak Alman Nazileriyle Kalmukların ve Kuzey Kafkasya’daki milletlerin iş birliği yaptığını abartarak iddia eden bir rapor hazırlayıp bu “affedilmez suçu” mahalli partiye ve Moskova’daki merkezi hükümete ihbar etti. Parti liderlerini tahrik ederek harekete geçirip bütün bölge halklarının suçlanmasını sağladı. Bölge halkının kendi bölgelerinde işgalci Almanlara karşı yeterince direnmemelerine Stalin’in dikkatini çekti. Sürgün olayının planlanmasında NKVD çok önemli bir rol oynadı.
Tarihin kaydettiği en büyük insanlık suçlarından olan sürgünün planlanmasının birinci derecedeki siyasî sorumluları Stalin ile en büyük günah arkadaşı ve acımasızca uygulanmasının en ateşli aktörü olan NKVD şefi Lavrenti Beria’dır. Sürgün esnasında gösterdikleri başarı sebebiyle ve NKVD mensuplarının ödüllendirilmesi fikri de Beria’dan çıkmıştı. 1944 yılında sadece Gürcistan’dan sürgünlerde yaptıkları hizmet için 413 NKVD üyesi çeşitli şekillerde ödüllendirildiler.
2. Dünya Savaşı’nın ortalarında şansın Ruslara dönmesi ve Kızıl Ordu’nun, Almanları bütün Rus topraklarından çıkarmasıyla 1943-1944 yılları arasında yeni bir sürgün dalgası zuhur etti. Kesin olarak bilinen bir gerçektir ki bu sürgünler Stalin’in emriyle icra edilmiştir. Çeçenler, İnguşlar, Karaçay-Malkar Türkleri Kuzey Kafkasya’dan Kırım Tatarları Kırım’dan sürgün edildiler. Ani bir karar ile uygulanan bu büyük sürgünün ana sebebinin S.S.C.B.’nin güvenliği ile ilgili olduğu iddia edildi. Gerçekten de sürgün edilen topluluklarda yer alan bazı kişiler işgalci Alman birlikleri ile iş birliği yapmıştı, bu da Stalin’i öfkelendirmişti. Bunu bahane ederek Stalin bütün bir halkı cezalandırdı. 1943-1944 sürgününde bu genel sürgün gerekçesinin tek istisnası olan ve savaş cephesiyle en ufak bir irtibatı olmayan Ahıska Türkleri ise, Nazilerle işbirliği ile suçlanamayacakları için, Türk İstihbaratı ile ilişkiye girmekle suçlandılar. Beria, Stalin’e gönderilen ayrıntılı raporunda sürgünün genişletilmesini istemişti. Beria’nın Kafkasya’dan sürgünün genişletilmesine dayanak yaptığı iddiaya göre Kuzey Kafkasya’da ve Kalmuk topraklarında “Almanlarla iş birliği” suçlaması ile insanlar yakalanıyordu. 2000 Çeçen ve İnguş da aynı suçlama ile yakalanıyordu. Bu insanların bölgelerine hiçbir zaman girmemiş Almanlar ile nasıl olup da Sovyet aleyhdarı bir harekete giriştikleri yani Almanlarla işbirliği yaptıkları anlaşılamaz bir suçlamadır. Ahıska Türkleri, Azeriler ve bölgedeki Müslüman unsurlar arasında yer alan Kürtler de Gürcistan’dan sürüldüler. Kalmuklar da aynı akıbete uğradılar. Halbuki daha önce bu insanların kendi idari birimleri mevcuttu. Sürgünle birlikte Kafkasyalı halkların ve Kalmukların özerk bölgeleri ve aynı şekilde Kırım Türk-Tatarlarının da Özerk Cumhuriyetleri lağvedildi.
Önemli bir nokta da bu saçma suçlama fikrinin kimin aklına nasıl geldiği ve Beria’nın Kafkasya’nın yerli halklarını bölgeden uzaklaştırdıktan sonrasına ait düşüncelerinin neler olduğudur. Sovyet Yazarlar Birliğinin resmi yayın organı olan Literaturnaya Gazeta’daki makalede 1943-1944 Sürgünü ile ilgili ilginç bir açıklama daha vardır: O zamanki Kabardey-Balkar Özerk Cumhuriyeti Komünist Partisi I. Sekreteri Beria’nın ifadesine göre özerk cumhuriyet sınırları içindeki Malkar Türklerinin sürgün edilmelerinden sonra Elbruz (Mingi Tav) Dağının kuzey ve doğusundaki Karaçay-Malkar toprakları ile Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyetinin topraklarının tamamı, 1943-1944 sürgününe maruz kalan halkların millî haklarının iade edilmesine kadar Gürcistan’a bağlanmıştı.
