Dışardaki Türkler – İçerdeki Türkler
ESARETİN İKİ BOYUTU *
( I )
Yıllar önce, 70’li yıllarda A.B.D.’de yerleşmiş Kırımlı mülteci soydaşlarımızın neşrettikleri bir dergide okuduğum “İç Esir Türkler” başlıklı bir yazı zihnimde oldukça mümtaz bir yer kazanmıştı. Bu yer, dah sonraları ‘Esir Türkler, Türk Dünyası…’ konusunda bilgim arttıkça ve sorularla büyüyerek büyüdü, büyüdü. Yazar şimdi -sadece bir kadın olduğunu hatırlayabiliyorum- sözkonusu yazısında Türkiye dışındaki “esir” Türk’lerin durumunun kısmen anlaşılabilir olduğunu belirterek; Türkiye’de “bağımsız” yaşayan Türklerin halinin sorgulanması gerektiğini ileri sürüyordu. yazar fiziki esaretin birgün sona erebileceği ümidinin hep var olabileceğini, buna karşılık ruhları esarete düşmüş olanların bu ümidi bnile yaşatamayacaklarını belirtiyor ve yazısını esaretin iki ayrı boyutunu irdeleyerek ruhi yönden dışarıdaki veya içerdeki Türklerden hangisinin daha diri olduğu hakkında soru işaretleriyle noktalıyordu. Konuya ilgisi olanlar belki kendi konumundan dolayı içgüdüsel yönleri olsa bile bu yazının Türklük için önemini ve orijinalitesini teslim edeceklerdir. 70’lerden bugüne yaşadığımız olayları şöyle bir hatırlamamız bu konuda bize oldukça güçlü bir ışık tutacaktır.
Tarihi süreç içinde Türkiye dışında kalmış olan “dışardaki Türkler” ile ilgili bilgiler yüzyüze tanışıklıklar, şahsi dostluklarile pekişince konunun oldukça geniş bir alanı kapsadığı ve sosyokültürel niteliklerden daha önemli olarak jeostratejik hesapları da etkilediği ortaya çıkmıştır. Konunun önemini kavrarken ortaya çıkan ve kafa karıştıran şeylerle de karşılaşıldı. Mesela, Kuzey Azerbaycan’da Muasır Türk Edebiyatı Profesörü Bahtiyar Vahabzade’nin “çörek saadet değil, o vetene bağlıdır” mısralarını okuyunca insanın aklına ‘içerde’ böylesi mısralar yazan “hür” profesörlerin olup olmadığı sorusu geliyordu. hem sonra bir Zeynep Hanım Hanlar çıkıp -hem de İstanbul’un orta yerinde- “Ey veten toprağın ezizdir mene/ Men sende tapmışam saadetimi” diye haykırırken ‘içerde’ yaşayan “hür” san’atçılar arasında böyle bir şarkı okuyan birisinin olup-olmadığını -gazino ve arabesk kültürü kuvvetli- arkadaşlara soruyordum. Azeri orkestra şefi, kompozitör Niyazi Beg’in “tar Konçertosu” yazdığını öğrenince insan, içerde -mesela- “Cura Konçertosu” yazıılıp yazılmadığını merak ediyordu. Atsız’ı, Peyami Safa’yı, Kemal Tahir’i, Yaşar Kemal’i okumuş olan bir edebiyatsever birgün Cengiz Aytmat(ov)’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur“u ile tanışınca çağdaş Türk edebiyatının en büyüğünün kim olduğu hususundaki öngörüleri tamamen alt-üst oluyordu. Türkiye’de en “kabadayı” kitabın satışı onbinlerle ifade edilebilirken Azerbaycan’da Fuzuli’nin “Leyla ve Mecnun”unun milyonluk tirajlara ulaştığını öğrendiğinde inanamamıştım. ‘Dışardaki’ Türkologların Manas Destanı ile ilgili çalışmalarının ulaştığı hacim gözlerimi yaşartmıştı.
