Free songs
Ana Sayfa / Edebiyat / *Edebiyat / Gezi Notları / * Türkistan (1995) / Türkistan’da İslami Geleneğin İzleri (1995)

Türkistan’da İslami Geleneğin İzleri (1995)

TÜRKİSTAN   RÜYASI

-Orta Asya’da  İslami  Geleneğin  İzleri-

[ Yeni Şafak Gazetesi – 1995 ]

 

* * *

SUNU

 Yıllardır ilgi alanım içinde olan Orta Asya ve bütün Sovyet vatandaşı Türk halklarının tarihini derinden  etkileyen son dört yıl içindeki bilinen gelişmeler sonrasında Türkistan olarak adlandırdığımız eski Sovyet Cumhuriyetlerinden Özbekistan,Kazakistan ve Kırgızistan’a  birkaç kez gitme imkanı buldum.Son olarak Kazakistan’da kurulan Hoca Ahmed Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi öğretim görevlisi olarak bulunduğum dönemde bu ülkeler ve halkları konusunda daha derinlemesine gözlemlerde bulunabilme fırsatım oldu.Bu  yazı dizisinde ağırlıklı olarak Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ndeki halkın manevi hayatında büyük yeri olan İslam önderleri ekseninde dünkü ve bugünkü duruma ışık tutan konulara değinmek istiyorum.Bu diziye esas  olan gözlemlerimi büyük ölçüde daha sonra kitap haline getirmeyi düşündüğüm  ve tamamı Yesi(Türkistan) şehrinde bilgisayara kaydedilen “Türkistan Günlüğü”  notlarımdan derledim.Bu yazı dizisinde isimleri anıldığı takdirde değişik polemiklere yol açabilecek kişilerle ilgili hususları kişi adlarını vermeden ve şahsi sayılabilecek konulara girmeden  resmi görevleri ile ilgili olarak geçirdim.Yeni Şafak okurlarının Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ndeki manevi hayatın dinamiklerini daha iyi kavramasına yardımcı olacağına inandığım bu bilgileri dikkatlerinize  sunuyorum.

 Dr.Hayati Bice  

* * *

 

                29 Ekim 1992’de Ankara’da toplanan  Türkiye-Türk Cumhuriyetleri Devlet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye ile Kazakistan arasında imzalanan bir protokolle Kazakistan’ın sovyet döneminde Türkistan adı verilen tarihi Yesi şehrinde kurulmuş olan Ahmed Yesevi Üniversitesi’ne katkıda bulunması ve üniversitenin Türk-Kazak ortak üniversitesi haline getirilmesi kararlaştırılmıştı.

 

                Ahmed Yesevi Üniversitesi, Kazakistan’ın bağımsızlığının ilanının ardından Yesi şehrinde medfun bulunan büyük İslam mutasavvıfı Ahmed Yesevi  hazretlerinin hürmetine  Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbey(ev)’in 6 Haziran 1991 tarihli emri ile kurulmuştu.1993 yılı baharında o günlerin  Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Süleyman Demirel’in  Kazakistan’ı ziyareti sırasında Hoca Ahmed Yesevi Üniversitesi’nin “Türk-Kazak Ortak Üniversitesi” haline getirilmesine ilişkin anlaşma imzalandı.Üniversitenin adı bundan sonra Hoca Ahmed Yesevi Uluslarası Türk-Kazak Üniversitesi  olacaktı. Bu gelişmeleri gazetelerden takip ederken  bu üniversitenin Türkiye ile Türkistan arasındaki ilişkilerde tarihi bir misyon ifa edeceğini düşünüyordum.Özellikle üniversiteye adı verilen Ahmed Yesevi hazretleri ile ilgili araştırmaları bulunan, Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan “Hoca Ahmed Yesevi Türbesi” adlı eserin tercümesinden sonra  Yesevi hazretlerinin “hikmet” adı verilen şiirlerini biraraya getiren “Divan-ı Hikmet” adlı eserinde yer alan şiirleri Türkiye Türkçesi’ne aktarma nasibine nail olmuş bir kişi olarak bu üniversitenin kuruluşuna çok sevinmiştim.

 

                Divan-ı Hikmet,”Ahmed Yesevi Yılı” ilan edilen 1993 yılının son günlerinde Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında çıkmıştı.Yayınevi tarafından  telif bedeline ilave olarak ile gönderilen elli adet kitabı dostlarım için imzalayıp armağan ederken  bir tanesini de esere bir sunuş yazmış olan ve Türkiye’de yıllardır Ahmed Yesevi misyonunu dile getiren  eski kültür bakanlarımızdan Namık Kemal Zeybek’e gönderdim.Kitabın ilk sayfasına  kısa bir takdim yazıp imzalamış ve kuruluşuna büyük emek verdiği ve ilk  “mütevelli heyeti başkanı”   olduğu Ahmed Yesevi Üniversitesi hakkındaki iyi niyet ve hayırlı olsun düşüncelerini ihtiva eden bir notu da kitabın arasına koymuştum.

 

                Ertesi hafta bir sabah çalan telefonumun diğer ucundaki Ahmed Yesevi Üniversitesi mütevelli heyeti başkanı, Divan-ı Hikmet ve notumun az önce eline ulaştığını,bunun üzerine hiç vakit geçirmeden beni aradığını söyleyerek teşekkür etti.Karşılıklı hal-hatır sorma faslından sonra sözlerine şöyle devam etti: ” – Üniversitemizde  görev almayı düşünür müsün?..Ahmed Yesevi  hazretleri adına kurulan üniversitede senin de görev almanı istiyor. Bana hemen cevap ver…” Bu ani teklif  üzerine  biraz şaşırmakla beraber  ” – Ahmed Yesevi adını taşıyan bir kurumda görev almak benim için bir şeref olur ancak…” sözlerimle böyle bir görevlendirme için hazır olduğumu bildirdim.