14 Mart 1944’te Bolşeviklerin Tüm Birlik Komünist Partisi Merkez Komitesi Politbüro toplantısında L. Beria Malkar sürgünü operasyonunun başarıyla sonuçlandığını bildirdi. 22 Ağustos 1944’te Balkarların sürgününü düzenleyenler arasından 109 kişiye SSCB onur madalyaları verildi. 1945 yazından itibaren terhis edilerek cepheden dönen Malkar askerleri ordudan dönmeye başladı. Onlara da sürgü edilen akrabalarının yerleştirildiği yerleşim yerlerine gitmeleri emredildi ve terhis edilen askerler gittikleri yerlerde özel yerleşimciler olarak kaydedildi. Sürgüne katmak üzere Kafkasya’da ulaşılamayan Malkarları arama çalışmaları yapıldı. Böylece Mayıs 1944’te tasfiye edilen Karaçay Özerk Bölgesi’nden 20 aile daha sınır dışı edildi, SSCB’nin diğer bölgelerinde 67 kişinin kimliği tespit edildi. Malkarların tehciri 1948’e kadar devam etti.
Sürgün Yolculuğundan Sahneler
Sürgünde kullanılan trenler, her biri 40-45 kişiyle tıka basa erkekler, kadınlar, çocuklar ile dolu 40-50 vagondan oluşuyordu. Vagonların bir kısmı hayvan naklinde kullanılan sadece giriş kapısı olan penceresiz odalar hâklinde idi. Bunların kapısı kapatıldığında ortalık zifiri karanlığa boğulduğu için “kara kutu” olarak tanımlanmıştı. Vagonun ortasında tuvalet ihtiyacının giderilmesi için zeminde dikdörtgen bir delik açılmıştı. Pek çok kadın utanma duygusu ile büyüklerinin yanında ihtiyaçlarını gideremedikleri için perişan oldular. Soğuk ve hijyenik şartların olumsuzluğu nedeniyle birçok insan kalıcı böbrek hasarları aldılar. Bu şekilde Kafkasya’dan hareket ettikten sonra 18 gün süren yolculukta 562 kişi hayatını kaybetti. Ölenler kısa duraklamalar sırasında demiryolu raylarının yakınına gömüldüler. Trenler durmadan geçerken yol boyunca ölenlerin cesetleri nöbetçiler tarafından tren vagonlarından bozkırlara atıldı.
Son yıllarda Stalin dönemi katliamlarının arşiv belgeleri ile kanıtlanmasından rahatsız olan bazı Stalinistler, sürgün şartlarını hafifletici argümanlar ileri sürmeye çalışmaktadırlar. 2-3 hafta süren ve ağır şartlarda gerçekleştirilen tren yolculuğunda ölenlerin doğal ortamlarında da ölebilecek hasta ve yaşlılar olduğunu ve sayılarının da binlerle, onbinlerle değil sadece yüzlerle ifade edilebileceği yazılabilmiştir. Oysa sürgünü yaşayan insanların son yıllarda derlenen anıları ve Halimat Bayramuk gibi eli kalem tutan sürgün mağdurlarının yazdıkları sürgün yolculuğunda yaşanan dramları, feci ölüm sahnelerini birinci ağızdan -ancak kısmen- yansıtmaktadır:
“Katarın tekerlekleri demir raylarda takırdıyor, tahta vagonlar da durmadan çatırdıyordu, içindeki insanlar suskundu: Açlık, uykusuzluk, yataklarında terkedilen çaresiz hastalar, ailelerinden ayrı düşmüş çocuklar, analar, babalar… Bütün bu acılar felaket kurbanlarının dayanma gücünü kırmış, ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemez hale getirmişti. En acısı nedir derseniz, bu talihsizlerin kendilerine -insanız- diyememeleri. Gerçekten insan yerine konulsalardı, böyle hayvan katarına istif edilerek, meçhul bir istikamete götürülürler miydi? Her tarafı delik deşik, rüzgâr savuran hayvan vagonu, buna tanıklık ediyordu. Birbirleri üzerine yığılarak yol alan zavallıların insan olduklarını sadece çocuklar hatırlatıyordu: Onlardan bir kısmı yiyecek içecek isterken, altlarını sidik yakmış bebekler de analarının sütü kaçmış memelerini emmeye çalışıyorlardı.
Vagonun orta yerinde küçük bir sac soba bulunuyordu, ancak yakacak bir şey yoktu.