Böylesi kafa karıştıran hususlar günden düne belirginleşirken dışardakilerden “koku getiren” soydaşlar ile burada hergün burun buruna olduğumuz “hür” kardeşlerimiz arasındaki kıyaslamalar da ilginç ipuçları veriyordu. Mesela bir M.Sabir Karger kardeşim çıkıyor milyonlara “Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Karakalpak, Kırgız, Kazak bir boydur; bunların hepsi bir soydandır” diyordu. Daha yenilerde, Türk Dünyası’nın öte ucundan , Doğu Türkistan’ın Urumçi’sinden kopup gelen bir diğer soydaşımız “burada bayrağın altında deniz içinde gezen balıklar gibisiniz” diyordu. Bir bacı-can ise biraz kırgındı; çünkü kazak boyundan bu kardeşimizle tanışanların %80’i “siz japon musunuz?” diye soruyorlar, olumsuz cevap alınca da “Aa, o zaman Çinli olmalısınız.” diyorlardı. Kerküklü bir Türkmen yiğidi ise hayal kırıklığını “Biz Kerkük’teyken Türkiye’dekilerin bizi düşünmekten uykularının kaçtığını zannederdik.” sözleriyle dile getiriyordu. Bu vakıaları çoğaltmak mümkün. Ancak yine de herbirinin münferid olarak kabul etmek gerektiğini hatırlatmak istiyorum.
Ya Türkiye’nin sade vatandaşı ne düşünüyordu nu konularda? “Neler demiyorlar ki, neler demediler ki…”deyip kolaycılığa kaçmak, geçiştirmek mümkün ama faydasız. Hemen herkes bu konuda her düzeyden insandan, şu tip muhteşem(!) söylemleri işitmiştir: “Dışardaki Türkler, Ruslaşmış; Bulgarlaşmış, Çinlileşmiş, Yunanlaşmış, Araplaşmış…lardır.” “kardeşim biz burada kendi karnımızı doyuramıyoruz, bir de onlarla mı uğraşalım?” “Hem sonra biz mi esir ettik onları, adam olsalardı da esarete düşmeselerdi.” “Bin yıldır biz Anadolu’da yeni bir millet olduk, onlarla bir alakamız kalmadı” “Dostlarımızı gücendirmeyelim:”Yurtta sulh, cihanda sulh…”
Bu lumpen ve cehalet numunesi fikirler(!) üzerine konuşmağa değmez! Bu “hür” kardeşlerimizi kendi dünyaları ile başbaşa bırakalım, başlarını bir de biz ağrıtmayalım “esaret, Türklük vs.” diyerek…Hem ‘Cannes plajındaki anadan üryan avratlar’, ‘Kemer’deki üstsüzler’, ‘İstiklal Caddesi’ndeki nonoşlar’ varken böyle iç karartıcı konularla da uğraşılır mı be birader! “Haydi hep beraber!..”
“Ye iç eğlen, çok kısa ömrün
Sev çünkü sevmek en kolay.”
…
Biraz insafsızlık yaptık galiba…Bu konu etrafında Türkiye kamuoyunda ciddi sayılabilecek fikirler üreten kesimler de yok değil elbet. Biz bu görüşlerden kayda değer ve farklılıklar arzeden üç yazı üzerinde, yazıların ortaya koyduğu söylemleri tartıştıkdan sonra Dünya Türklüğü’nün bir bölünmez bütün müslümanların kardeş oldukları inancımızın şekillendirdiği fikirlerimizi belirteceğiz. “Ne yapmalı?..” sorusunun cevabını oluşturacak tezler bir başka yazının konusu olacaktır.
Dünya Türklüğü konusunda Türkiye’de ortaya konan değişik fikirleri ele almağa Haziran’86 tarihli SAÇAK dergisinin 29.sayısında yayımlanan imzasız bir yazıyla başlamak istiyoruz. 12 Eylül ’80 öncesi TİKP-Aydınlık çizgisini izleyen “Sol’un Doğu Sorunu”nu oluşturan ve 2000’e DOĞRU adlı aktüalite dergisiyle İslamiyet’le ilgili pervasız; Atatürk’le ilgili cür’etkar yayınlarla ortalığa dökülen bir ‘misyon’un fikir dergisi SAÇAK. “Dünya türklüğü İdealiyle Sunulan Koçbaşı Misyonu” başlıklı yazıda “80’lerde ABD’nin Sovyet Rusya karşısında atağa kalkmasıyla SSCB’deki Müslüman Türk etkeninin bir iç çekişme kaynağı olarak öne çıkarıldığı ve Türkiye’deki milliyetçi-ülkücü hareketin bu konudaki yerinin ABD politikasının koçbaşı misyonunu üstlenmek olduğu” iddia ediliyor. bu arada klasik Sovyet aleyhdarı tavırlarını da ortaya koymuşlardır. Atatürk’ün “Dünya Türklüğü” ideali ile ilgisi olmadığı ileri sürülerek devam edilen yazı -aba altından sopa gösterircesine- başkalarının uyguladığı milli baskı ve eşitsizliğe karşı çıkanlara karşı birilerinin de Türkiye’de aynı konuda dayatmaları olacağı imzasıyla bitiriliyor.