 

                Bu cevabım üzerine bir ay sonra Türkistan’a görevli olarak bir grubun gideceğini benim de bu gruba dahil edilmem için ilgili kişilere  talimat vereceğini belirterek işlemleri ile ilgili bilgilerin tarafıma iletileceğini belirtti.İşte hayatımın Türkistan’da geçecek yaklaşık altı aylık bir devresi bu telefon konuşması ile başladı.

 

                5 Haziran 1994 günü İstanbul’dan Taşkent uçağına bindiğimde  her biri  bir başka konuda inceleme yaparak üniversite mütevelli heyetine sunmakla görevlendirilmiş olan ekibin diğer üyeleri ile karşılaştım.Benim görevim üniversitenin medikososyal teşkilatlanması ile ilgili bir rapor hazırlamaktı.Uçak, beş saatlik bir uçuştan sonra Taşkent havaalanına indi.Üniversitenin yolladığı iki araca binerek Özbekistan-Kazakistan sınırına doğru yola koyulduk.Böylece 1992 yılındaki turdan sonra ikinci kez Yesi yollarına düşmüştüm.Taşkent-Çimkent-Yesi yolu bu defa sıcağın da  tesiriyle uzadı da uzadı.Nihayet aynı gün akşam üzeri Türkistan’da konaklayacağımız bakımsız bir bahçe içindeki bir kaç odalı bir misafirhaneye indik.

 

                Türkistan’da kaldığımız üç haftalık  süre içinde bir yandan resmi  görevlendirilmemin gerektirdiği  incelemeleri sürdürürken  bir yandan da  Orta Asya tarihi ve Ahmed Yesevi hakkındaki daha önceki çalışmalarıma katkıda bulunacak görüşme ve   araştırmalar yapıyordum.Bu araştırmalar arasında Hoca Ahmed Yesevi’nin soy kütüğü, Orta Asya’nın İslamlaşma sürecindeki kilt isim Horasan Ata ile ilgili bulgular gibi Türkiye’de ilk kez kez Yeni Şafak okurlarının haberdar olacağı hususlar yer almaktadır. Türkistan’da yaptığım gözlem ve araştırmalarımda tesbit ettiğim önemli hususları ve birçoğu Türkiye’de hiç bilinmeyen bu bilgileri  Hoca Ahmed Yesevi ile ilgili olanlardan başlamak üzere birkaç gün boyunca  sizlerle paylaşacağız.

                  

                HAZRET-İ TÜRKİSTAN : HOCA AHMED YESEVİ 

 

Yeseviyye tarikatının kurucusu olarak Türk dünyasının manevi hayatında asırlardır tasarrufu devam eden  ve “Pir-i Türkistan”  “Hazret-i Türkistan”  namlarıyla vasıflandırılan Ahmed Yesevi’nin  Yesi şehrindeki türbesi bugün de Türkistan’ın manevi merkezi kabul edilmektedir.  

             

Ahmed Yesevi ,Kazakistan’da Çimkent yakınlarında bulunan  Sayram (tarihte İsficab diye bilinir) veya Yesi kasabasında muhtemelen 1093 yılında dünyaya gelmiştir.İlk terbiyesini babası Şeyh İbrahim Ata’dan almıştır.Daha sonra sırasıyle  Şehabüddin İsficabi(Ak Ata),Arslan Baba ve Yusuf Hemedani’den  feyz aldı.Bu hocalarından efsanevi bir şahsiyet olan Arslan Baba, Ahmed Yesevi’nin hem mürşidi hem de -o yıllarda babası vefat etmiş olduğu için- manevi babası olmuştur.Ahmet Yesevi, Arslan Baba’nın vefatından bir müddet sonra o zamanın önemli İslam  merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider ve devrin önde gelen alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedani’ye intisap ederek O’nun irşad ve terbiyesi altına girer. Şeyhinin vefatından sonra irşad postunun üçüncü sahibi olan Ahmed Yesevi bir müddet sonra irşad makamını dördüncü halife Nakşıbendiyye tarikatının mümtaz isimlerinden Şeyh Abdulhalık Gücdüvani’ye bırakarak çocukluğunu geçirdiği Yesi’ye döner ve vefat tarihi 1116 yılına kadar irşada burada devam eder.Yetiştirdiği müridlerini Türkler tarafından fethedilen beldelerin İslamlaştırılması misyonuyla Anadolu ve Balkanlara gönderen Ahmed Yesevi’nin dervişleri vasıtasıyla fetihler ayrı bir mahiyet kazanır.

 

Kendisinin Hoca Ahmet Yesevi’nin soyundan olduğunu iftiharla belirten Evliya Çelebi seyahatnamesinde Anadolu’da gezdiği yerlerde  türbelerine rastladığı Yesevi dervişleri olarak Niyazabad’da Avşar Baba, Merzifon’da Pir Dede, Batova’da Akyazılı Baba,Bursa’da Geyikli Baba, Abdal Musa, İstanbul ‘da Horoz Dede, Yozgat’ta Emir Çinosman, Tokat’ta Gaj-Gaj Baba ve Şeyh Nusret, Nevşehir’de  Hacı Bektaş-ı Veli isimlerini vermektedir. Rumelinin fethinin manevi öncüsü olan Sarı Saltık da  asıl adı Muhammed Buhari olan bir Yesevi dervişidir.İsmi bilinen bu manevi fatihler yanında adları bilinmeyen binlerce Yesevi dervişi  fethedilen  Anadolu ve Rumeli topraklarında sahih bir İslami hayatın teşekkülünde büyük bir rol ifa etmişlerdir.

