Free songs
Ana Sayfa / Kültür / İslam / Said Nursî-NFK: “Er yarın Hak Divânı’nda bell’olur…”

Said Nursî-NFK: “Er yarın Hak Divânı’nda bell’olur…”

“Er yarın Hak Divânı’nda bell’olur…”

– ‘Biz Onları Böyle Bilmiyorduk!..’ –

Dr. Hayati BİCE

Son yıllarda “hoşgörü” , “diyalog” sözlerini dillerinden düşürmediği görülen bazı cemaatlerin kendilerini Said Nursî’ye nisbet etmelerine bakarak Nurculuk akımının barışsever bir camia olduğunu düşünmek gerekir. Ancak gerek akımın kendisine nisbet edildiği Said Nursî gerekse ilk takipçilerinin psikolojisine bakıldığında hırçın bir üslub ilekarşılaşılacaktır. Bu hırçınlık örnekleri bilinmeden dış görünüme, bugünkü takdim şekline bakılarak varılacak bir hüküm insanı fena halde yanıltır. Nurculuk akımının ana mecraını teşkil eden Yazıcılar[1], Yeni Asya[2] çevresi gibi grupların hiçbir zaman “öz-hakiki Nurcu” olarak kabullenemediği bir “hizmet” çevresinin bu yönden değerlendirilmesini bir başka yazıya bırakıp Nurcu üslûbunun ilk hırçın yansımalarına bakalım.

‘Nurcu Saldırganlığı’ Kimin Mirası?

Önceki yazımda Necip Fazıl Kısakürek’in  “Son Devrin Din Mazlumları” isimli kitabında yer alan Said Nursî değerlendirmesinden önemli bazı bölümleri kitapta yer aldığı şekliyle vermiştim.  İlk kez 1969 yılında Toker yayınları arasında kitap basıldığını öğrendiğim kitabın elimde bulunan 1997 tarihi 16. baskısında Said Nursî bölümünün sonunda çok dikkat çeken bir not vardır. Necip Fazıl’ın muhtemelen ilk baskılarda bulunmayan ve sonraki baskılarında yer verilen bu ilginç not şöyledir:

NOT – Bazı Nurcular, bu kitabın ilk baskılarında bana karşı cephe almış ve o kadar hürmet ve tevkirle bahsettiğim, fakat hak ve hakikat adına da herhangi bir tesire kapılmaksızın çapını ve hududunu dosdoğru tespite çalıştığım muhterem mücahid [Said Nursî] hakkında yerici bir tavır takındığımı vehmetmişlerdi.

Üstatlar mevzuunda, bizzat onun kabul etmeyeceği bir (tabu) asabiyetiyle hareket eden böyle Nurculara derim ki: “Din sadece edepten ibarettir; ve edep, hudu­du korumaktan başka bir şey değildir!”İnsanlık ehra­mının son ve en yüksek taşı, son ve en yüksek Resule bile bir hudud çizilmiştir; o da Allah dememek şartiyle O’na ne denilse az geleceğini bilmektir. Sahabîye nebi, veliye sahabî, âlim ve fazıla veli dememek vesaire… Gerçek Nurcu da Üstadını kendi öz sınırları içinde gören ve onun bu sınırlar içinde büyüklüğünü teslim edendir!
Bakisi hayal ve hüsran…
(Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları, s. 257

Bu kısa not, benim için pek çok ifade ediyor; ne anladığımı da kaydedeyim: Bu nottan anladıklarımdan benim için en önemli olanı Necip Fazıl’ın “Said Nursî’nin bir tabu haline getirildiği” teşhisidir.[3]

Paragrafın son satırı olan “Bâkisi hayâl ve hüsran” şeklindeki şairâne –tam da Necip Fazıl’a yakışan- ifade ise benim için; Said Nursî’ye olmadık pâyeler biçenlerin, -ashâb-ı kirâmı ve tarih boyu yaşamış evliyâullahı bir kenara iterek; neredeyse yok sayarak- hayâl âleminde yondukları bir figürün ardına takılmalarının sonucu olarak kendilerine er-geç (belki de mahşer günü!) yaşayacakları hüsrâna hazır olmalarını ihtar etmektedir. Bu hüsrânı yaşayacakalrın uğrayacağı hayâlkırıklığından sanmam ki, Allah’ın garîb bir kulu olan Said Nursî de memnûn olsun!..