(…)
[Askerlerden] bazıları yine burunlarını tutarak vagonları karıştırmaya başladılar. Gokka bir kaç vagondan sedye ile ölü indirildiğini gördü. Yine kefenlik kumaşları uzatıyorlar, bununla da kalmayarak parası olanlar “devr” yaptırmak üzere para da veriyorlardı. Devri kim yaptıracak, kefeni kim biçecekti, bunu düşünmüyorlardı bile. Karaçaylı her zaman öleceği günü düşünmüştür. O gün için gerekli olan her şeyi hazırda tutmayı alışkanlık haline getirmiştir. Sürülürken bile, o hengâmede kefenliklerini unutmamışlar. Bu ölülere kefen biçilmeyecek, devr yapılmayacak, usulüne göre kabir de kazılmayacak. Ama bunu kimse akıl edemiyordu. Bu zavallılar henüz bir şeylere inan-maya devam ediyorlardı. Ya ölülerini bıraktıkları yerler?! Oraları hiçbir zaman öğrenemeyeceklerdi…
Gokka kendi vagonlarından bir çocuk cesedinin çıkarılıp getirildiğini fark etti. “Acaba kimin çocuğu ve ne zaman öldü?” Vagondakilerden onu kimse görmemişti. Çocuğun annesi bastığı yeri görmeden, ellerini ileriye doğru uzatarak yavrusunun arkasından yürüyordu. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. İnsanlar iki yana çekilerek ona yol verdiler. Soldat çemberine ulaşınca da kadının önünde otomattan bir duvar örüldü. Kadın ne ağlıyor, ne de bağırıp çağırıyordu, cinnet getirmiş gözlerle sadece çocuğunun arkasından bakı-yordu. Biraz dikildikten sonra bitkin bir sesle: “Babası dönünce ben ne diyeceğim? Tek çocuğumuzdu, sadece üç yıl yaşadı, kup kuru üçyılcık!” diye, kimseye bakmadan kendi kendine konuşmaya başladı. Çocuk gece yarısı ölmüş, annesi onu kimseye bildirmemiş. Üstünü bezlerle örterek, gidecekleri yere kadar götürmeyi tasarlamış… “İnsanlar!” diye bir ses duyuldu. -İnsanlar! Ne suçunuz vardı da kefensiz ölülerinizle yol boyunu döşeyip geliyorsunuz? Bu faciayı görmemeleri için kendi çocuklarımı boğup boğup atsam mı ki? Bu insan kanı içenlerin önünde neden böyle susup duruyoruz? diyerek, bir kadın [askerin] üzerine hışımla atıldı.”
Daha sürgün yerlerine varamadan 10-20 gün tren yolculuklarında yaşananlar, tren vagonlarında doğum yapan genç kadınlar, yolda ölünce tren vagonlarından atılan hasta ve ihtiyarların ardından yakılan ağıtlar, öldüğü halde trenden atılmaması için uyuyor görüntüsü verilerek cesetleri taşınanlar yaşanan insanlık ayıplarından birkaç sahnedir. Bayramuk, trenin ikmal için zorunlu mola verdiği istasyonlardaki sefalet manzarasını da kaydetmiştir:
“İnsanlar bir birlerini çiğneyerek, basma kalasının konulmasını da beklemeden rap rup diye vagondan atlamaya başladılar. İnenlerin hepsi zaruri ihtiyaçlarını gidermek için kuytu yerler aramaya koyuldular. Bazıları eşyalarını da alarak inmişlerdi, bunu fark eden soldat: “Eşya almayın!” diye bağırdı. Gözün alabildiğince dağılarak yerlere çöktüler. Bir birlerinin yüzlerine bakmamak için elleriyle yüzlerini kapatıyorlardı. Vagondakilerin hemen hepsi inmişti. Katarın altına girenlerin de haddi hesabı yoktu. Hafifledikten sonra vagona dönüyorlar ve bulabildikleri kapları alarak su aramaya koyuluyorlardı. Burası istasyon değildi. Küçük bir ara istasyonuna benziyordu. Biraz ilerde küçük bir ev görünüyordu. Ona yakın yerde çeşmeyi buldular ve oraya doluştular. Soğuğa aldırış etmeden kadınlar çocuklarının altlarını ve bezlerini yıkadılar. Çeşmenin çevresi yine soldatlarla (askerlerle) kuşatılmıştı.
Biraz kendilerine geldikten ve alabildikleri kadar su aldıktan sonra, insanlar bu kez kaybettikleri yakınlarını aramaya başladılar. Katar boyunca ileri geri koşuyorlar, yüksek sesle isimlerini çağırıyorlardı. Katar o kadar uzundu ki bir baştan bir başa ses duyurmak imkânsızdı. Üstelik hep bir ağızdan bağırdıklarından hiç bir şey anlaşılmıyordu. (…) İnsanlar vagonlara doldular. Bu kez bulabildikleri kapları su ile doldurmuşlardı. Bazıları da küçük sobayı yakmak için kuru ot toplamışlar. Yakınlarının isimlerini söyleyerek seslenenler, ölüler için tutulan yaslar uğultu halinde çevreye yayılıyordu. Dışarıdan gelen soğuktan korunmak için insanlar bir birlerine iyice yaklaşarak oturuyorlardı. Çocukların durumları ise yürekler acısıydı: Minik yüzleri toprak gibi solgun, avurtları çökmüş, küçük gözlerinde hayret ve korku…
Zaruri ihtiyaçlarından hafifleyerek suya kavuştuktan ve ıslak da olsa temiz havayı soluduktan sonra ikinci bir felaketle tanış oldular: Açlık!