 

Rivayete göre Ahmed Yesevi, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in sünnetine bağlılığı sebebiyle altmışüç yaşına geldiğinde tekkesinin avlusundan inilen bir merdivenle ulaşılan  bir çilehane  kazdırıp   vefatına kadar yer altındaki bu hücrede  ibadet ve riyazet ile meşgul olmuştur. Bu hücrede ne kadar kaldığı belli değildir; fakat vefat tarihi olarak kabul edilen 1116 yılına kadar yaklaşık on yıl süre ile buradan çıkmadığı ve bu yeraltı  çilehanesinde vefat ettiği sanılmaktadır.Ahmed Yesevi  yer altında  riyazete çekildikten sonra halka İslam’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatının adab erkanını öğretmek için sade bir dille  hikmetler söylemiş ve diğer şiirlerden farklı olarak  “hikmet” adı verilen bu deyişler, Hazret-i Yesevi’nin huzurunda dervişleri tarafından kağıt üzerine kayda geçirilerek  en uzak Türk obalarına kadar ulaştırılmıştır.Zaman içinde bu şiirler ezbere alınmış ve zikir meclislerinde ilahi olarak yüzyıllar boyu terennüm edilerek günümüze kadar ulaşmıştır.Türkistan’da bugün yaşayan yaşlı müslümanlar arasında yaptığım soruşturmalarda Buhara,Sayram,Yesi gibi birbirinden oldukça uzak yerlerde hikmetleri ezberinden makamla okuyabilen kişilere bizzat rastladım.

 

Türbenin  yapımı ile ilgili bir rivayete göre vefatından sonrada kerametleri devam eden Ahmed Yesevi, kendisinden iki asır sonra yaşayan Emir Timur’un rüyasına girerek Buhara’nın fethini müjdeler. Bu işaret üzerine ertesi sabah Buhara üzerine  sefere çıkan Emir Timur (1336-1405), zafere ulaştıktan sonra 1396’da Seyhun nehrini  geçerek Ahmed Yesevi’yi ziyaret için Yesi’ye gelir. Kabrini ziyaret ettikten sonra üzerine üzerine bir türbe yapılmasını buyurur ve rivayete göre türbenin  tasarımına bizzat  katılır.Yesi’den Kızılorda istikametinde gidilirken otuzuncu kilometrede bulunan ve bugün ancak kalesinin  harabeleri ayakta kalabilmiş tarihi Savran kentinde türbede kullanılacak tuğlaların yapımı için özel ocaklar kurulduğu bilinmektedir.Hoca Ahmed Yesevi hazretlerinin türbesinin yapım emrini veren Emir Timur’un buyruğuyla  Savran’da  dökülen tuğlaların  yaklaşık  otuz kilometre ötedeki türbe inşaatına ulaştırılması öyküsü ise çok ilginçti.Ocakta dökülen tuğlalar ocaktan inşaata sahasına kadarki  otuz kilometrelik mesafede yanyana dizilen insanlar tarafından elden ele geçirilmek suretiyle  iletilmişti.Kabaca bir hesap yapıldığında, sadece bu nakliye işi için  onbinlerce insan gerekiyordu; sadece bu bile  Emir Timur’un işe ne derecede önem verdiğini  göstermektedir. Devrin mimari şaheserlerinden olan türbenin yapımı iki yılda tamamlanır, camii ve dergahı ile beraber külliye halini alır. Türbe yapımında yüzyılımızın başına kadar Orta Asya’nın en görkemli türbe külliyesi olarak ayakta kalmayı başarır.Ancak özellikle son dönemde yerel idarenin bütün koruma gayretlerine rağmen  iyice tahribata uğrayan türbe zemindeki su sızmasının da etkisiyle  ayakta duramaz hale gelmiş.İşte bu noktada Türkiye Cumhuriyeti devreye girerek türbenin restorasyonuna talip olur .Yapılan anlaşma ile türbede 2 Aralık 1992 tarihinde T.C.Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün başlattığı restorasyon çalışmaları için kurulan şantiye faaliyete geçer. Önce türbe zeminindeki su sızıntısını kesecek temel zeminin beton enjeksiyonları ile güçlendirilmesi  tamamlanır.Türkistan’da bulunduğum sırada hemen her hafta ziyaret ettiğim şantiye yetkilileri  şu esnada çatı tamirine geçilen türbedeki restorasyon çalışmasının 1996 yılı içinde tamamlanmasının beklendiğini ifade ettiler.

 

Türbe  bütün Türkistan’ın en görkemli mimari yapıtıdır denilecek derecede büyüktür. Orta Asya’nın hiçbir türbesinde rastlanamayan bir yücelikle giriş kapısı  açıklığının yüksekliği     onsekiz  metreye kadar ulaşmaktadır.Kapıdan giren ziyaretçinin hemen önüne çıkan bir platform üzerinde bulunan görkemli kazan dikkati çeker. Yesi yakınlarındaki eski adı Karnak olan şimdi ise Atabay adı ile bilinen kasabada  sekiz ayrı metalin alaşımı olarak dökülen dört ton su alabilecek kapasitedeki  devasa kazana bir  zamanlar  dergahtaki kuyudan doldurulan su ziyaretçiler tarafından şifa niyetiyle içilirmiş.Bu gün dergahın eskiden zikir yapılan tevhidhanesinde kurulan bir platformda yer alan bu  kazan türbeye bereket ve hayır getirmesi niyetiyle ziyaretçiler tarafından atılan bozuk paralarla dolmaktadır.Türbenin ziyaretçileri arasında hemen hergün gelinliği ile gelmiş gelinlere ve  damatlara da rastlanmaktadır.Bu yeni evli çiftler de türbeyi ziyaret  ederek soylarının salih ve saliha evlatlar  ile devamı için dua etmekte ve kazana para atmaktadırlar..