Necip Fazıl’ın yine bu satırlarından anlaşılıyordu ki, Mehmed Şevket Eygi yönetimindeki Bugüngazetesinde önce tefrika edilerek, yazı dizisi olarak bölümler halinde yayınlanan Said Nursî değerlendirmesi kitaplaştırıldığında “Necip Fazıl’a cephe alan bazı Nurcular”ın tepkisi ile karşılaşılmıştır. Bu Necip Fazıl tepkisinin değişik Nurcu grupları arasında yer yer sürdürüldüğünün kanıtlarına Nurculara ait yazılı basında dahi rastlanmaktadır. [4]

Bugün o yılların iç çekişmelerini hatırlayanın hemen kalmadığı bir zamanda bu konuyu gündeme getirilmesi nedeniyle yönelecek eleştiri oklarından çekinen bazı aydınların bu “nemelâzım”cılığı; bugün bile binlerce basılan nüshalarda Said Nursî dilinden “gammaz”,“ispiyoncu” , “kalleş” olarak suçlanan tasavvuf büyüklerinin takipçisi –hatta maddi-manevî tek mirasçısı- olduğunu iddia edenlerin riyakârlığı sayesinde ülkemizde son yılarda sürekli gündemde olan bir akım ve uzunca ömrü gel-gitlerle dolu “ulu önder”i,  –neredeyse- “İslâm adına tartılaşamaz-sorgulanamaz” ayrıcalıklı bir yere taşımıştır. Bu kafa konforunu bozma riskini göze alanın yolu maddî-manevî tehditlerle kesilmekte,  -işin içerisine bir de- “Elli yıl önce ölmüş gitmiş bir Allah dostundan ne alıp veremediğin var?” şeklindeki iyiniyetli bir soru katılıp taçlandırıldığında akan sular durmaktadır.

“Saldırgan Nurculuk” Damarı

Necip Fazıl’ın ifadesi ile Said Nursî ismini tabulaştıran bu bir kısım Nurcular’ın kimler olduğunu araştırdığımda, konunun Nurcular tarafından da inkâr edilmediğini ve sahiplenildiğini gördüm. Ancak bazı insaf ehli Nurcular, Bugün gazetesini basarak Mehmed Şevket Eygi ve Necip Fazıl’a fiilî saldırı düzenlemeyi dahi, göze alan “ateşîn meşrebdaşlar”ını asâbiyet ile hareket ettikleri için ayıplamaktadır. Bu Nurculara göre,  gazetede yayınlanan ve daha sonra kitap haline gelecek olan “Son Devrin Din Mazlumları”yazı dizisinin Said Nursî hakkındaki bölümündeki, -önceki yazımda alıntılanan- bazı değerlendirmelerden Nurcular rahatsız olurlar. Bu rahatsızlık, grubun o günkü lideri Zübeyr Gündüzalp tarafından dile getirilir ve bazı temsilciler seçilerek yazı dizisini yayınlayan Bugün gazetesine gönderilir. İstenen düzeltmeler Necip Fazıl tarafından –övgüye değer bir fikir namusu sergilenerek- yiğitçe reddedilince bu defa iş zorbalığa dökülür ve Bugün gazetesi ‘Nurcu şakirdler’ tarafından basılarak gazetenin yönetimini yürüten Mehmed Şevket Eygi sert sözler ile uyarılır. Grubun gazeteyi bastığpı sırada Necip Fazıl’ın orada bulunmayışı tartışmanın fililî saldırıya dönüşerek daha vahim ve istenmeyen sonuçların ortaya çıkmasını engeller.