(…)
“Katar yol almaya devam ediyorsa da zaman ilerlemiyor gibiydi. Her zaman olduğu gibi günde bir kez ihtiyaç molası ve ölü çıkarma. Feryat, figan ve gözyaşı. Ölülerin sayısı da her geçen gün artmakta. Burada aklı olan, aklını yitirmiş gibidir. Gerçekten delirenler de vardı. İnsanlar adeta ağaç kütüğü gibi olmuşlar, idraklerini kaybetmişler. Tek yaptıkları veya yapmaya çalıştıkları şey yiyecek aramak, soğuktan korunmak…”
Hayatın Saygınlığı, Ölümün de Hayırlısı
Karaçay Türklerinde ‘adet-namus’ denilen “töre”nin esaslarından birisi de yaşlıların saygınlığı ve özellikle genç kadınların yaşlı aile büyükleri yanındaki duruş ve davranışlarıdır. İki haftadan uzun bir yolculukta bu saygılı tavrını koruyamayan genç kadınların durumunu Bayramuk, kaydetmeden geçemez:
“Bu tahta döşemeye serilip yatan insanların ne bugünlerine ne de yarınlarına güvenleri vardır. Bunların da bir dünleri vardı. Ya şimdi?… Açlık, susuzluk, soğuk, hayatî ihtiyaçlar… Onlara geçen günlerini unutturmuştur. Karaçaylıların her şeyden üstün tuttukları edep-hayâ duygusunu ise ağıza almasan da olur çaresizlikten bile olsa, hayâyı bir kere çiğnediklerinden dolayı kendilerine artık insan gözüyle bakmıyorlardı.”
Sürgün yolculuğu sırasında hayatını kaybedenlerin dramı bir başka insanlık ayıbıdır. Özellikle çocuğu hayatını kaybeden annelerin halleri bambaşka bir yürek paralayıcı sahnedir:
[Annesinin] sessizce ağladığını görerek sorduğunda: “Çocuk öldü, ama onu kimse duymasın, hatta öteki çocuklarım bile. Onlara uyuduğunu söyledim. Gideceğimiz yere bir an önce yetişebilirsek, onu kendi ellerimle toprağa vereceğim” dedi.(…)
Burada katar her zamankinden fazla oyalandı. Üç vagonu boşalttıktan sonra yoluna revan oldu. Feryat figan ederek, geride kalan insanlara kaygı duyarak, kendi yolculuklarının da bitmek üzere olduğunu hissettiler. O gece vagondakiler göz kırpmadan sabaha çıktılar. Artık dayanma güçleri de tükenmişti. “Kırıp geçireceklerse de dökecekleri yere bir dökselerdi. Hiç olmazsa, ölmeden önce temiz havaya bir doyardık, ölülerimizi de kendimiz gömerdik, bir birimizin yüzünü son kez de olsa bir daha görürdük” şeklinde dayanılmaz bir arzuya kapıldılar. Hiç bir şeye güvenleri kalmamıştı. Mesela, götürüp cennete koysalar bile, çektikleri cehennem azabı, onlara cennette sevinme gücü bırakmış mıydı?! Bu musibet ebediyyen unutulmayacak.”
Bu yazarın anlatamadığı ve çoğu zaman sadece ima etmek zorunda kaldığı sahnelerden günümüz medya organları vasıtası ile insanlara ulaştırılabilen öykü sayısı son derecede yetersizdir. Bağımsızlık döneminde devlet desteği ile çekilen filmler ile dikkat çeken Kazakistan sineması Stalin dönemi devlet terörünü anlatan bazı senaryoları filmleştirmiştir. Bunların bir örneği olarak “Anneye Giden Yol” adlı sinema filmini örnek verebilirim.
Sürülen Halkların Kontrol Altındaki Hayatı
“[Haydutları], hainleri getiriyorlar”, diye, söylenti çıkmıştı. Şimdi görüyorum, sizlerin kimler olduğunuzu. Benim şaştığım şey nedir dersen, devletin adıyla bu masum insanlara bu derece bir zulmü nasıl reva gördüler?! Kime ne faydası dokundu, sizlerin sürülmesinin? Diyelim ki Stalin tuttu da tehcir etti -bağışlayınız açık konuştuğum için-, onunla birlikte çalışanlardan, bir Allah’ın kulu çıkıp da sizi niçin savunmadı?”
Sürgün edilen halkların yerleştirilmesi için seçilen bölgelerde sürgünün gerçekleştirilmesinden önce bölgeye 2. Dünya Savaşı’nda ülkeye ihanet eden hainlerin aileleri ile dağlarda yaşayan, insan eti yiyen “vahşi” insanların getirileceği şeklinde bir kara propaganda yürütülmüştü. Yukarıdaki alıntıyı kaydeden Bayramuk, bu propaganda nedeni ile sürgün edildikleri Kazakistan ve Kırgızistan’daki soydaşlarının uzun süre kendilerinden uzak durduğunu ve insanî yardımlaşmanın bile yapılamadığını acı ile kaleme almıştır.