İncelediğimiz ikinci yazı Prof. Dr.Aydın Yalçın’a ait ve SAÇAK’taki sözkonusu yazıyla gayet yakından ilgili. Nisan ’87’de Londra Üniversitesi’nde düzenlenen “Dünyada Türkler” sempozyumuna bildiri olarak ta sunulan yazı, YENİ FORUM Dergisi’nin 15 Mayıs 1987 tarihli 185.sayısında yayınlandı. Yazarı Aydın Yalçın milletvekilliği döneminde Genel Başkanlığı adaylığı ile tanınan son derce liberal, son derece Batıcı, son derece Atatürkçü bir “aydın”. Son yıllarda itirafçı sol militanlara kollarını açması ve Paul henze gibi “Dostları” paralelinde girdiği “Turanist” çizgi ile göze batıyor. Son yayın döneminde YENİ FORUM’un hemen her sayısında Turancı söyleme katkıda bulunan yazılar bulmak mümkün, Tahmin edilebileceği üzere bu yazıların çoğunluğu Batılı Sovyetologlara ait ve SAÇAK dergisinde sözü edilen ABD ve Batı’nın çıkarlarını kollayan bir tavır alışı yansıtıyor. ( Burada bazı milliyetçi aydınlarımızın kalem aldığı ve dergide yer almış kimi yazıları ve yazarlarını tenzih ederim.) Prof.Aydın Yalçın yayınladığı bildirisinde Sovyetler Birliği’ndeki müslümanların ve Türklerin Batı’nın savunması açısından önemini üç batılı dostundan nakletmekte ve günümüze kadar Dünya Türklüğü kavramını ihlasla savunan milliyetçi hareket ve ülkücü düşünceyi “marjinal gruplar” olarak nitelendirmektedir. Batı’yı kollamakta batılıları bile sollayacak bir performansa sahip görünen yazar Sovyet Kızılordusu’ndaki %35’lik Türk varlığının Sovyetler Türkiye’ye saldıracak yahut Türkiye’nin de katılacağı bir savaşta batıya karşı saldırıya geçecek olursa ne yapabileceği sorusunu gündeme getiriyor. Olaya “Batı’nın Güvenliği” cephesinden yaklaştığını böylece ortaya koyuyor. Türkiye özelinde “irtica” söylemleriyle İslami her türlü gelişmeye karşı uyanık ve teyakkuzda olduğunu isbat etmiş bir dergide yazar, Ortaasya’ya sınır bölgelerde ( ne demekse?), özellikle Afganistan’da İslami canlanma hareketi ve direnişte İslam cihadının bayrak rolü (bu garip tabirler yazara ait) oynamasından övgüyle sözediyor. Bu şekilde Türkiye aydınının kronik “çifte standart” hastalığından muzdarib olduğunun işaretlerini vermiş oluyor. Batılı dostlarının hoşuna gitmeyebilecek bir hataya düşen yazar 2.Dünya Savaşı sonunda İngiliz ve Avrupalı müttefiklerinin eline düşen binlerce Türk esirin Sovyet Rusya’ya iade edilerek Stalin tarafından kurşuna dizilmelerine yol açtığını naklederek batı muarızlarına çok büyük bir koz verdiğini farketmemiş olsa gerekir.