O sıralarda henüz yeni yayınlanmakta olan ve Said Nursî takipçileri arasında saygın bir ismi olan Zübeyr Gündüzalp’in öncülüğündeki Yeni Asya çevresinden bir şakirdin anılarına dayanılarak, Necip Fazıl’ın yazdıklarına gösterilen tepkileri ve aralarında ortaya çıkan davranış farklılığı şöyle anlatılmaktadır:

“…Merhum Büyük Doğu [dergisi] sahibi Necip Fazıl [Kısakürek] Bey, büyük zatların tarihçesini, [Son Devrin Din Mazlumları] yazdı. Üstadımızın [Said Nursî] bölümünü aldık, tashih ettik. Fakat merhum Necip Fazıl Bey bu tashihimizi kabul etmedi. Biz de o yanlışlar sebebiyle kabul etmedik. Mehmed Şevket Eygi bu eseri [Bugün] gazetesinde tefrika yaptı. Bu sefer bizimkiler (Yeni Asya gazetesi kadrosu) Mehmed Şevket Eygi’ye çok kızdılar ve bazı münakaşalar oldu.

Zübeyr [Gündüzalp] Ağabey, bizim Nurculuğun hassasiyetinde yani hissiyat âlemimizde canlı ve metin, fakat beşeri münasebetlerde ve zâhirde İttihad-ı İslâmı koruma fedakârlığında olmamızı istiyor. Üstad [Said Nursî] bu dersi vermiş olduğundan bunu bize intikal ettirmek istiyordu.

Bir gün Zübeyr [Gündüzalp] Ağabey ile, yazıhaneye [Yeni Asya gazetesi] gittik, Zübeyr [Gündüzalp] Ağabey, Mehmed Şevket Eygi mevzuunda, bu hadise münasebetiyle, hararetli bir konuşma yaptı:  Yani Üstad’a [Said Nursî] tebaiyet gerekir, bizim böylesi hadiselerde vurdum duymaz olamıyacağımız manasında telkinlerde bulundu. Zübeyr Ağabey Hz. Üstad’ın [Said Nursî]  bu tarz hadiselerde bu manada tavır takındığını bize söylemişti.

Zübeyr Ağabeyin o metin konuşmasından sonra Zübeyr [Gündüzalp] Ağabeyle beraber medresemize gitmek üzere kapıdan çıktık. Yazıhaneye gelen Mehmed Şevket Eygi karşımızda göründü. Zübeyr [Gündüzalp] Ağabey Mehmed Şevket Eygi’ye sarılmak için kollarını açtı ve sarıldı ve tevazukâr bir tavırla: “- Kardeşim ben hastayım, ziyaretinize gelemiyorum, kusura bakmayın” dedi. Eygi: “- Estağfurullah Abi bizim sizi ziyaret etmemiz lazım” cevabında bulundu.

Sonra ne oldu? Bu ibretli tutumun inceliğini gereği gibi anlamayan bazı arkadaşlar, Mehmed Şevket Eygi’ye gönderip, tehdit etmeleri için gençlerden bir heyet hazırladılar ve direktif verdiler. Ben [başlarındaki şakirdi] bir kenara çektim ve: “-Aman, böyle dedikleri gibi yapma.” dedim. “-Tamam Ağabey, ben biliyorum” dedi, gitti ve Mehmed Şevket Eygi’yi ciddi bir dost yaptı. Bu haberi getirince, hemen heyetten çıkardılar. Heyetin başına asabî mizaçlı zatları koydular, [Bugün gazetesine] gittiler ve şiddetli münakaşalar oldu. Mahiyetini anlayamadıkları Zübeyr [Gündüzalp] Ağabeyin konuşmasının tatbikatını yapıyorlar güya…” [5]

Said Nursî’nin eserinde açıkça ve defalarca “İstanbul’daki ihtiyar zat” kod ismi ile suçladığı Abdulhakîm Arvasî’nin manevi mirası üzerine holdingler kuran, müslümanlar beyninde pazarlama ağları ören “ihlâs tüccarları”nın [6] bütün ayrıntılarını bildikleri bu konuda sergiledikleri riyakâr tavrı; Necip Fazıl’ın ayağının tozu mertebesine dahi ulaşamayanların sessizliklerinin ele verdiği ibretli hali işaret edip geçiyorum.

