ZİYA GÖKALP, DİN VE TASAVVUF
“Ziya Gökalp, Nakşıbendî miydi?..”
– Cumhuriyetin Kurucu Kuşağına Rahmet Niyâzlarımla… –
Dr. Hayati BİCE
Başlığa bakıp “Şimdi bu da nereden çıktı?” diyeceklerin sayısının okurların çoğunluğu olacağından eminim. Geçenlerde Şükrü Alnıaçık’ın bir siteminde olduğu gibi internet okurları, sadece başlığı okuyup geçiyor ve hatta sadece başlığı okuyup üzerine yorum yazma kerametini gösteriyorsa, bazen böylesi çarpıcı başlıklar kullanmak, rating arttırıcı bir yöntemdir; ama yazımı okuduğunuzda göreceksiniz ki, bu sorum sadece bir ilgi avcılığı için atılmamıştır.
Son zamanlarda yazdığım yazıların, Türk/İslâm ekseninde değişik koordinatlarda duran insanlarda bir ilgi ve -alışıldık söylemleri sarsması ile yer yer- tepki kaynağı olduğunun farkındayım.[1] Geçenlerde buradan da yayınladığım -ve artık otuz yıllık yazı hayatımın ilk eseri olarak tescil ettirdiğim-“Hikmetinden Sual Olunmaz” başlıklı 1982 tarihli yazımdan bugüne yazdığım tüm yazılarda, -hatta son romanım“Türkistan Rüyası”nda- ne yazdı isem, ilgilisine sağlam kaynakları göstermek gibi bir alışkanlığım oluştu.
Bu alışkanlığın beni çok rahatlattığını, yazılarımdaki bazı sivri tesbitlere itirazı olanları “Kardeşim, bak o yazının dibinde kaynakları sayfasına, satırına kadar göstermişim; git itirazını o kaynağa yap” deme fırsatı verdiğini ve bunun çok işe yaradığını söyleyebilirim. Okuma/yazma süreçlerinin ilk safhalarında olan genç okur/yazar ülküdaşlarıma özel sohbetlerimde de söylediğim gibi bu disiplini kazanmanın önemli olduğuna inanıyorum.
İşte bu nedenle, yazımın başlığındaki cümle ile şaşıran okurları -ve özellikle de bu yazıya kaynaklık eden eseri, tarayıcı ile kaydedip tam metninin bütün ilgililerine ulaştırılabilmesini sağlayan Semih Bodur başta olmak üzere genç kardeşlerimi- bana yazımın başlığındaki ilginç soruyu sorduran kaynak ile baş başa bırakmak istiyorum.[2]
Gökalp, Nakşıbendîliği bakın nasıl övüyor?
Türk Milliyetçiliği’nin İslâm ile ilgisinin ve koparılamaz ilişkisinin pek çok kanıtı içeren Ziya Gökalp,“Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” adlı eserinin son makalesi olan “Milliyet ve İslâmiyet” başlıklı yazısında Nakşıbendîliği bakın nasıl övüyor?:
“…Şimdiye kadar bütün Müslümanlarda hâkim zihniyet şundan ibaretti: Yeryüzünde İslâm dininin şeriatına uygun yalnız bir devlet vardır ki, o da İslâm devletidir. Hakikî olarak hangi hükümetin idaresi altında bulunurlarsa bulunsunlar, bütün Müslümanların hakkıyla hâkimiyetini tanıdıkları ancak İslâm halifesidir. (…)
Cuma ve bayram namazlarında Halife adına okunan hutbeler, Hac günlerinde Arafat’taki topluluğu gösteren toplantılar siyasi bir geleceğin dinî müjdecileridir. Bu zihniyet şüphesiz ki hepimizin kalbini mukaddes galeyanlarla, ulvî vecdlerle dolduran bir ruhî haldir. Eğer kurgusal bir saadet ve dört yüz milyonluk [3] bir insanlığın hayatına kâfi gelmiş olsaydı, bu kalpteki gaye bizim için elverirdi. (…)
Görüyoruz ki, Müslüman kavimler gelecek bir saadeti ümit etmek ve beklemekle beraber yaşadıkları memlekette aşağı bir seviyede kalmaya razı oluyorlar, idaresi altında yaşadıkları hükümetler ve milletler tarafından başlangıçta dil bakımından ve iktisat bakımından, sonra da fikir bakımından ve ahlak bakımından eritilmeye razılık gösteriyorlar. Büyük bir kurtuluş beklemek iyi! Lâkin birtakım küçük, kolay ve derece derece olan kurtuluş yollan vardır ki, bunlarda muvaffak olmadan ötekine nail olmak Allah’ın sünnetine aykırıdır. Evet, genel bir kurtarıcıyı bekleyelim. Fakat Kur’ân-ı Hakîm’in “Li-küllî kavmin had” (Her kavmin kendine ait bir kurtarıcısı vardır) yüksek açıklamasının icap ettirdiği gibi, mahallî ve millî kurtarıcılara, dile, terbiyeye, iktisada, ahlaka ait kurtuluşlara niçin ümit beslemeyelim? Hrıstiyan kavimlerin ne yolla yükselme ve istiklâl yollarına gittiklerini gözlerimizle gördük. Bunlar önce dillerini millîleştirmekle işe başladılar. Bir dil bağımsızlığı, siyasi bir bağımsızlığın öncüsüdür. Bir kavim milli dilini sevmeye, millî edebiyatını bu millî dil üzerinde kurmaya başladığı anda kurtuluş vaadini almış demektir.