Değerli Prof.Yalçın Batı’nın Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türkler konusuna gösterdiği ilgi ile konuya Türkiye’nin aydın ve üniversiter çevrelerinin ilgisini karşılaştırıyor ve -her konuda olduğu gibi- bu alanda da Batı’dan ne kadar geri olduğumuzu, vakit geçirmeden bu konuda da Batı’yı örnek almamız gerektiğini somut delilleriyle, hem de sayısal olarak ortaya koyuyor. Bu arada Sovyet İmparatorluğu’nun geleceği hususunda görüşlerini belirtirken Batı’nın Sovyetler Birliği’ndeki Türk ve müslüman nüfusla ilgilenmse gerektiğini yine Batılıların ağzından hatırlatıyor. Sayın Yalçın son derece önemli ipuçları veren yazısını “Batı için, hür dünyanın güvenliği ve dünya barışı için en önemli ümid kaynağı” olan bu konuda “Sovyet müslümanlarının rolünün stratejik ve hayati önemi olduğunu” ve “Batının bu varlığın anlamını iyi kavramak ve ona göre hazırlığını yapmak zorunda” olduğunu dostça belirterek tamamlıyor.
Atıfta bulunacağımız son yazı ise İsmet Özel ile yapılan ve İslam dergisinin Şubat ’86 tarihli 30.sayısında yayınlanan bir mülakat. Söz konusu mülakatında Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkisine yeni ve değişik bir pencereden bakan İsmet Özel şunları söylüyor:”İlk akla gelen Rusya’nın Türkiye’de bir rejim değişikliği isteyip istemediğidir; benim görüşüme göre Rusya sosyalist bir Türkiye istemez.Sosyalist bir Türkiye ya bugün sınırları içinde Azerbaycan, Özbekistan gibi ülkelerin statüsünde olacak ki bu Rus rejiminin Türkler dolayısıyla sahip olduğu problemlere mekanizmanın kaldıramayacağı bir ağırlığı getirecektir. Çünkü, Türkiye diğer Türk cumhuriyetleri ile kurduğu bağlantıda öncekilerin aldığı yaraları almamış bir canlılıkla vaziyet edecektir.” İsmet Özel’in bu “özel” yaklaşımını bir başka yazıda işleyeceğimizi belirttiğimiz “yapılması gerekenler” kısmına havale etmemiz uygun olacaktır.
Burada özellikle, SAÇAK ve YENİ FORUM Dergilerinde yer alan ve birbirine zıt iki tavrı yansıtırken her ikisi de ülkücü hareketle ilgili göndermelerde bulunan ( koçbaşı misyonu ve marjinallik nitelemeleri) iki yazının anlaşılmalarını sağlayacak ve yazıların arka planlarına ışık tutacak bazı hususları mutlaka belirtmemiz gerekmektedir.
( II )
Yazımızın ilk bölümünde Türkiye dışında yaşamak durumunda kalmış Türklerle ilgili olarak Türkiye kamuoyunda belirtilmiş ve üç ayrı tavrı yansıtması yönüyle önemli üç ayrı yazıdan alıntılar yapmıştık. Bu yazılardan Saçak ve Yeni Forum dergilerinde yayınlanmış olan ikisi birbirleriyle son derece ilgili olmaları yanısıra Türk milliyetçilerinin ‘doğruları’ etrafındaki ayrık otlarını temizlemeleri gerektiğinin de önemli birer delilidirler.
Saçak, “Dünya Türklüğü İdealinin A.B.D. emperyalizminin çıkarlarını savunmak üzere piyasaya sürülmüş bir teori olduğunu iddia etmekle kalmayıp ülkücü hareketin bu misyonun sahibi olmakla A.B.D. emperyalizmine hizmet ettiğini ileri sürüyordu. Yeni Forum’da Prof. Dr.Aydın Yalçın’ın kaleme aldığı yazı ile bir arada mütalaa edildiğinde ülkemizde ‘bazıları’nın gerçekten de şaşılacak bir yaklaşımla “Sovyetler Birliği’ndeki müslüman ve Türkler’in Batı’nın savunması açısından arz ettiği öneme ‘Batılı dostları’nın gözlüğü ile baktıkları düşünülebilir. Bu noktada Saçak önemli bir enstanteneyi yakalamıştır. Ancak derginin subversif bir tavırla ortaya koyduğu iddiayı, “Batı için, hür dünyanın güvenliği ve dünya barışı için” A.B.D. güdümünde rol alan bir ülkücü dünya görüşü bulunduğu fikrini irdelemek gerekmektedir. Bu, doğru olarak kabul edildiği takdirde Aydın Yalçın ve benzeri yaklaşım sahiplerini “koçbaşı misyonunu üstlenen ülkücü hareketin en önde giden ‘koçları’ olarak ele almak gerekecektir. Oysa Türkiye’nin son yirmi yıllık fikri yapılanmasını bilenler bu ele alışın ne kadar tutarsız ve yanlış bir yaklaşım olacağını iyi bilirler. Zaten bizzat Prof. Dr. Yalçın, yazısında “sınırlarımız dışında yaşayan Türklerle İlgilenme” düşüncesini “bir siyasi sorun halinde canlı tutma ve yayma görevini yapmağa çalışan marjinal gruplar” (ülkücü hareket kastediliyor) nitelemesi ile kendilerinin ülkücü hareketin yaptıklarını beğenmediğini, tepeden baktığını, dışında olduğunu ortaya koyuyor. Bu ‘kendini beğenmişlik’ hususunda söylenecek çok şey vardır; ancak konuyu perspektifinden saptırmamak için belirtip geçiyoruz.