Necip Fazıl’a yönelik tehditlerin muhataplarından olan ve yakın tarihin bu türden daha pek çok önemli konularına tanık olan Mehmed Şevket Eygi’nin yazmasını beklediğim hatırâtına bırakmadan tarihe not düşmek adına yazacağı birkaç makale ile bu hassas konulardaki gerçeğin avukatlığını yapmasını beklediğimi de kaydetmeliyim. [7]

“İstanbul’daki İhtiyar Zât” ya da Abdulhakîm Arvasî

Osmanlı’nın son döneminde ve cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış  Allah dostları (evliyaullah) arasında önemli bir isim olan Abdulhakîm Arvasî ile Said Nursî arasındaki uyuşmazlık temelde Said Nursî tabusunun temel taşı olan “Kur’an-ı Kerim’de kendisine ve eserine işaret” edildiğine dair rivayetleri işiten ve ilk çıkan risalelerden birisinde bunu yazılı olarak da kaydeden Said Nursî’nin uyarılmasından kaynaklanır. Bu konunun yansıtıldığı Nurcu kaynaklardan birisi konuyu şu şekilde yansıtır:

Şeyh Abdülhakim Arvasî, Birinci Şuâ’da geçen bazı Kur’ân ayetlerinin cifir ve ebced açısından yorumlanmasını tenkid etmişti. Kastamonu Lâhikasında Üstad Bediüzzaman [Said Nursî], Risale-i Nur’daki bazı meselelere itiraz yönelten Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ile ilgili şöyle demiştir:

“Şahsım için mucib-i hayrettir ki, o itiraz eden zât [Abdulhakîm Arvasî], benim silsile-i ilimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehim’in tilmizi (talebesi) ve en ziyade merbut olduğum (bağlandığım) İmam-ı Rabbânî’nin (r.a.) bir talebesi olduğu halde, herkesten ziyade kusurlarıma, eski karışık hayatlarıma, taşkınlıklarıma bakmayarak bütün kuvvetiyle imdadıma koşmak lâzım iken, maatteessüf, ondan tereşşuh eden [kaynaklanan] bir itiraz, bazı zayıf arkadaşlarımıza fütur ve ehl-i dalâlete bir senet hükmüne geçtiğini çok teessüfle işittik. O ihtiyar zattan [Abdulhakîm Arvasî], çabuk bu su-i tefehhümü (yanlış anlaşılmayı) izale etmek için tamire çalışmasını, hem duasıyla, hem tesirli nasihatiyle yardımını bekleriz.” [8]

Bu alıntıda görüleceği üzere Nurcu redaktörlerin bir tasavvuf büyüğünün itirazına neden olan konuyu bazı ayetlerin yorumlaması gibi bir üstü örtük ibare ile geçiştirmesi dikkat çekicidir. Bu satırlardan Abdulhakîm Arvasî’nin Said Nursî’yi “En’am suresinin 122. ayeti [9] bana ve eserime işaret ediyor” sözlerinden dolayı kınadığını ve bu yanlıştan dönerek tevbe etmeğe davet ettiğini kim anlayabilir?Bir de tasavvuf büyüğünün bu merhametine karşılık teessüflerini bildiren bir “Zamanın Bir Tanesi”, “En Büyük Allah Dostu” düşünebiliyor musunuz?

Sadece bir örneği verilen Said Nursî’nin kendisine merhamet ederek uyaran bir tasavvuf büyüğüne yönelik saldırgan üslûbunun diğer örneklerini Risale-i Nur’dan okumak mümkündür. [10] Öte yandan Yeni Asya yazarlarından M. Latif Salihoğlu’nun mahut “İstanbul’daki ihtiyar zât” kodlamasının hala kullanımda olduğunu gösteren yazısı da ibret vericidir. (Bkz. 4. dipnot)

Bu noktada dikkatimi çeken bir husus bazı saldırgan Nurcu önderlerin son iki yazımda kaynak vererek gösterdiğim Necip Fazıl’ın Said Nursî analizinin değerini düşürmek için konuyu “Abdulhakîm Arvasî’nin intikamını Nurculardan almak” ile açıklama çabasında olmalarıdır. Kapalı kapılar arasında kıyasıya eleştirilen Necip Fazıl ve şairin manevi olarak bağlı olduğu Abdulhakîm Arvasî’yi[11] kıyasıya tenkid edenler Nurcu kesimin, konunun tarafsız ortamlarda dillendirilmesinden son derecede rahatsız olmaları ve bu konuyu çoğunlukla tesadüfen fark edip gündeme getiren Necip Fazıl severleri, en hafifinden “münafık”olmakla suçlamaktan; Nurcu literatürün en ağır yaftası olan “ecnebi parmağıyla idare edilen gizli zındıka komitelerine hizmetkârlık” noktasına kadar işi götürdükleri de görülür.