Bir başka sürgün kurbanının sürgün yerindeki ölüleri toprağa verecek erkek bulunamadığı için kadınların yaptığı toplu cenaze definlerine tanıklıkla anlattıkları da kayda girmiştir:
“Bizi, bir kısım aileleri Pahta-Aral yöresinde Ölüm-gor denilen kolhoza götürmüşlerdi. Kazakistan’ın bu bölge-si verimsiz ve aşırı sıcak olması sebebiyle kolhozun adına Ölüm-gor -Ölüm çukuru- adını vermişler.
Bizi götürüp bir sundurmanın altına boşaltmışlardı. Dört yanımızdan rüzgâr vuruyordu. Gece olunca bir birimizin üzerine yığılarak yatardık. Üstümüzden kurbağalar sıçrar, altımızdan yılanlar ıslık çalarak geçerlerdi.
İnsanlar açlıktan şişerek ölüyordu. Hatırımdan hiç çıkmıyor: Eskiden Sarıtüz köyünde yaşayan sürgünlerden Bicioğlu Hacıbekir’in ailesi, altı nüfus toptan kırılmıştı. Ben ve bir kadın mezar kazmaya çalışarak hepsini aynı çukura gömmüş ve üzerlerini güç bela örtebilmiştik. Üstlerindeki yırtık pırtık elbiseleriyle defnetmiştik. Bundan başka elimizden bir şey gelmemişti.”
Sürgündeki Malkar Türklerinin çocukları için okulda eğitim almak zordu; altı çocuktan yalnızca biri okula gidebilmişti. Orta dereceli ve yüksek düzeyde uzmanlık eğitimi almak neredeyse imkânsızdı. Ezilen halkların asimile edilmesi ve tarihî ve kültürel köklerinin yok edilmesi amacıyla dil ve kültürel gelenekler, devletin resmî olarak desteklediği geleneklerin dışında tutuldu. Malkarların Orta Asya’da kalışının ilk yıllarında, ideolojik propagandalara maruz kalan ve sürgün edilen soydaşlarını Sovyet iktidarının düşmanı, 2. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden çocuklarının düşmanı olarak gören yerel halktan Kazak ve Kırgız Türklerinin olumsuz tutumu nedeniyle büyük sıkıntılara maruz kaldılar. Zamanla sürgüne gelen insanlarla ortak kaderi paylaştıklarını, Rus emperyalizminin kurbanı oldukları anlaşılınca aralarındaki ilişki kısmen düzeldi. Karşışıklı evliliklerle akrabalık ilişkileri geliştirildi.
Kasım 1948’de, SSCB Yüksek Sovyeti Başkanlığı’nın bir kararnamesi yayınlandı: “Yurtseverlik Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin uzak bölgelerine tahliye edilen kişilerin zorunlu ve daimi yerleşim yerlerinden kaçışlarının cezai sorumluluğu hakkında”. Bu kararnamenin muhatabı olan baskı altındaki halklar tarihî anayurtlarına dönme hakları olmadan sonsuza kadar devam edecek bir sürgüne mahkum edilmişlerdi. Aynı kararname özel yerleşim rejimini daha da sıkılaştırdı. Yerleşim yerlerinden izinsiz ayrılma halinde “özel çalışma kampları”nda 20 yıl ağır çalışma cezası öngörülmüştü. Aslında, sürgüne maruz kalan özel yerleşimciler ikamet ettikleri yerden yalnızca 3 km’lik bir yarıçap içinde serbestçe hareket edebiliyorlar, zorunlu hallerde bu alanın dışına çıkabilmek için yazılı izin almaları gerekiyordu. Sürgünü Karaçay Türklerinden bir genç kız olarak yaşayan Halimat Bayramuk’un “1943” adlı romanı bu sınırlamanın yol açtığı facia örnekleri ile doludur. Bayramuk, sürgün yerlerinin izolasyon adacıklarındaki çileli hayatı, çok canlı tasvirlerle eserinde yansıtma başarısını göstermiştir.
Sürgün edilen halklara mensup insanlar özel sürgün yerlerindeki kolhozlarda sömürüldüler. Özel küçük yerleşimlerdeki bu sürgün yöreleri Sovyet topraklarında insanın hayatını sürdürmesi için gerekli olan her türlü imkân ve hürriyetlerden mahrum yerlerdi. Sürülenler, özel yerleşim yerlerinde özel adreslerde yerleştirildi. İlk olarak bir ay süreyle bölgenin yerel yönetim kütük defterine kaydedilip bölgenin özel idare komutanına teslim edildiler. Sürgünler bölge kolektif çiftlikleri ve devlet işletmelerine çalıştırıldılar. Bu insanlar özel sürgün yerlerinin dışına hiç çıkarılmadılar; hatta komşularına dahi gidemezlerdi. Halimat Bayramuk sürgün yerlerindeki soydaşlarının halini de romanının kahramanı üzerinden şöyle özetler:
“Kazak-Kırgız topraklarında on gün dolaştı. Bu süre içinde Karaçay, Malkar, Çeçen, İnguş talihsizleriyle karşılaşıp görüştü. Kalmukların da Sibir’e sürüldüğünü öğrendi. Bunların hepsi, güçleri nisbetinde kolhozlarda çalışıyordu. Bazıları da zengin ve imtiyazlı ailelerin yanında hizmetkârlık yapıyordu. Asırlardan beri yiğitlikleri ve cesaretleri ile ün salmış Kafkas Dağlıları, bugün sınayabilecekleri her türlü zilleti sınamış bulunuyorlardı.