Bu noktada konunun daha iyi anlaşılması açısından son derece önemli bir hususu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Sayın Yalçın’ın iktibas ettiğimiz yazısında övgüyle sözünü ettiği ve “Game Plan” adlı kitabına atıfta bulunduğu Zbigniew Brzezinski’nin formüle ettiği bir fikri belirtmemiz ve bu stratejinin bizi ne kadar yakından ilgilendirdiğini ortaya koymamız uygun olacaktır. 1977-1981 yılları arasında A.B.D. Başkanı Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı Brzezinski 30 Haziran 1986 tarihli U.S.News and World Report dergisinde formülü şöyle açıklıyor: “İslam dostlarımızda bastırılmalı, düşmanlarımızda teşvik edilmeli…”(1) Bu ana fikir etrafında geliştirilen tavrın yansıması olarak Türkiye kamuoyu için yabancı olmayan bir ismin, Paul B.Henze’nin çok güzel profil verdiği görülmektedir. Yıllar önce S.S.C.B.ni Öğrenme Enstitüsü’nün neşrettiği “Dergi” adlı yayında Türkistan ile ilgili ciddi araştırmaları da yayınlanmış olan Henze, 19-23 Mart 1986 tarihleri arasında Türk-Atlantik Derneği ve Amerikan Atlantik Konseyi tarafından İstanbul’da düzenlenen “Demokrasi ve Terörizm Semineri” sırasında Türkiye basınıyla ilgili olarak şunları söylemişti: “Türk Basını’nın aşırı dinci akımlara karşı yürüttüğü mücadele Washington’da takdirle karşılanıyor.”(2) Bu ‘önemli’ takdirin ileticisi olan Henze ( kısa politika macerasından sonra eski S.B.F. profesörü olan Sayın Aydın Yalçın’ın da görev aldığı ) O.D.T.Ü.Asya-Afrika Araştırmaları Grubu’nun yayınladığı 18 numaralı ve “Kafkasya’da 19.Asırda Gerçekleştirilen İslami Cihad: Şeyh Şamil Hareketi” adlı yayınında şunları yazmıştı:(2)
“…Şamil her bakımdan modern çağın en büyük müslüman liderlerinden biri olduğu kadar, sömürgeciliğine karşı direnişi başlatma yeteneğine fevkalade bir örnektir…Şamil’e göre İslam statik bir inanç değil, dinamizm, yenilik ve ilerleme kaynağı,hayat ve liderlik anlayışıyla. Şamil2e göre din ve siyaset , İslam’da olduğu gibi ayrılmaz bir biçimde bütünleşmişti…”
Brzezinski’nin formülü esas alınarak düşünüldüğü takdirde ne kadar güzel aydınlanıyor herşey, öyle değil mi? Türkiye2de “aşırı dinci akımlar”a karşı verilen mücadeleye alkış tutarken, Sovyet Rusya’da tam bir şeriat hareketi olan Nakşbendiyye tarikatı bağlılarının ortaya koyduğu İslami cihadı övmek…Anlaşıldığı kadarıyla Henze ve benzerleri İslam’ın dinamizmini, antiemperyalist veçhesini gayet iyi kavramıştır. Bahsettiğimiz araştırmasında Henze, Şeyh Şamil ve