Dilden sonra tarih gelir. (…)
Bundan sonra da din, terbiye ve iktisat gelir. Hür, millî bir terbiye her şeyden önce millî bir dil ve tarihe, sonra da iktisadî bağımsızlık esaslarına dayanır. Ve bütün manevî feyizlerini dinden alır. Nakşıbendîlerin mühim bir kaidesi var ki, “nazar ber kadem” tabirinde toplanmıştır. Bir adamın ayağı neferlikte ise, düşüncesi mareşallik olmamalıdır. Nefer, onbaşı olmaya çalışmalıdır. Yani ayağına yakın bulunmalıdır.
(…) İslâmiyet asabiyeti, “hakikate karşı boşuna harcanan emek” tabiriyle çirkin görmüş ve yasak etmiştir. Fakat bu asabiyet kendi yakınlarını tutma, şovenlikten gaye aşiret asabiyetidir ki, hâlâ içimizde yürürlüktedir. “Benî Kâhtan” ile “Benî Adnan” tabirleri de bu çirkin görme ve yasak etmenin aşiretlere ait olduğuna bir delildir. İslâm dini yukarıda sözünü ettiğimiz âyet-i kerîmede kavmiyeti caiz gördüğü gibi, aşağıdaki âyet-i kerîme ile de arada tanışma, anlaşma olmak şartıyla kabile ve cemaatlere yani kavim ve milletlere ayrılmayı tasvip buyurmuştur: “Sizi cemaatler ve kabileler halinde yarattık ki, birbirinizle tanışasınız.” [4]
(…) Artık İslâm hükümetlerinin idaresi altında müslüman olmayan kavimler kalmadı. Hâlbuki bugün müslüman kavimlerin çoğu mahkûmiyet ve esaret halindedir. İslâm kavimler arasında ise hâkimiyet ve mahkûmiyet kayıtları olmadığı için milliyet fikri İslâmlar arasında ayrılık çıkaramaz. Tersine milliyet fikri kuvvet buldukça İslâm ümmetçiliği fikri de o derece başaklanacağı için mevcut kültürü takviye edecek ve sağlamlaştıracaktır.
“Nakşıbendîlerin mühim bir kaidesi”: ‘Nazar ber Kadem’ Ne Demektir?
İlk kez sanıyorum, 1970’lerin sonunda okuduğum Ziya Gökalp’in, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak kitabındaki Nakşıbendîlik ile ilgili satırlar, o vakitler dikkatimi çekmiş olamaz. Çünkü, fakülte sıralarında olduğum o yıllarda gerek tasavvuf ve gerekse tasavvufun pratik hayattaki bir uygulama ekolü olan Nakşıbendîlik konusundaki bilgilerim sınırlı idi. Daha sonraki tasavvufî okumalarım sırasında Türkistan’ın büyük sufilerinden Abdulhalık Gücdüvanî’nin (?-1180) sistemleştirdiği “Nakşıbendîliğin Sekiz Kuralı” arasında bu kuralı da okumuştum. [5]
Nazar ber Kadem: Dervişin -özellikle kalabalık içerisinde- yürürken, dış atmosferden etkilenmemesi, bakışlarını ve kalbini muhafaza edebilmesi için, sağa–sola, direkt karşıya değil, tevazuen önüne bakması; bakışlarını ayakucuna sabitlemesi demektir. [6]
Ziya Gökalp’in Nazar ber Kadem kuralına klasik tasavvuf kitaplardaki bu maddî izahın çok ötesine taşınan -özel ve önemli- bir manevî bir anlam yüklediği, hattâ yepyeni bir içtihada bulunduğu söylenebilir. Gökalp, ‘ayakucuna bakma’yı kişinin toplum içerisindeki yeri ve fonksiyonuna uygun hareket etmesi olarak, haddini bilmesi olarak açıklamaktadır. Günümüzde de ülkücü camianın içerisinde bulunduğu hale bu nazarla bakıldığında, “haddini bilmemek gibi bir hastalık”tan söz edilmesi haksızlık mıdır?