 

Orta Asya’nın bolşeviklerin kontrolüne girmesi ve mescid,türbe,medrese gibi her türlü dini  muhtevalı eserin harabiyete terkedildiği dönemde Yesevi  türbesinin  de ziyareti yasaklanarak kapısına kilit vurulur.Ancak 1978 yılında türbe bir müze halinde düzenlenerek ziyaretçilere kapısı açılır.Bu sırada bile Yesevi hazretlerinin sandukasının bulunduğu bölüme girmek yasaktır.Ancak son dönemde bağımsızlaşma süreci ile birlikte dini kurumlar üzerindeki baskı biraz hafifleyince türbe tam anlamıyla ziyarete açılır.Baskıların iyice katı olduğu dönemle ilgili olarak şu anlatılanlar o günkü baskılara ışık tutabilir:O zamanlar Hoca Ahmed  Yesevi türbesinin bir köşesine gizlenen bir parti görevlisi,  türbeye şaşıp düşüp yolu düşen –devlette görevli olsun olmasın – herkesin fotoğraflarını  gizlice çekmekteymiş.Daha sonra bu ziyaretçilerden herhangi bir devlet kuruluşunda çalışanlar, yerel komünist parti  toplantı salonunda  merkez komitesinin huzuruna çağrılarak “neden hala Allah’a inandığı” ve “neden hala Ahmed Yesevi hazretlerini ulu bir kişi olarak görüp ziyaret ettiği”  şeklinde sorularla karşılaşırmış.Kişi ziyaret ettiğini inkar edecek olursa hemen türbede çekilmiş fotoğrafı ortaya çıkarılır ve derhal tutuklanırmış.Bu öyküyü üniversitenin öğretim üyelerinin birisinin ağzından dinlerken gönlümden , Sovyetler Birliği’nin dağılış ve çöküş sürecinde  ideolojik olarak Allah dostlarına açılan savaşın büyük yeri olduğuna dair  bir duygu geçti;daha önce Buhara’da Şah-ı Nakşbend dergahını ziyaret ettiğimiz zaman bir zamanlar ziyarete kapalı olan bu Allah dostunun kabrinin  etrafındaki duvarlarının dibine  gizlice yaklaşarak el açıp Allah’a  dua edenlerin tutuklandıklarını anlatan Özbek rehberi dinlerken de benzeri bir duyguya kapılmıştım.

 

*********************

 

“TÜRKİSTAN RÜYASI”

                Bir gün her zaman olduğu gibi yatsı namazını kıldıktan sonra  Türkistan’da başladığım  hatim için bir miktar Kur’an-ı Kerim okuduktan sonra iyi yorumlanması gereken bir rüya gördüm:

                Bulutsuz, açık bir günde  vakit ikindiyi aşıp akşama doğru yaklaşırken gökyüzünün sarıdan turuncuya,turuncudan kızıla yöneldiği saatlerde aniden bir fırtına kopuyordu. Ben bu sırada ,Hoca Ahmed  Yesevi hazretlerinin  türbesinin ana giriş kapısının bulunduğu güneydoğu tarafındaki tepeciklerden birisinde bulunuyordum. Fırtınanın kopuşu ile beraber toz-dumana karışıyor ve  türbe civarında adeta kıyamet kopuyordu.Oldukça sıcak olan bir günde adeta bir kum fırtınasına kapılan insanlar deliler  gibi sağa-sola kaçışıyor  ve  bu esnada her biri başka bir sayha ile  bağırışıyorlardı.

                Bütün bu manzarayı bir kenardan seyrederken  , bakışlarımı türbeye doğru çevirdiğimde yedi yüzyıldan uzun süredir ayakta duran türbenin kumdan bir kalenin eriyip olduğu yere yığılması gibi  adeta bulunduğu yerde yerin içine çekildiğini  görüyordum.Birkaç saniye içinde olduğu yerde bir taş ve toprak yığını haline gelen türbenin yıkılışını görmek beni  üzüntüye boğuyor ve neredeyse ağlayacak hale getiriyordu.

                Türbenin yıkılışından sonra  ortalık aniden sakinleşiyor,hava duruluyor ve gökyüzü açılıyordu.Etrafa kaçışan insanlardan bazılarının türbenin güneyindeki hakim bir tepecikte, türbeye yaklaşık ikiyüz metre bir mesafede bulunan şantiye binasına gittiklerini  görünce ben de şantiye binasına gidiyor ve herkesin girdiği , U şeklinde  dizilen masalar etrafında oturduğu toplantı salonuna benzer bir yere giriyordum.Salonda bulunan ve masaların etrafına yerlemiş bir çok insan arasında türbenin restorasyonunda çalışan iki işçi ile Hoca Ahmed Yesevi Üniversitesi’nin Türkiye’den gelen rektör yardımcısından başka tanıdığım kimse olmuyordu.

                Kim olduklarını bilemediğim şahıslar kendi aralarında  bir ağızdan konuşuyor ve sanki bana duyurmak istermişçesine ufak bir fırtınada  Ahmed Yesevi’nin türbesinin yıkıldığı , böylece “Hazret”in büyüklüğünün bir masal olduğunun  ortaya çıktığı gibi sözlerle Yesevi hazretlerini çekiştiriyorlardı. Ortaya konuşan üniversitenin o zamanki rektör yardımcısı  ise daha önce türbede burnuna gelen güzel kokunun da türbenin yıkılması ile ortadan kaybolduğunu söylüyor ve bu sözleriyle Yesevi hazretlerine dil uzatanları destekliyordu.