Cihadı konusunda son derece tutarlı değerlendirmelerde bulunmaktadır. Bu incelikleri anlayabilen bir Batılı’nın antiemperyalist tavrının ‘Ruslardan başka bazıları’nı da rahatsız etmesi gerektiğini düşünmesi gayet mantıklıdır ve bu ‘bazıları’ İslam’a karşı tedbirlerini geliştirmek durumundadır. Henze gibi işinin ehli profesyoneller yanında Aydın Yalçın ve benzerlerinin amatörlüğü nasıl da sırıtıyor?!’Başörtüsü’ gibi bir konuda “laiklik”, “Atatürkçülük” feryadları kopartmak, sonra da “Afganistan’da İslami canlanma hareketi ve direnişte İslam cihadının rolü” diye ahkam kesmek ! Olmuyor beyler, Saçak’lardan sarkıyor…
Bu bilgiler ışığında Saçak dergisinin misyon iddialarının ne kadar sudan unsurları ihtiva ettiği ve yanıltıcı olduğu anlaşılmıştır sanırım. Saçak’ta sözkonusu edilen “koçbaşı misyonu”nun ‘koç gibi’ temsilcileri ortadadır ve bu koçların sokulamayacağı grupların biri -belki de birincisi- Türk milliyetçiliği hareketidir. Zaten beylerimiz de kendilerini böylesi ‘marjinalite’lerden uzak gördüklerini ve ayrı tuttuklarını belirtmektedir.
Yeri gelmişken ‘Dünya Türklüğü’nün Bağımsızlığı Ülküsü’ne başkalarının kılavuzluğunda yaklaşmanın nasıl sonuçsuz kalabileceği hususunu gösteren iki tesbit ile devam edelim. A.B.D.’nin finanse ettiği ve S.S.C.B.’den iltica etmiş müslüman Türk ilim adamlarının de yer aldığı Münih’teki ‘S.S.C.B.’ni Öğrenme Enstitüsü’ Sovyet Rus İmparatorluğu’nun Türk ve müslüman halkları ile ilgili pek çok kitap ve dergi yayınlamış ve 60’lı yıllarda Amerikan-Rus ilişkilerinin düzeldiği bir dönemde Rusların ısrarıyla faaliyetleri sona erdirilmiştir.(3) Ellerin güdümünde meselelerimizi ele almanın dramatik ve trajik yönünü ortaya seren bir başka olay da Hürriyet Radyosu (=Radio Liberty)’nun Uygur Türkçesi seksiyonunun lağvedilmesidir. Batı Almanya’nın Münih şehrinde tesis edilmiş olan “Radio Liberty Commitee” yayınlarında Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türkler ve diğer halkların lehçelerinde 15 ayrı dilde yayın yapmakta ve Çin yönetimindeki Doğu Türkistan’a yönelik bir Uygur seksiyonu bulunmakta idi. Son yıllarda Çin-A.B.D. ilişkilerinde ortaya çıkan yumuşama sonucu radyonun Uygur lehçesinde yaptığı yayına son verilmiştir. yani A.B.D. gözünde, doğu Türkistan meselesi çözümlenmiştir, diyebiliriz. Şu muhakkak ki, A.B.D. ile S.S.C.B. arasındaki bir uzlaşma zemininde ilk gündem maddelerinden brirsini Hürriyet Radyosu yayın faaliyetlerinin durdurulması teşkil edecektir.