Analarını babalarını kaybederek atılıp kalan çocukların, gruplar halinde bakımevlerine gönderildiklerini de gördü. Oralara gönderilmeyenler ise dilenerek karınlarını doyurmaya çalışıyordu. Kazak, Kırgız erkeklerine ikinci, üçüncü eş olarak varan dağlı kadınlarla da karşılaştı. Ailelerini arayıp gezen askerlere, subaylara da rastladı. Onları cephelerden çekip, sözüm ona ailelerinin yanlarına göndermişlerdi.”
1940’ların sonunda özel küçük yerleşim bölgelerinde yönetim iyice katılaştı. l Kasım 1948’de özel küçük yerleşim yerleri için çıkarılan emirle, bu sürgün yerleri ve sürgünler ile ilgili asla yayın yapılamayacağı yeniden duyuruldu. 26 Kasım 1948’de Sovyet komünist yönetimi resmi bir genelge çıkararak sürgün edilen Almanlar, Karaçay- Malkar Türkleri, Çeçenler, İnguşlar, Kalmuklar, Kırım Tatarları, Kırım Rumları, Kırım Ermenileri, Ahıska Türkleri ve Kürtler’in özel yerleşim bölgelerindeki hayatını yeniden düzenledi. 20 yıl süren ilk sürgün döneminde herhangi bir iş kampından hiç kimse kaçmaya kalkışamadı. Çünkü böyle bir işe cüret eden olursa en iyi ihtimalle ebedi olarak kalmak üzere Sibirya’daki “çok çok özel” kamplara götürülürdü.
Sürgünden Dönüş
“Birçoklarının kızları -erkekler pek karışmadılar- Özbekler, Kırgızlar ve Kazaklarla evlenmişti. Aileleri geri dönerse o kadınlar ne yapacaklar? Bir başka onulmaz acı da: Atayurtlarına hasret olarak, açlık ve salgından kırılarak Orta Asya bozkırlarında toprağa düşenleri bırakıp gitmek, onların hatıralarını çiğnemek değil miydi?!
Ama “Atayurt” denen tatlı söz, yürekleri gıdıklıyor, ruhları cezbediyordu. Akılları, fikirleri ve her şeyleri sadece Karaçay’da idi.”
Bayramuk bu satırlarında Stalin’in ölümünden sonra atayurda ümidi filizlenen günlerde sürgündeki insanların kalbindeki burkuntuyu -Karaçay Türkleri örneğinde- resmeder.
1956 yılında S.S.C.B. Komünist Partisi XX. Kongresinde Nikita Kruşçev, savaş dönemindeki sürgün vahşetini kınayarak gülünç düşen “düşmanla iş birliği” suçlamalarını reddetti ve Stalin devri zulmünün kapandığını ilan etti. Kruşçev bu iş birliği gerçek olsa bile bunun ancak şahsi sorumluluk gerektireceğini ve bu gerekçeyle bütün bir toplumun cezalandırılamayacağını belirtti. XX. Kongre sonucunda 1957 yılında çıkartılan kararname ile Kuzey Kafkasya’dan sürülen halkların ve Kalmukların yeniden milli hayata dönerek kendi yurtlarına geri dönmelerine izin verildi. Fakat Kırım Türk-Tatarları, Sovyet Almanları ve Ahıska Türklerinin az bir kısmı ancak 1964, 1967, 1968’de kâğıt üzerinde kalan şekli bir izin alabildiler. Geriye anayurtlarına dönüş izni verilen milletlerin bütün mensuplarına da bu izin uygulanmadı.
Yurtlarına dönebilmelerine izin verilmeyen Kırım Tatarları daha sonra yıllar süren ve halen de devam eden bir “Kırım’a Dönüş” kampanyası başlattılar. Zaten sürgün sırasında çok acı ve zalimane işkenceler gören Kırım Tatarları bu kampanya sırasında da ağır baskılara maruz kaldılar. Perestroika politikalarının uygulanması ile beraber 1943-1944 sürgünlerinin gerekçesi ve sonuçları da tartışılmaya başlandı. Kasım 1989’da Yüksek Sovyet yöneticileri sürgün olayları üzerine “illegal ve suçlu ilan edilen insanların baskı ve zor kullanılarak sürgünü ve sürgüne ait gerçekler” adını taşıyan bir deklarasyon yayınladılar. Birkaç gün sonra harekete geçilerek Sovyet Parlamentosu konuyu ele aldı ve başta Stalin ile suç ortağı Beria olmak üzere 1943-1944 sürgününün suçlularını kınayan bir belge hazırladı.