Abdulhakim Arvasî’nin akraba çevresinden bazı kişilerin Said Nursî’nin gönderdiği bazı risale parçalarını -muhtemelen 1. Şua- okuyan Abdulhakim Arvasî’nin “Yakın bu zırvaları” şeklinde bir reaksiyon gösterdiğinden bahsettikleri naklediliyor. Bir rivayet olma ötesinde bir anlamı olmayan bu rivayetler, aileden hatırâtını yazmış olan eski Van milletvekili İbrahim Arvas, İstanbul Sultanahmed Camii’nde kadrolu imam olarak görev yapmış olan Şefik Arvasî ya da ülkücü camianın yakından tanıdığı –ve benim kuşağımdan bütün ülkücüler gibi üzerimde hakkı bulunan-Ahmed Arvasî gibi isimler tarafından kolayca kayda geçirilebileceği halde bunun yapılmamış olması, -bu konunun aile içerisinde bir sır olarak bırakılması gibi bir tercihin sonucu değilse- tarihe karşı affedilmesi zor bir ihmaldir. Sadreddin Yüksel’den nakledilen bir rivayette ise, Şefik Arvasî’nin Said Nursî’ye muhalefeti nedeniyle amcası Abdulhakim Arvasî’ye çıkıştığından söz edilir.

Üstelik aynı aileden insanların sağ-muhafazakâr çerçevede yayın yapan bir grubun halen de devam eden yayın organlarında görev yaptıkları bilinirken,  sadece söylentilere dayanarak bu konuda hüküm vermek doğru değildir. Bu konuda hem Nurcu çevrelerin, hem de Arvasî ailesinin içerisine girdiği suskunluk sarmalı akla başka ihtimalleri de getirmektedir. İddialara göre Risale-i Nur koleksiyonunda bugüne kadar pek çok tahrifat yapıldı ise, yakında bu konuyu ele veren “İstanbul’daki ihtiyar zat” ibaresini içeren satırlardan arındırılmış metinlerle karşılaşılması da mümkündür. Bu nedenle bu satırlar, bir anlamda tarihe düşülmüş notlar olarak da kabul edilmelidir.

Şakird Avına Çıkan “Cazibedar Nakşî Şeyhi”

Said Nursî’nin inanılmaz bir cüretkârlıkla suçladığı bir diğer tasavvuf büyüğü ise Şeyh Şamil’in silsilesinden Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’dir. Said Nursî, şakirdlerine gönderdiği bir mektupta, şu sözleriyle bu büyük mücahid ve Allah dostunu, “Eskişehir cezaevinde birlikte bulundukları sırada yanındaki şakirdlerini ayartmağa teşebbüs etmek” ile suçlamaktadır:

“… [Eskişehir] Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât [Şerafeddin Dağıstanî], dört ay mütemadiyen Risale-i Nur’un elli altmış şakirtleri içinde celbkârâne sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar.”[12]

İşin ilginç bir noktası da, Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin ismi verilmeyerek “şakird ayartmak ile suçlandığı” bu mektubun Kastamonu’lu ülkücülerin çok iyi tanıdığı bir Türk milliyetçisi olarak, vefatına MHP camiasının hep yanında yer alacak olan  -ve bazı yakın tanıyanları tarafından Nakşî tarikatına intisab ettiği bildirilen-Mehmed Feyzi (Pamukçu) Efendi’ye yazılmış olması da kaderin bir başka cilvesidir.[13] Bu metinde de isim verilmemiş olması yine bir sansür olayının sözkonusu olduğunu gösterir; eğer sansür sözkonusu değilse “keskin zekâsı ile ünlenmiş olan” Said Nursî’ye birlikte bulundukları Eskişehir cezaevinden kısa sürede tahliye edilecekleri müjdesini veren bir tasavvuf büyüğünün ismini kısa sürede unutmuş olması nedeniyle pek de yakışmaz.

Eskişehir Cezaevi’nde Şeyh Şerâfeddin Dağıstanî ile Said Nursî arasında yaşananlara dair önemli bir tanıklık da aynı silsileye mensub Nakşî mürşidlerden Hasan Burkay’ın hazırladığı bir eserde de yer almıştır. [14]

Said Nursî Nasıl Tabu Haline Getirildi?