                Ahmed Yesevi hazretlerinin büyüklüğüne bütün gönlümle inanmış olduğum için , bu sözler üzerine öfkeleniyor ve sesimi yükselterek “Sesinizi kesin…Hazret Sultan Hoca Ahmed Yesevi hazretlerinin türbesinin tepesine  namazsız-abdestsiz insanları çıkardınız ve  yedi asırdır ayakta duran  türbeyi yerle bir etmeyi başardınız. Bununla ne kadar öğünseniz azdır” sözlerimle  Ahmed Yesevi hazretleri hakkında ileri geri konuşanların sesini kesiyordum. Ben türbenin  tepesine  namazsız  abdestsiz  insanların çıkmasının bu yıkıma yol açtığını söylerken bakışlarımı kendilerine yönelttiğim restorasyonda görevli Türkiyeli  iki işçi  utançtan büzüşerek adeta masanın altına siniyorlardı.

                Yesevi hazretleri hakkında ileri – geri konuşulmasına çok sinirlenerek bu sert sözlerimle ortamı bir anda sessizliğe boğduktan sonra  sözlerimi tamamlayıp o salondan ayrılıyordum.Dıışarı çıktıktan sonra duvarları yıkılan, kubbesi yerle bir olan  türbenin Ahmed  Yesevi  hazretlerinin kabrinin bulunduğu kısmına denk düşen duvarı dibine  geliyordum. Burada üzüntümden boğazıma  düğümlenen hıçkırıkları zor tutar halde, gözlerim yaşararak “Türbesinin duvarları yıkılsa, kubbeleri çökse bile Ahmed Yesevi hazretleri işte burada yatıyor.Ne yazık, bu cahil insanlar bu mübarek zatın hakkında bile ileri geri konuşabilme cesaretini gösterebiliyorlar..” diye kendi kendime mırıldanırken gözyaşlarını tutamıyordum…”

                Bu rüyanın bazı yönleri tamamıyle  açık-seçik olduğu halde bazı yönlerden tefsirine ihtiyaç vardı.Beni çok etkileyen  bu rüyayı Türkiye’ye döndüğümde Buhara’da tanıştığımız Nakşbendi şeyhi Mustafa Karadağ Efendi’ye tabir ettirmeğe karar vererek bir süre için unuttum gitti…

 ***

 

ARSLAN BABA’NIN HUZURUNDA

 

Hoca Ahmed Yesevi türbesini ziyaretimizden sonra  ziyaret ettiğimiz ikinci makam Yesevi hazretlerinin ilk mürşidi Arslan Baba oldu.Rivayete göre de Arslan Baba dörtyüz veya yediyüz yaşamış bir zattı. Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmed’i bulması ve Hz.Peygamber (S.A.V.)’in kendisine emanet ettiği hurmayı vermesi,türbesi ile meşgul olup irşat etmesi Hz. Peygamber(S.A.V.)’in manevi işaretine dayanıyordu. Menkıbeye göre gazvelerin birinde aç kalan ashabın ricasıyla Hz.Peygamber (S.A.V.)’in duası üzerine Hz. Cebrail (A.S.)  cennetten bir tabak hurma getirir. Ashab tabaktan hurma alırken bir hurma yere düşer. Bunun üzerine Hz.Cebrail (A.S.) “Bu hurma ümmetinizden Ahmed adlı birisinin kısmetidir.” der. Hz. Peygamber (S.A.V.),ashabına bu hurmayı içlerinden birisinin  sahibine teslim etmesi teklifinde bulunur. Ashabdan hiçkimse cevap vermeyince Arslan Baba Allah’ın izni ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in  inayeti  ile bu vazifeyi yerine getireceğini bildirir.Hz. Peygamber (S.A.V.) mubarek eli ile hurmayı Arslan Baba’nın damağına yerleştirip Ahmed’i nasıl ve nerede bulacağını anlatır ve terbiyesi ile meşgul olmasını buyurur. Arslan Baba bu işaretle Yesi’ye gelir, Ahmed’i arar, onu  çocuklarla  oynarken bulur. Arslan Baba henüz hurmadan bahsetmeden çocuk emaneti teslim  etmesini söyler. Arslan Baba  damağında sakladığı  hurmayı çıkararak sahibine teslim eder. Arslan Baba’nın irşadı ile Ahmed kısa zamanda mertebeler aşar ve kemal derecelerine ulaşır.Burada “hurma”nın sembolik bir anlamı olduğu açıktır.Ahmed Yesevi, bir hikmetinde Arslan Baba ile karşılaşmasını anlatırken bu hurma vakıasına işaret etmekte ve Arslan Baba’nın kendisine emanet olan “binbir zikir”i öğreterek vazifesini tamamladığını ve kısa bir süre içinde de vefat ettiğini anlatmaktadır.

 

Arslan Baba türbesi   de Ahmed Yesevi Türbesi ile beraber Emir Timur tarafından yaptırılmıştır.Rivayete göre Ahmed Yesevi Hazretleri’nin türbesinin inşaını emreden Enmir Timur’un emri üzerine faaliyete  geçen ustalar Yesi’deki türbenin duvarlarını örmeğe başladıklarında garip bir durum müşahede edlmiştir.Gün boyu çalışıp türbenin çevre duvarlarını yükselten ustalar ertesi gün geldiklerinde ördükleri duvarın taş taş üzerine kalmamacasına yıkıldığını görüyorlardı.Bu durumun Emir Timur’un kulağına gitmesi halinde olacakları kestiren sorumlular denetimlerini arttırarak  inşaatı sabote eden kişi veya kişileri yakalamağa çalışırlar;bir süre sıkı sıkıya takip edilmesine rağmen  hiç kimseyi yakalayamazlar.Bu durumu  müzakere eden yetkililer  çevredeki Yesevi dervişleri ile de görüşerek bunun  sebebinin ne olabileceğini araştırmağa başlarlar.Ertesi gün inşaatın sorumlusunu bulan bir Yesevi dervişi yaptığı istihare sonunda  Ahmed Yesevi hazretlerinin mürşidi Arslan Baba’nın türbesi yıkık halde dururken kendi türbesinin imar edilmesinden rahatsız olduğunu ve öncelikle Arslan Baba’nın türbesinin  imar edilmesinin muvafık olacağını aksi halde türbe inşaatının dumura uğrayacağını ifade eder.Bu izah geleneğin rivayetlerine çok uygun olduğu için derhal benimsenir ve konu Emir Timur’a intikal ettirilerek önce Arslan Baba türbesinin tamirine başlanır.