Haddini aşarak, önüne gelen herkes için ileri/geri hükümler savuranlara kırk gün ayakucuna bakarak yürüme cezası verebilmek keşke mümkün olsaydı… Bu küçük cezanın bile, insanların nefs terbiyesi için çok işe yarayacağından eminim.
***
Gökalp, yazı hayatının ilk yıllarında Diyarbakır’da yayınlanan Peyman gazetesinde yayınlanan “Tekkeler” başlıklı bir yazısında tasavvuf ve tarikat hayatının Hz. Rasûlullah dönemine giden köklerine işaretten sonra Nakşıbendi tarilkatının Moğol istilası sonrasında Türkistan’da nasıl bir onarıcı rol üstlendiğini şöyle izah etmektedir: “Yedinci Asr-ı Hicride Moğol istilâsı ümmet-i İslâmiyyeyi istiklâl-i siyâsiyyeden mahrum bırakmış olduğu bir sırada, Mâverâünnehir tekkeleri, gayet zengin olan vâridât-ı vakfiyyeleri sayesinde genç Temür’e mücehhez bir ordu hazırlayarak, bu hârika-i harbiyyeyi müceddit diye ortaya attılar, senelerden beri levs-i işrâkle lekelenen mukaddes vatanı, Moğol barbarlarının pençe-i tagallübünden kurtardılar. O zaman Tarîkat-i Nakşiyyenin bir cem’iyyet-i hafiyye hâlinde şevket-i İslâmiyyenin iâdesine olan hidemâtını tarih, hiçbir vakit unutamaz.” (Makaleler, I, s.85-86)
Ziya Gökalp’in olgunluk dönemi fikirlerini yansıtan ve 1922 tarihli “Dine Doğru” makalesi ise Şah-ı Nakşıbend Muhammed Bahauddin Buharî övgüleri ile doludur: “Bazı cahil kimseler evliyalığı keramet göstermekten ibaret sanırlar. Kerametten maksat, insanların ruhunu fevka’l-ahlâk bir mertebeye, melekâne ahlâk dediğimiz dereceye yükseltmekse, bu daima evliyadan sâdır olan bir şeydir; fakat, maddiyat sahasında birtakım harikalar göstermekse, evliya mertebesinde bulunanlar hiçbir zaman bu gibi şeylere tenezzül etmemişlerdir. Tasavvufî bir menkıbe vardır ki bu hakikati bize daha canlı bir surette gösterebilir: Şah Nakşıbend’e bazı müritleri sormuşlar ki: “Sair şeyhler müridine keramet gösterirler. Sen bize hiç keramet göstermiyorsun?” Şah Nakşıbend buyurmuş ki: “Kerametten ne çıkar? Mucize bin kat kerametin fevkindedir. Mucizeye gelince, bunun da en büyükleri Hazreti İsa’dan sâdır olmuştur. Fakat, dikkat ediniz ki o, ölmüş cesetleri diriltiyordu, ben ise ölmüş ruhları diriltiyorum.” (…) Şah Nakşıbend ölmüş ruhları dirilttiğini söylüyor ki, bugünkü ruhiyat tecrübeleriyle de sabit olmuş bir hakikattir. Fakat, Sultan-ı Enbiya olan Peygamberimiz, badiye Araplarını amik bir cahiliyetten en yüksek bir hars ve medeniyete yükselttiği gibi, zuhurundan yüz sene geçmeden neşrettiği din, dört yüz milyonluk büyük bir insaniyetin İçtimaî ve ferdî nâzım ve mürebbisi oldu. Fahr-i Kâinat’ın bu kadar içtimaî ve ferdî ruhları az zamanda cahiliyet sâfilininden hikmet ve mülkiyet illiyyinine yükseltmesi en büyük bir mucizedir. Şah Nakşıbend gibi muhterem evliyanın ölmüş ruhları diriltmesi, bu büyük mucizeye nisbetle, ancak keramet derecesinde kalır.” (Makaleler, VII, s.21-27, «Musahabe», Dine Doğru, Küçük Mecmua, Sayı : 5 (3 Temmuz 1922), s. 1-7.)