Sonuç olarak birkaç cümle yazmak gerekirse sürgün süreci son Kırım Türk-Tatarı Özbekistan’dan anayurdu Kırım’a, son Karaçay gelini Kırgızistan’dan Kafkasya’ya dönmeden bitmeyecektir. Bunun ise aradan geçen yüzyıla yaklaşan sürede insan ömrünü düşünürsek imkânsız olduğu ortadadır. Sürgün edilen Türk halklarının sürgünü hiç yaşamadıkları var sayılsa bugün Atayurtlarında ulaşacakları nüfus yoğunluğuna hiçbir zaman ulaşamayacakları ise dünya Türklüğünün bir gönül yarası, bir kalp sancısı olarak kıyamete kadar yaşayacaktır.
NOT: Bu yazı Kuşlukta Yazarlar Topluluğu’nun ortak bir çalışması olan “Türklerin Acıları” kitabının 208-227. sayfaları arasında yayınlanmıştır.
EKLER
EK 1. SSCB’nin sürgüne maruz kalan halklarının nüfusu (SSCB Genel Nüfus Sayımı)
| Sürülen Halklar | 1939 | 1959 | 1970 | 1979 | 1989 |
| Kırım Tatarları | 218.900 | Bilinmiyor | Bilinmiyor | Bilinmiyor | 271.700 |
| Karaçaylar | 75.800 | 81.400 | 112.700 | 131.100 | 150.300 |
| Malkarlar | 42.700 | 42.400 | 59.500 | 66.300 | 85.100 |
| Kalmuklar | 134.400 | 106.100 | 137.200 | 146.600 | 173.800 |
| Çeçenler | 408.000 | 418.800 | 612.700 | 755.800 | 899.000 |
| İnguşlar | 92.100 | 110.000 | 157.600 | 186.200 | 237.400 |
| Ahıska Türkleri | Bilinmiyor | Bilinmiyor | Bilinmiyor | Bilinmiyor | 207.500 |
SSCB’nin sürgüne maruz kalan halklarının yurtlarına dönüş sonrası bölge nüfusunun 30 yıllık değişimi
| Halklar | 1959 | 1970 | 1979 | 1989 | 1959-1989 |
| Karaçaylar | 84.300 | 86.100 | 83.300 | 83.000 | – 1.3 |
| Balkarlar | 81.000 | 86.300 | 90.000 | 83.200 | +2,2 |
| Kalmuklar | 61.200 | 80.400 | 83.300 | 84.200 | +23.0 |
| Çeçenler | 58.200 | 83.100 | 80.900 | 76.800 | +18.6 |
| İnguşlar | 45.300 | 72.100 | 72.400 | 69.000 | +23.7 |
(*) Tablolardaki rakamlar arasındaki farklılıklar belgelerdeki uyumsuzluktan kaynaklansa da olayın mahiyetini yansıtma açısından fazlaca önemi yoktur.
***
EK 2.
KARAR
26 Kasım 1948 tarih ve 123/12 sayılı SSCB Yüksek Sovyeti Başkanlığı
“Vatan Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin uzak bölgelerine tahliye edilen kişilerin Zorunlu daimi yerleşimi olan yerlerden kaçmaları halinde uygulanacak cezai sorumluluk hakkında.
Vatan Savaşı sırasında SSCB 2 Yüksek Organı tarafından tahliye edilen Çeçenler, Karaçaylar, İnguşlar, Balkarlar, Kalmuklar, Almanlar, Kırım Tatarları vb. için yerleşim rejimini güçlendirmek ve ayrıca yeniden yerleşimleri sırasında sınır dışı edilme şartları, yukarıda adı geçen kişilerin Sovyetler Birliği’nin uzak bölgelerine yeniden yerleştirilmesinin, onları daha önceki ikamet yerlerine geri gönderme hakkı olmaksızın sonsuza kadar gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor.
Bu sınır dışı edilenlerin zorunlu yerleşim yerlerinden izinsiz ayrılmaları (kaçmaları) durumunda, failler cezai sorumluluğa tabidir. Bu suçun cezasını 20 yıl ağır çalışma olarak belirleyin.
Sınır dışı edilenlerin firarlarıyla ilgili davalar SSCB İçişleri Bakanlığı’ndaki Özel Toplantıda değerlendiriliyor.
Zorunlu yerleşim yerlerinden kaçanları barındıran veya kaçmalarını kolaylaştıran kişiler, sınır dışı edilenlerin daha önce ikamet ettikleri yerlere geri dönmelerine izin veren kişiler ve onların daha önce ikamet ettikleri yerlere yerleşmelerine yardımcı olan sorumluluk taşıyan kişiler de, cezai kovuşturmaya, cezaya tabi olacaktır. Bu suçların cezasını 5 yıl hapis olarak belirleyin.
SSCB Yüksek Sovyeti Başkanı N. ŞVERNIK
SSCB Yüksek Sovyeti Sekreteri A. GORKIN
Moskova, Kremlin, 26 Kasım 1948
Vaka No. 111/45 GARF. F.R-7523. Op. 36. D. 450. L. 87. Antetli kağıda kopyası.