               

Bozkırın tuğla dayanıklılığı ve düzgünlüğündeki kerpiçiyle örülen sade duvarlarla yükselen çok hoş bir mimariye sahip Arslan Baba türbesi Otrar yakınlarında,Yesi şehrinin 70 kilometre kadar güney doğusunda uçsuz bucaksız bir bozkırın ortasında yer alıyordu.Kabir yeri olarak pek düşünülmeyecek bu yere Arslan Baba’nın defnedilmesi ile bir rivayet daha vardı ki bunu da anlatmamak olmaz.Bu rivayete göre Ahmed Yesevi hazretlerini bularak emanetini veren Arslan Baba o sırada henüz 7-8 yaşlarında bir çocuk olan Ahmed Yesevi’nin manevi terbiyesini tamamladıktan sonra vazifesini yapmış bir kişi olarak ölümünün yakın olduğunu biliyordu.Bu sebeple birgün etrafında toplanan müridlerine kendisi öldüğünde cenazesini kefenleyip tabuta koyduktan sonra tabutu bir ak deveye  bağlamalarını ve sonra deveyi serbest bırakarak takip etmelerini deve  nerede çökerse kabrini o noktaya kazmalarını vasiyet eder.Bu arada Ahmed Yesevi’ye dönerek cenazesinin kabre konulmasını görevini de ona verir. Divan-ı Hikmet’te yer alan bir hikmette  yazdığına göre Ahmed Yesevi,bu vazifelendirme işi  karşısında daha bir çocuk olduğunu  ve bu görevi  hakkıyle yerine getiremeyeceğini söyleyince Arslan Baba O’nun başını okşamış ve “Merak etme,Cebrail ve Mikail (A.S.) seni yalnız bırakmazlar” demiştir.İşte bozkırın ortasında bir gül gibi açılmış duran Arslan Baba türbesinin hikayesi böyleydi.

               

Arslan Baba burada toprağa verildikten sonra yakınına gömülmeyi vasiyet edenlerin toprağa verilmesiyle beraber  türbenin kuzey kısmında oldukça büyük bir kabristan teşekkül etmişti.Arslan Baba’nın birkaç müridi ise Arslan Baba’nın kabrinin yakında defnedilmişti.Arslan Baba’nın  devasa boyutlardaki sandukasının ayak ucunda okuduğumuzduaları Arslan Baba ve müridlerinin ruhlarına hediye ettik.Daha sonra  türbeden çıkarak avluda yer alan kuyudan bozkırın tuzuı ile acılaşmış suyunu çekerek birkaç yudum teberrüken içtik.Orta Asya’da hemen her türbenin avlusunda veya içinde bir kuyu bulunmakta ve bu kuyudan çıkan su ziyaretçiler tarafından şifa niyetiyle içilmektedir.

               

Birkaç kez farklı kişilerle ziyaret ettiğimiz Arslan Bab türbesini bir ziyaretimiz sonrası türbeye beş kilometre kadar uzaklıkta bulunan ve Moğollar tarafından tam anlamıyle yerle bir edilen Otrar şehri kalıntılarına da gittik.Cengiz Han bir Moğol kervanının Otrar yakınında yağmalanmasına kızarak Otrar şehrini yaktırıp-yıktırmış ve halkını da  tamamen öldürtmüştü.Cengiz Han tarihin belki de ilk büyük  kitle katliamını yaşattığı bu şehrin  harabeleri üzerini toprakla kaplatarak adeta haritadan tam anlamıyla silmişti.Şehrin kalıntılarını örten toprak kümesinin oluşturduğu tepeye ulaştığımızda  son yıllarda yapılan arkeolojik çalışmalarla ortaya çıkarılan birkaç eve ait duvar ve sokaklardan ibaret kalıntıları görebildik.

               

Bu arada toprağın hemen her yerinde görülen kemik parçacıkları orada öldürülen insanların bir uzvuna işaret ederek göze çarpıyordu.Mesleki tecrübemle bu kemik parçalarının insandaki hangi kemiğe ait olduğunu tahmin edebiliyordum.Kenti örten toprak yığını, altında sakladığı insan cesedlerinden oluşan organik maddelerin  katkısıyla adeta yağlı bir hal  almıştı.Nisan ayında, baharın en güzel günlerinden birinde bu besleyici niteliği insan bedenlerinin katkısıyla artmış tepe yemyeşil  bir örtüye bürünmüştü.Bu toprak yığını altında bedeni toprağa karışmış insanlardan müslüman olanlarının ruhları için birer fatiha okurken bulunduğumuz tepeden rahatça görülebilen  Arslan Baba türbesinin yer aldığı bozkıra dalıp gitmiştim. Tarihe geçmenin hiç de önemli olmadığını,tarihe nasıl geçildiğinin  daha önemli olduğunu Otrar tepesinde Cengiz Han ile Arslan Baba’nın tarihe mal oluşlarını kıyaslarken bir kez daha anlamıştım.     