Türk milliyetçileri olarak “kimin elinin kimin cebinde” olduğunun karıştırılabildiği bu karmaşık konuda tavırlarımızı netleştirmemiz gerekmektedir. Bu konuda yol gösterici olduğuna inandığım tesbitlerinde Türkistan’lı soydaşımız Prof.Dr.Muhammed Nazif Şehrani şunlara dikkat çekmektedir.:(4)”…Batılıların Türkistan ve esir Türkler konusunda yaptığı çalışmaların Türkistan’a ve Türkler’e faydalı olduğu sanılıyor Türkiye’de. Bu konuda da batıdakilere benzer fikirler savunuluyor. Bu çok vahim bir yanlıştır! Ama aynı zamanda izah gerektirecek kadar kendini kabul ettirmiş bir yanlıştır. Şimdi Batılı sovyetologlar, oryentalistler, Türkologlar diyor ki: İslamiyet U.S.S.R.’nin, Rusların geleceği için bir tehlikedir, tehdittir. Bu doğrudur. Bunları söylüyor diye bizim milliyetçi aydınlarımız batının bazı ilim adamlarına minnettarlık hissi besliyor, takdir ediyor. bazen Türk gazeteleri ve dergileri de bu batılı araştırmacıların eserlerini, araştırmalarını yayınlıyor. Ama işin diğer yönü var; Ruslar buna karşı ne yapıyor? batılı “İslamiyet Rusya’nın geleceğine konmuş bombadır!” dedikçe Türkistan’da İslami olan bütün kurum ve örfü ortadan kaldırmağa çalışıyor. 1000 yıllık müslüman mirasını yok etmeğe daha bir hırsla sarılıyor. İşte bu işin neticesinde İslamiyet’inden uzaklaştırılmış bir Türk toplumu tehlikesi var ki bu Türklüğün geleceğinin karartılmasıdır. Hiçbir Türk ve müslüman Buhari’nin yazıldığı Buhara’nın İslam’sız bırakılmasını kabul edemez! Diyeceksiniz ki Buhara şimdi islamsız değil mi? hayır, zorla bazı şeyleri yapabilirsiniz, ancak kalblerdeki Allah sevgisini, iman neşvesini yok edemezsiniz.
Yanlış anlaşılmasın elbette ki İslamiyet materyalizmin ocağını söndürecektir. Fakat şöyle düşünün ki birçok Batılı alim, gazeteci, araştırmacı koro halinde Ruslara “İslamiyet sizlere tehlikedir, tehlikedir, tehlikedir!..”diyor. Rusların yerinde kim olsa tehlikeyi ortadan kaldırmak için bir şeyler yapmaz? Elbette Ruslar da-ki kendilerine karşı tehdit oluşturan şeylere karşı yapamayacakları şey yoktur, tarihi tecrübeyle sabittir- vargüçleriyle İslamı toplum hayatından silmeğe çalışıyorlar. İnşaallah bu gayretlerinde hüsrana uğrayacaklardır.
Şimdi burada bize düşen bizim de araştırmalarımızı yaparak Rusların İslamiyete karşı geliştirdikleri taktikleri ve buna mukabil bizim yapabileceklerimizi ortaya koymaktır. Madem ki Ruslar İslamiyet’in kendileri için olan zararını ortadan kaldırmağa çalışıyorlar,bizde İslamiyet’in verdiği imkanları buna karşı kullanmalıyız. Bunun için bilmemiz zaruridir. Bu sebeple İslami şuurumuzu ve bilgilenmemizi yoğunlaştırmamız lazım. Bilgisizsek hiçbir şey yapamayız!”
Doğduğu Afganistan topraklarında Sovyet Rusya’ya karşı şanlı cihadın sürmekte olduğu Kaliforniya Üniversitesi Sosyal Antropoloji profesörü sayın M. Nazif Şehrani’nin bu görüşleri son derecede büyük bir önem arzetmekte ve Türk dünyasının hali ve istikbaline ışık tutmaktadır.