***
Ek 3.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) Birinci Sekreteri
Nikita Sergeyeviç Kruşçev Yoldaş’a,
Değerli Nikita Sergeyeviç!
Bizimle görüşmenizi diliyoruz. Biz Kazakistan ile Kırgızistan’dan gelen on adam, Karaçay Halkı’nın bundan sonraki durumu hakkında sizinle özel görüşme yapmaya geldik.
Nikita Sergeyeviç! Bu konuyla ilgili olarak sizinle görüşmeye gelen ikinci heyetiz. Bizden önce gelenler, partinin ve hükümetin ileri gelenlerinden kimse ile görüşemeyip geri dönmüşlerdir. “Görüşmeden geri dönmeyiniz” diye, şimdi de halkımız bizi göndermiştir.
Bizim aramızda bulunan sosyalist yarışın kahramanı, Gürcüoğlu Nuzula memedeki çocuğunu bırakıp gelmiştir. Ömründe ilk kez uçağa binerek 4000 km. kateden kolhozcu Çağaroğlu İbrahim 88 yaşındadır.
Sizin, SBKP Yirminci Kongresinde bizleri savunarak yaptığınız konuşma, masum Karaçaylara güven vermiş ve onların yüreklerine su serpmiştir. Karaçay’ın Leninist delegeleri, sizin Leninist sözlerinizin sonucunu heyecanla bekliyorlar.
Bu sebeple, değerli Nikita Sergeyeviç, halkımızın durumunu anlamak için, biraz zamanınızı bize ayırmanızı rica ediyoruz.
Çeçenlerle İnguşların delegeleri Anastas İvanoviç Mikoyan Yoldaş, Kalmuklarınkiler de Kliment Efremoviç Voroşilov tarafından kabul edildiklerini Karaçaylar haber almışlardır. Biz sizin müsaadenizi bekliyoruz ve “hayır” demeyeceğinize güveniyoruz.
Size temiz kardeş selamlarıyla:
- Gürcüoğlu Nuzula – Sosyalist yarışın kahramanı.
- Çağaroğlu İbrahim – 88 yaşında kolhozcu.
- Gacaoğlu Macir – Mühendis, Yurt savunmasına katılanlardan.
- Bağatıroğlu Harun – SB Kahramanı, savaşa subay olarak katılanlardan (görüşme sırasında yoktu).
- Gürcüoğlu Tavbiy – Komünist, savaşa katılanlardan.
- Bayramukoğlu Usuf – Yurt savaşının partizanı, hukuk-çu, komünist.
- Cammaoğlu Murat – Komünist, SBKP’nin eski Küçük Karaçay Yöre Komitesi Sekreteri, muharip.
- Orusoğlu Umar – Memur, SBKP kongresi delege namzedi.
- Bayramukoğlu İbrahim – Kolhozcu, muharip, SBKP kongresi delege namzedi.
- Kobanoğlu Safar – Memur, sabık Sovyet subayı (buluşma sırasında yoktu).
3 Temmuz 1956 / Moskova
***
Cevabınızı şu adrese bildirmenizi rica ediyoruz:
Moskova, D-57, Pervıy tsetkovskiy proezd, dom 16-a, k.b.3, Gacaoğlu İbrahim’in oğlu Macir’e.
KAYNAKÇA
Bayramuk, H. (2000). Bin dokuzyüz kırk üç. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Bice, H. (1991). Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Bice, H. (2010). Türk yurtları üzerine notlar. 2. Baskı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Bice, H. (2015). “Kafkasya’da demografinin söyledikleri -Karaçay Türkleri örneği”. Ankara: Yeni Türkiye, [Kafkaslar Özel Sayısı-X] , (80)646-651.
Forsyth, J. (2022). Kafkasya (Çev. Timuçin Binder). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Huseynov, G. (2015). Hasavka savaşı ve Rus hâkimiyetinde Karaçay-Malkarlar. 13. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Bakü: s. 839-848.
Kılınç, A. (2007). “Stalin dönemi insan kayıpları”. Stalin ve Türk Dünyası. İstanbul: Kaknüs Yayınları, s. 215-220.
Kipkeyeva, Z. B. (2015). “Rus ve Osmanlı imparatorlukları arasında Karaçay”. Ankara: Yeni Türkiye, [Kafkaslar Özel Sayısı-X] , (80)553-561.
Павел, П [Pavel, P]. (2001). Не по своей воле… История и география принудительных миграций в СССР, 315 п, ОГИ (Объединенное гуманитарное издательство) [Kendi özgür irademle değil… SSCB’de zorunlu göçlerin tarihi ve coğrafyası. OGI.
Özcan, K. (2007). “Stalin döneminde sürgünler”. Stalin ve Türk Dünyası, İstanbul: Kaknüs Yayınları. S. 193-213.
Hayati Bice Kütübhanesi Kitab okumuyorsanız, tartışmayalım !…