Daha vefatı üzerinden 10 yıl geçmeden Necip Fazıl’ın tesbiti ile “tabu” haline getirildiği görülen Said Nursî’nin bugün vefatı üzerinden 50 yıl geçip Said Nursî bizzat tanıyıp, görüp “İslamî kalibresini test”edebilecek Abdulhakîm Arvasî,Şerafeddin Dağıstanî gibi tasavvuf zirvelerindeki isimler ile Necip Fazıl, Mehmed Şevket Eygi gibi entellektüeller de ortadan çekildikten sonra meydanı iyice boş bulmuş durumdadırlar. “Son Şahidler” gibi bir tumturaklı sıfat ile onurlandırılan pek çoğu ümmi zatlardan [15] nakledilen menkıbelerin,  bire bin katılarak “maneviyat vermek” adına anlatıldığı çocuk ve gençlere herkes kendisi çevresinde rastlamış olmalıdır.

“Son Şahidler” denilen ve pek çoğu tabiî olarak ve yaşlılıkları nedeniyle artık zihnî işlev maluliyeti ile karşı karşıya –ve sayıları da iyice azalmış- olan, zevatın anlattıklarının birbiri ile çelişkili içeriğini mukayese edip, işin aslını anlamak da neredeyse imkânsız denecek derecede zordur. “Son Şahidler” yetişmeyince imdada koşan “Said Nursî tabusunu kutsayıcı rüyalar”dan sadece yazıya dökülenlerin dökümü bile dudak uçuklatacak dereceye ulaşmıştır. Buna bir de son yıllarda büyük bir sosyoekonomik güce ulaşan Nurcu cemaatlerin ‘nabzına göre şerbet vermek’ isteyenlerin, riyakârca “yüceltme tavrı, rüşvet-i kelâm cinsinden sözler” eklenince,  gerçek alır başını, Kaf dağının ardına gider.

Bu yazıda meramımı anlatmağa kâfi gelmedi. Necip Fazıl’ın teşhisi ile bir “tabu” haline dönüştürülen “Said Nursî Reproduksiyonu”   ile  “Yalancı Kutsallık” olarak adlandırdığım psödo-spirituality fenomeni [16]  ilişkisine bu yazıda da giremedim. “Etnogenetik Irkçılık ve Türklerin Milliyetçiliği”, “Bölücülerin Said Nursî Kartını Açmasının Ardında Yatanlar” ; “Sırr-ı İnnâ A’tayna” diye kulaktan kulağa fısıldananlar da -nasib ise- başka yazılara kalan konular…

 “Er yarın Hakk Divânı’nda bell’olur…”

Yazının sonunda, belki bazı okur için gereksiz görülecek olsa bile, mezhebdeki imamımız İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin Fıkh-ı Ekber’inden temel bir kuralı –özellikle önceki yazım ile ilgili yorum ekleyen ve uyarı mesajları gönderme zahmetine katlanan bazı okurlara- hatırlatırım: Nasıl bir hayat yaşamış olursa olsun herhangi bir insanın iman/küfür noktasından değerlendirilmesi son nefesindeki haline göredir.

Dünyadaki hesabı kapatılmış kişilerin ardından konuşmak/yazmak da benim meşrebime uyar bir iş değildir. Bu yazılarım ile Said Nursî veya bir başka birisini aklamak/karalamak derdinde değilim.Bu yazılanlar net olarak tekrar belirteyim ki, Abdulhakîm Arvasî ya da Necip Fazıl’ı göklere çıkarıp uçurmak için de değildir; kaldı ki buna ihtiyaçları olduğu inancında da değilim. Gerçeğin bazı yönleri, perde arkasına itilirken bazı ışık oyunları ile büyültülen gölgelerin gerçek nisbet ve boyutunun anlaşılmasıdır hedeflenen…

Yazdıklarım ile ne demek istediğim bu yazıların yazılmasına yol açan ‘Said Nursî güzellemesi’nin “ilm-i siyaset gereği” ve “vatanın alî menfaatleri için” Türk Ocakları websitesine konulduğunu iddia ederek; Türk Ocakları’nın son dönemdeki politikalarına eleştiri getirenleri kalınkafalılık -hadi daha kibarcası akıl tutulması- ile suçlayan Türk Ocakları yöneticileri tarafından da anlaşılamaz ise bilmem ne demeli; ne yapmalı?..