Yeri gelmişken Sovyetler Birliği’nde yaşamak durumunda kalmış Türkler konusunda belirtilen görüşler arasında dikkati çeken İsmet Özel’in fikirlerini belirtmemiz uygun olacaktır. Konuya çok özel ve tutarlı bir açıyla yaklaşan sayın Özel bu konudaki görüşlerini “Rus Politikası Üzerine” başlıklı yazısında açıklamaktadır:(5) “…Diyebiliriz ki Rusya’nın sınır komşuları söz konusu olduğunda sempati sağlama çabası yerini kolaylıkla hangi araçlarla olursa olsun gücünü hissettirme politikasına bırakmaktadır…İlk akla gelen Rusya’nın Türkiye’de bir rejim değişikliği isteyip istemediğidir; benim görüşüme göre Rusya sosyalist bir Türkiye istemez. Sosyalist bir Türkiye bugün S.S.C.B. sınırları içinde olan Azerbaycan, Özbekistan gibi ülkelerin statüsünde olacak ki bu Rus rejiminin Türkler dolayısıyla sahip olduğu problemler mekanizmanın kaldıramayacağı bir ağırlık getirecektir. Çünkü diğer Türk Cumhuriyetleri ile kurduğu bağlantıda öncekilerin aldığı yaraları almamış bir canlılıkla vaziyet edecektir. İkinci bir ihtimal, sosyalist bir Türkiye’nin riski bağımsızlığa sahip tek bir ülke olmasıdır. Bu da Romanya, Macaristan, Polonya gibi ülkelerle olan problemlerinde vahim gelişmelere yol açabilir. Rusya’nın Türkiye için düşündüğü statü Finlandiya benzeri bir ülke görünümü taşımasıdır. Böylece Rus vizesi olmaksızın kolunu kıpırdatamayan fakat dahili rejimi Rusya’nınki gibi olmayan bir Türkiye kurulmuş olur. bu görüşler muvacehesinde Rusya’nın Türkiye’de sol dışında siyasi gruplardan destek arama ihtimali hesaba katılmalıdır…”
“Ne yapmalı” sorusuna Türkiye’de bağımsız yaşmanın gereğini anlayabilen Türk milliyetçilerinin verebileceği cevapları olmalıdır ve vardır. Bu yolda en önemli nokta, ‘esir’ soydaşlarımızın durumu üzerine üretilen politika ve stratejilerin ancak ve ancak “Türk için, Türk tarafından” belirlenmesi gerektiğidir. Dünya Türklüğü’nün tek ‘bağımsız’ devleti olan Türkiye’deki Türk milliyetçileri olarak ‘içeride ve dışarıda’ yaşayan milletimiz için verdiğimiz mücadele en büyük silahımız “Allah’tan gayrıya kul olmama” ve Allah’tan başkasından yardım beklememe” şeklindeki İslami tavrı geliştirmemiz olacaktır.
Dün Şeyh Şamil , Uzun Hacı, Osman Batur; bugün Mustafa Cemiloğlu, Muhammed Salih, Ebulfeyz Elçibey, Afganistan kıyamının şanlı mücahitleri ve lideri Azad Beg bu İslami mantığa dayandıkları için izzetlidirler. Bunun aksi yollara saparak yaratılışımız hikmeti hilafına hareket eylersek zilletten kurtuluşumuz zor olacaktır. Sadece bu gerçeği kavramamız bile emperyalizme ve küfre karşı verilen mücadele önemli bir zaferin muştusu sayılmak gerekir.
——————
Dip Notlar:
(1) Ufuk Güldemir, Çevik Kuvvetin Gölgesinde, s.83-84’den naklen YAZI dergisi, Sayı:11-12.
(2) Henze B.Paul, Kafkaslarda Ateş ve Kılıç, 19.Yüzyılda Kuzey Kafkasya Dağ Köylülerinin Direnişi, Central Asian Survey 1:4(Nisan 1983) s.41-58’den Çev. Akın Kösetorunu, O.D.T.Ü.Asya-Afrika Araştırmaları Grubu Yayın no:18, ankara-1985 ( Aynı seride 12 yayın no.su ile yazarın “Marks’ın Ruslar ve Müslümanlar Hakkında Yazdıklarından Seçmeleré adlı araştırması da çıktı.)
(3) Patrik von zur Mühlen, Gamalı Haç ile Kızıl Yıldız Arasında, Çev.Eşref B. Özbilen, Mavi yayınlar, Ankara 1984. Sözkonusu enstitü 1951 yılında faaliyete başlamıştı.
(4) Dr.Oğuz Karaçay, M.Nazif Şehrani ile röportaj: “Afganistan’da Cihad Bir Halk Üniversitesidir! ” TÖRE Dergisi, Nisan 1987.
(5) İsmet Özel, Rus Politikası Üzerine, İslam Dergisi, Sayı:30, Şubat 1986.
************
[*] Bu makale Dr. Hayati Bice’nin o yıllarda kullandığı mahlas olan Dr. Oğuz Karaçay imzası ile haftalık Yeni Düşünce gazetesinin 24 Temmuz 1987, 299. 7 Ağustos 1987, 301.Sayılarında iki bölüm olarak yayınlanmıştır.