Gökalp’in Nakşıbendîliğe İlgisinin Kaynağı Ne Olabilir?
Bugün ortalama bir milliyetçi-muhafazakâr Türk aydını için, Ziya Gökalp’in İslâm ile ilişkisi -en hafif terimi ile- sorunlu olarak ifade edilir. Bu olumsuz düşüncede herhalde en etkili olan unsur, “Türkçe ezan” konusunda yazdığı meşhur beyit olmalıdır.[7]
İşte bu yüzden, Gökalp’in, Nakşıbendîlik hakkında, Nakşıbendîliğin bir kuralı hakkında yorum yapabilecek kadar yetkinlikle, bilgisi olması beni de şaşırttı doğrusu…
Ziya Gökalp’in Nakşıbendîlik ilgisine ilişkin bir ipucu bulabilir miyim diye hayat hikâyesine, sınırlı kaynaklardan baktığımda, genç Mehmed Ziya’ya ilk İslâmî derslerini veren amcası “Diyarbekir müderrislerinden Hacı Hasib Efendi” ismi ile karşılaştım. Bir yerde de Gökalp’in gençliğinde incelediği İslâm literatüründen ilm-i kelâm ve tasavvuf alanına özel ilgisinden söz edilmektedir. Konu ile ilgili araştırmacıların Gökalp’in amcası Hasib Efendi’nin tasavvuf ile ilişkisi konusunda net bir tesbiti var mıdır? Bilmiyorum ama; Gökalp’in İslâmî bilgilenmesinde önemli rolü olan bu amcanın, bir Nakşıbendî mürşidi olduğunun ortaya çıkması benim için sürpriz olmayacaktır.
Bu öngörümün kaynağı, Osmanlı’nın bütün tarihi boyunca ve Gökalp’in eğitimini sürdürdüğü son dönemi de dâhil Osmanlı müderrislerinin, âlimlerinin, ve hatta devlet adamlarının pek çoğunun kendi uzmanlık alanlarındaki yetkinlikleri dışında tasavvufî bir kimliğe de sahip olduklarını bilmemdendir. [8]
“Ziya Gökalp Nakşıbendî miydi?..” sorusunun yanıtına gelince; bu konuda olumlu/olumsuz bir şey söyleyebilmem mümkün değildir. Bu soruya net bir yanıt verebilmek için tasavvufî anlamda biat ettiği bir mürşidin ve dâhil olduğu tarikat silsilesinin varlığını bilmek gerekir.
Ancak Ziya Gökalp’in sağlam bir tasavvufî kültüre ve bilhassa Nakşıbendî pratiğine vâkıf olduğunuTürkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak kitabında yer alan -ve yukarıda verdiğim- ifadeden yola çıkarak söyleyebilirim. Gökalp tasavvufî kültüre o kadar kafa yormuş olmalı ki, Nakşıbendîliğin teorik bir esası olan Nazar ber Kadem’i gelenekteki yorumun ötesinde bir içeriğe kavuşturma girişiminde bulunmuştur.
Gökalp’in Türklük ve İslâm arasında bir uyuşmazlık olmadığını ileri süren uzlaştırıcı yaklaşımı göz önüne alındığında Nakşıbendîliğin bir kuralını düşüncelerine dayanak yapması anlaşılabilir. Hattâ Gökalp, milliyetçilik ve İslâmcılığın, Batı felsefesiyle de uzlaşabileceğini öne sürer. Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak arasındaki geçişliliklerde Gökalp, ideolojik formülündeki üç öğe arasında herhangi bir uyumsuzluk olmadığını, tersine bunların birbirini tamamlayıcı olduklarını ileri sürmekle birlikte; gerçekte, imparatorluğun sona eriş süreci içinde, din etkeni de giderek önemini yitirecektir.[9] Gökalp’in ölümünden sonra gerçekleştirilen ve sonuçta Türk toplumunu dinî değerlerinden uzaklaştırmaya yönelen devrimleri görse idi nasıl bir tavır takınırdı sorusunun yanıtını verebilmemiz mümkün değildir.