Kırk yıldır yerli/yersiz işitirim de, bir kez olsun görmedim, işitmedim şu “ilm-i siyaset” denen ‘nazlı gelin’in kimin gönlünü hoş ettiğini; bir işe yaradığını…

Son söz: Ruhun şad olsun Necip Fazıl… Allah’ın rahmeti sana…

——————————————
İletişim: atahayati@gmail.com

[1] Yazıcılar: Nurcuların, ‘Risalelerin ancak Osmanlıca el yazması olarak çoğaltılabileceği’ne inanan; Hüsrev Altınbaşak öncülüğündeki en püritan grubu. Bu grup, son dönemde Said Nursî’yi bölücü emellerine alet etmek isteyenler tarafından, bir dönem MHP’ye verdikleri destek nedeniyle “ırkçı-kafatasçı” olarak suçlanmıştır.

[2] Yeni Asya Grubu: Said Nursî’nin önde gelen şakirdlerinden olan Kafkasya kökenli Zübeyr Gündüzalp’in önderliğinde oluşan ve bugün Yeni Asya gazetesi imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’ın liderlik ettiği Nurcu camiası. Gündelik siyaset planında “İslâmköy’den çıkacak kahraman” söylencesini yayarak müfrit bir Süleyman Demirel ve Adalet Partisi taraftarlığı ile temayüz etmişlerdir.

[3] Tabu: İnsan davranışlarının belli alanları ya da belli normlarla ilişkili olarak kutsal veya dokunulmaz olarak tanımlanmış kişi ve nesnelerle ilişkilendirilmiş sosyal yasaklara tabu denir. Kutsal sayılan bazı kişi, hayvan ya da nesnelerden olumsuz olarak söz edilmesini,  dokunulmasını, kullanılmasını yasaklayan, bu yasaklamaya uyulmazsa zarar görüleceğine tartışmasız inanılan ve başlangıçta ilkel kabilelerde dinî görünümde başlayan, ancak zamanla dindışı objelerle alanı genişletilen yaklaşımlar; yasaklamalardır. Bu tür yasaklamalara karşı güçlü bilinçaltı güdülerle hareket edildiğini ortaya çıkarmıştır. Tabu terimi, etnologlar tarafından ilkel kabile dillerinden alınmıştır. Hem bazı kozmik ya da kutsal sayılan bölgeler, kimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği bazı kabirler gibi “kutsallaştırılmış” nesneler yanında “iblisleştirilmiş” kişiler, ideolojiler ve nesneler de tabu haline getirilebilir. Kendi tarihî kişiliğinden, şahsî menkıbesinden bağımsız olarak, nasıl bir kadersizliktir ki, bugün Said Nursî tam da bunun örneği haline getirilmiştir. Bazı taraftarlarınca yerleştirilmek üzere “sekiz uçmak”tan uçmak beğenilmeyen Said Nursî, bazı aleyhdarları nazarında ise  “yedi tamu”nun yedincisinin tâa en dibine iadesiz taahhütlü olarak postalanmak istenir. Ne bu yazıklarım ile beni “titre, çarpılacaksın” tehdidi ile korkutmağa çalışan taraftarlarını, ne de “kürtçü birisi”ni aklamağa çalışmakla suçlayan aleyhdarlarını, kınamıyorum; sadece düşünmeğe, tefekküre ve insafa davet ediyorum.