 

                SAYRAM:YESEVİ’NİN BOY ATTIĞI BELDE…

               

Türkistan’a ilk resmi gezimizde bir hafta sonu  Çimkent’e on  kilometre mesafede bulunan Sayram’a giderek  Ahmed Yesevi hazretlerinin annesi Karasaç Ana ile babası İbrahim Ata’nın türbelerini ziyaret fırsatı bulduk. Sayram’da yeni başlanan ve klasik Türkistan mimarisinin hemen bütün özelliklerini yansıtan  bir mescidde öğle namazı kılıp imamıyla kısa bir sohbet yaptık.

 

İmamdan Yesevilik tarikatının sürdüren herhangi birisi olup olmadığını sordumsa da bu  soruma  doyurucu bir cevap alamadım.Daha sonra yine Çimkent yakınlarında ziyaret ettiğimiz genç bir Yeseviyye mensubu Sayram’da yerleşik kendisiyle beraber  iki kişinin  daha Yeseviyye tarikatını sürdürdüğünü,Özbekistan’ın Fergana vadisinden gelen kalabalık Yesevi dervişleri ile beraber  iki yıl önce bir Cuma gecesi sabah namazına kadar süren cehri Yesevi zikri yapıldığını belirtti.

 

Diğer iki kişinin tarikat hakkında konuşmak hususunda kendisinden daha yetkili olduğunu belirten bu genç Yesevi dervişinin verdiği diğer iki dervişin adını  bir not defterime kaydederken  bir tevafuk ile bu kişilerle görüşebileceğimi ümid ediyordum.

 

Aradan yaklaşık bir yıl geçtikten sonra bir   Cuma  namazını Sayram’ın yeni yapılmakta olan ve Orta Asya’da daha önce bir benzerini göremediğim  güzel camiinde kılmak niyetiyle tekrar  Sayram’a geldik.

 

Cuma namazı  vaktine epey süre   olduğundan  ziyaret edeceğimiz  türbeleri dolaşmağa karar verdik.Önce Ahmed Yesevi hazretlerinin babası İbrahim Ata’nın Sayram’ın kenarında bir nöbetçi gibi duran mütevazi kabrini ziyarete ederek mübarek ruhuna  fatihalar yolladık.

 

Daha sonra Sayram içindeki Kadı Beyzavi,Belagerdan Bahaaddin diye bilinen Abdülaziz Bab, Ak Ata diye bilinen Şehabüddin İsficabi hazretlerinin makamlarına  vardık.Bunlardan Şehabüddin İsficabi Ahmed Yesevi’nin çocukluk çağlarında Sayram’da  medrese eğitimi aldığı ilk hocası idi.

 

Cuma namazını kılacağımız  mescide çok yakın bulunan Ahmed Yesevi’nin annesi Karasaç Ayşe Ana’nın kabrine yöneldik. Musa Şeyh adlı bir mutasavvıfın kızı olan Karasaç Ayşe Ana’nın kabri özellikle Türkistanlı kadınların sıkça ziyaret ettiği bir ziyaretgahtı.

 

Namaz vakti yaklaşırken Özbeklere mahsus  “badem doppu” adıyle bilinen takkeleriyle genç yaşlı Türkistanlılar camie gelmeğe başlamışlardı.Geçen Haziran ayında buraya geldiğimizde  aradığımız  ancak kendilerine ulaşamadığımız  Yesevi dervişlerini bugün görebileceğini ümid ediyordum.

 

Mescidin yanındaki taharethanede abdest tazeledikten sonra mescide girdik ve  geçen yıl tanıştığımız  mescidin imamının mescide bitişik bir salondan ibaret makamına geçtik.Kısa bir hal-hatır faslından sonra  Türkistan’daki İslami hayat üzerine sohbete başladık.Söz arasında geçen ziyaretimizde adlarını öğrendiğim iki Yesevi dervişinin adını vererek bu kişilerle bugün namaz sonrası görüşüp görüşemeyeceğimi sordum.Bunun üzerine İmam  ,salondaki gençlerden birisini yanına çağırarak  kulağına bazı talimatlar verdi.

 

Biraz sonra salonun kapısından birisi yetmiş yaşlarında diğeri ise elli yaşlarında iki kişi  biraz önce imamın talimat verdiği genç ile beraber göründüler ve yanımıza geldiler.Aradığım dervişlerin bu kişiler olduğunu anlamıştım.İki derviş yanlarına geldikten sonra imam aracılığı ile tanıştık.Daha bilgili olduğu hallerinden  anlaşılan yaşlı kişiye Yesevi tarikatının bugünkü durumu ve yaptıkları zikir hakkında bazı sorular sordum.Ancak yaşlı derviş  sorularıma çok temkinli cevaplar veriyor  ve adeta bazı şeyleri söylemek istemediği anlaşılıyordu.Hatta daha heyecanlı olan orta yaşlı derviş bazı “sırları” vermek istediğinde yaşlı zat ona da engel oluyordu.

 

Bu  temkin bana  komünist dönemde görmediği bela kalmamış bir insanın haklı tavrı olarak göründü. Buna rağmen kendilerinin birer cahil dervişten başka birisi olmadıklarını, son yıllarda tarikatın yeniden canlandığını,asıl şeyhin Nemengan’da bulunduğunu,en son iki yıl önce Sayram’a gelerek bir Cuma gecesi sabaha kadar süren cehri zikir yaptıklarını,tarikat yolunu çok dar ve tehlikeli olduğunu, şeriatın dah ageniş ve tehlikesiz olan geniş yoluna girmeğe çalışan insanlara tarikatı teklif etmenin biraz yanlış olacağı gibi özlü bilgiler vermekten de kendisini alamadı. Nemengan’daki Yesevi şeyhinin adını öğrenmek istedi ise yaşlı zat hoş bir tebessümle başını sallayıp “Söyleyemem;eğer Nemengan’a giderseniz rahatça bulabilirsiniz ..” demekle yetindi.