Son Osmanlılar’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Devredilen Kadrolar ve Günümüz
Nakşıbendîlik denilince unutamadığım bir anım da askerlik sırasında verilen ideolojik eğitimde Nakşıbendîliğin nasıl tanımlandığıdır. Yedeksubay asteğmen olarak yaşadığımız temel eğitim sürecinde aldığımız teorik derslerden birisi de “İKK” olarak kodlanan ‘İstihbarata Karşı Koyma’ dersi idi. Bu dersi bzie anlatan istihbaratçı muvazzaf subay, ülkemiz için sözkonusu tehditleri sayarken irticaî tehditleri de sıralamış ve bazı grupları da özellikle vurgulamıştı. Nakşıbendîlik tehlikesi konusunda gösterdiği slayttaki tek cümle imla hataları ile birlikte şöyle idi: “Nakşıbentlik Buhara’da Bahattin tarafından kurulmuştur.”
“Bahattin” kimmiş?, Ne zaman, nerede yaşamış? Ne zaman Cumhuriyet için tehdit haline gelmiş?.. “Buhara” neresi imiş?” Emin olun, bu sorular sorulacak olsa, ilgili slayttan, bu beş kelimelik Nakşıbendî tehdidini okuyup geçen istihbaratçı subayın verebileceği tek bir yanıtı yoktu.
Cumhuriyetin kurucu ideologu kabul edilen Ziya Gökalp’in (1876-1924) derin Nakşıbendîlik yorumunu okurken o günkü tabloyu, istihbaratçı subayın, çoğunluğu doktor asteğmen adaylarına gösterdiği o komik slaytı hatırladım ve acı acı gülümsedim. 1918’de Nakşıbendîliğin bir kuralını hayat düsturu olarak sunan Cumhuriyet ideologu Ziya Gökalp’ten, 1991’de yedeksubay doktor eğitiminde karikatürize edilmiş bir tehdit figürüne dönüştürülmeğe çalışılan Nakşıbendîliğin kurucu Pîri Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahaeddin Buharî (1317-1388) hazretlerine… Ne sefil bir alçalış; ne vahim bir irtifa kaybı…
***
1991 yılında Cumhuriyet öncesi dönemden, son Osmanlılar’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilen kadroların bu türden sürprizlerine alışık olmak gerek… İstiklâl Marşı şairi Mehmed Âkif’in Çanakkale Savaşı’nın en güzel destanını yazarken, Teşkilât-ı Mahsusâ görevi ile Arabistan çöllerinde olduğunu öğrenmek gibi…
Osmanlı’nın son kuşağının destansı hayat hikâyelerini içeren kitabları işte bu yüzden önemsiyorum ve severek okuyorum…
________________________________________________________
İletişim: http://www.hayatibice.net
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duânın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur.
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!..
Öyle ki, Gökalp’ten üç satır okumamış olan ‘bazı İslâmcılar’ bu kıta nedeniyle, işi kendisini tekfir etmeğe kadar vardırırlar. 1995 seçimlerinde milletvekili adayı gösterilen E. Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral’ın“Ezanı Türkçe okutacağız” hezeyanınının kritik bir seçimde MHP’nin baraj altında kalmasına yol açtığını herkes hatırlayacaktır. Bu konu bu ülkenin insanları için dokunulmaması gereken bir hassasiyet unsuru haline gelmiştir. Bu nedenle, cumhuriyetin kuruluş döneminde düşünce planında konuşulup tartışılabilecek Ziya Gökalp’in bu mısraları, bugünün Türkiye’sinde bir tabu haline gelmiştir.
[8] Son Osmanlı sultanlarından II. Abdulhamid’in Şazelî, IV. Mehmed Reşad’ın Mevlevî tarikatından oldukları hakkında onlarca kaynak vardır. Cumhuriyet döneminin en önemli müfessiri Elmalılı Hamdi Yazır ile Gazi Mustafa Kemal’in değişmez Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da Nakşıbendî mürşidi Küçük Hüseyin Efendi müridi oldukları önemli kaynaklarda rivayet edilmiştir. [9] Ziya Gökalp’in hayat hikâyesi ve tezleri konusunda derli toplu bir çalışma için bkz. Kerem Ünüvar, Ziya Gökalp, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-4, Milliyetçilik, İletişim Yayınları, 2002, İstanbul, s.28-35.***
GÖKALP’in Şah-ı Nakşbend için övgüler içeren iki makalesinin ilk sayfaları.