 

Böylesi durumlarda ısrarın hiçbir faydası olmadığını bildiğim için  yaşlı dervişe teşekkür  ederek Cuma namazını kılmak üzere kalkıp hep birlikte yandaki mescide geçtik.Cuma namazı sonrası mescid çıkışında bu iki derviş ile yeniden görüşüp vedalaştık.  Çimkent’ e dönüş yolunda ikinci baskısını yapmam  gereken  “Türk Yurtlarında İmanımızın İşaret Taşları” adlı kitabıma o gün Sayram’da çektiğim fotoğraflar ve ziyaret ettiğimiz  zatların verdiği bilgilerin  ne büyük katkıda bulunacağını düşünüyordum.

 

                BOZKIRDA AÇILAN BİR GÜL : AYHOCA İŞAN TÜRBESİ

               

Bir başka gün üniversitenin kütüphanesinde çalışan bir görevlinin dedesi olan  yaşlı  bir kişiden  Yesevilik hakkında sağlam bilgiler alabileceğimizi öğrendim.  Yesi’den Kızılorda’ya giden yol kenarındaki Aktaş adlı köyde yaşayan  bu yaşlı   Yesevi  dervişi ziyarete gitmeğe karar verdim.Yesi’den eski adı “Akmescid” iken bir ara Kazakistan’a başkent yapılarak adı Kızılorda’ya çevrilen kente giden yolun yaklaşık kırkıncı kilometresine kadar  Haziran sıcağının kavurduğu uçsuz bucaksız bir bozkırı yararak  uzanan  ve sıcaktan eriyerek bozulmuş bir asfalt yoldan gittik.

 

Daha sonra  demiryolu ile keşisen bir kavşaktan stablize bir tali yola saptık.Uzaktan bakıldığında üç-beş kulübemsi evin yanında oldukça heybetli kubbesi görünen bina ile büyük kubbenin  küçültülmüş bir kopyası olan daha küçük bir kubbe bizi selamladı. Kazak şöför, uzaktan görünen bu iki kubbeden büyük olanın mescid, küçük olanın ise iki yüzyıl önce yaşamış olan zamanının önde gelen  Yesevi şeyhlerinden Ay Hoca İşan’a ait türbe olduğunu söyledi.

 

Nihayet iki-üç evcikten ibaret bu köyde sonlanan yolun sonuna geldik. Arabadan indikten sonra dışarıdaki küçük eyvanda oturan iki gence köydeki  Yesevi  dervişi yaşlı kişiyi  görmek istediğimizi bildirdik.Gençlerden birisi eyvandan inip önleri sıra eşikten eğilerek girilebilen  basit köy evinin büyük odasının bir köşesinde oturmakta olan yaşlı kişiye bir şeyler söyleyip dışarı çıktı.

 

Yaşlı adam sarığı altındaki geniş alnındaki çizgilere karışan çizgi şeklindeki gözlerinde bile farkedilebilen sır dolu bir gülümsemeyle “Hoş kelipsizder!..” dedikten sonra bizi buyur ederek yanındaki  minderlere oturttu.Önce kendimizi tanıtıp kendisi ile Yeseviyye tarikatı hakkında görüşmek istediğimizi ve bazı sorular sormamıza izin verip vermediğini sordum.Bu arada Türkiye’den getirdiğim ve yanımda bulunan  Kur’an-ı  Kerim, bir takke  ve  tesbihten  ibaret  armağanları  kabul etmesi ricası içeren sözlerle sundum.

 

Yaşlı kişi  önce  kendisini ziyaret etmemiz  sebebiyle çok hoşnud olduğunu ve bildiği kadarıyla bize yardımcı olmağa çalışacağını  söyledi.Adının Sultan Ahmed olduğunu öğrendiğimiz yaşlı zata önce  kabristandaki türbenin kime ait olduğunu sorduk.Yaşlı zat türbenin 18. yüzyılda yaşamış Yesevi şeyhlerinden Ay Hoca İşan’a ait olduğunu, kabristanın yanındaki mahalli ölçülere göre görkemli sayılması gereken mescidin  de  türbe ile beraber bu zatın himmetiyle inşa edildiğini söyledi.Anlaşıldığı kadarıyla kendisi de  uzun yıllardan beridir   bu türbenin türbedarlığını yapmaktaydı.

               

Sohbete daha sonra mescidde devam etmek üzere türbeyi ziyaret etmek için ruhsat istedik ve  Ay Hoca  İşan’ın bozkırın ortasında  açmış bir Muhammedi gül güzelliğindeki türbesine doğru yöneldik.

               

Ay Hoca İşan’ın türbesini ziyaret ederek  zatına ve çevresinde medfun bulunan müslümanların ruhuna okuduğumuz ayetleri hediye ettikten sonra bize yol gösteren genç, bizi  türbenin bulunduğu tepenin arkasındaki sazlık alana götürmek istedi.Adeta manevi alemde bir nur deryasın dalıp yıkanmış halde çıkmış gibi bir halde yine selamla saygıda kusur etmeksizin türbeden çıktılar.

 

Yesevi Dervişi

 

Çölü andıran bozkırın ortasındaki bu vaha çok ilginçti.Dar bir patika ile etrafa yerleştirilen taşlarla oluşturulmuş bir havuz ile çevrelenmiş  su kaynağının başına geldiğimizde genç anlatmağa başladı”.Ay Hoca İşan’ın bu avula yerleşmesi emredilince  akrabaları ile beraber bu bozkırın ortasındaki yere gelirler.Ailedeki bazı kişiler “Bu  çölün ortasında  nasıl yaşar

Hakkında admin

Yoruma kapalı.

Yukarı Kaydır