[4] Yeni Asya gazetesinden 29 Haziran 2007 tarihli yeni sayılabilecek bir örnek: “Bediüzzaman’ın vefatından sonra tam bir sadâkatla bağlı kalan talebelerinin başında İttihad ve Yeni Asya gazetelerinin kurulmasında en büyük desteği sağlayan Zübeyr Gündüzalp gelir.” diyen Yeni Asya yazarı M. Latif Salihoğlu, Necip Fazıl hakkındaki olumsuz görüşlerini şöyle yansıtır:  “İşte, bu müstakim çizgi ve silsileyi takip edenler, dün olduğu gibi bugün de tereddütsüz şekilde Demokrat misyon takipçisinin hangi parti olduğunu biliyor… Risâle-i Nur’a da alternatif şekli verilen bu eseri [İdeologya Örgüsü], bugünkü AKP kurmay kadrosunun bir nev’î manifestosu işlevini görmüştür. Bu eseri yazan [Necip Fazıl], hayatının hiçbir devresinde Zübeyr Gündüzalp ve onun arkadaşlarıyla uyuşmuş veya uyum içinde çalışmış değildir.Öte yandan, İdeologya örgüsü yazarının ilham kaynağı da, Zübeyr Gündüzalp’in Üstad’ına [Said Nursî] ömrü billah hep muhalefet etmiş, hatta zaman zaman şiddetli taarruzlarda bulunmuş olan “İstanbul’daki ihtiyar zât”tır.
http://www.yeniasya.com.tr/2007/06/29/yazarlar/lsalihoglu.htm

[5] Büyük Doğu Mecmuası ve Bediüzzaman Said Nursî,  07 Temmuz 2010,
http://www.ittihad.com.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=102&Itemid=30
[6] 1999 seçimleri sonrasında seçimden ’zafer ile çıkan’ MHP liderini Ankara’da, Karanfil Sokağı’ndaki mütevazı ofisinde ziyaret edip, “Size şanınıza bir genel merkez lazım; o da bizden olsun” deyip elinin uzandığı dizin sahibi tarafından “Çekin elinizi Beyefendi” diye azarlanan holding patronu kimdir? diye Google’da bir araştırın bakalım.

[7] Okurlar arasında Mehmed Şevket Eygi’ye -herhangi bir şekilde- ulaşma imkânı olan birisi var ise bu beklentimi kendilerine iletmelerini rica ederim.
[8] Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı,  Kastamonu Lâhikası, Birkaç Biçare Gençlere Verilen Bir Tenbih, Bir Ders Bir İhtarname, s. 121.

[9] Kur’ân-ı Kerim: En’am suresi: 122. ayet: Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü gösterilir. (Said Nursî, 1. Şua adlı eserinde “Bu âyet, müteaddit ve çok tabakalarından, bir işârî tabakadan hem Risaletü’n-Nur’a, hem müellifine [yazarına,kendisine], …belki işareten, belki delâleten bakar.” şeklindeki cüretkâr sözleriyle bu ayetin kendisine ve eserine işaret ettiğini isbata çalışmaktadır.) Said Nursî, Şualar, Birinci Şuâ, s. 598.

[10] Risale-i Nur kitaplarındaki tahrifat iddiaları eserde birçok isim verilirken Abdulhakim Arvasî’nin sadece kod ismi ile verilmesi, eserlerin basımı ile ilgili kişilerin bir sansürü olarak anlaşılmağa müsaittir. Akla gelen bir diğer husus, Nurcu ekolün önde gelen isimleri ile Işıkçılar olarak bilinen grubun bir pazarlığını da düşündürmektedir.

[11] Abdulhakim Arvasî, 1865 yılında Van iline bağlı Başkale ilçesinde dünyaya geldi. İlk derslerini babası Seyyid Mustafa Efendiden aldı. Nakşbendiyye tarikatından olan Seyyid Fehim’e intisab etti. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinden sonra bölge ve bu meyânda Başkale Ruslar tarafından işgal edilince yüzelli kişiyi bulan geniş ailesi ile birlikte Musul’a göç etti. Musul’da iki yıl kaldıktan sonra ailesi ile birlikte tekrar göç ederek önce Adana’ya, ardından Eskişehir’e ulaştı. 1919 yılında İstanbul’a geldi. Meclis-i meşayih tarafından Eyüp sırtlarındaki Nakşbendî tarikatının Kaşgarî Dergâhı şeyhliğine tayin edildi. İstanbul’da kısa sürede ün kazanan irşad görevini 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar sürdürdü. Bu süreçte kendisi ile tanışan Necip Fazıl’ın eserleri ile geniş kitleler tarafından tanındı ve Necip Fazıl’ın “O ve Ben” adlı eseri şair ile mürşidi arasındaki manevî ilişkiyi anlatan en önemli kaynak halinde bugün de ilgi ile okunmağa devam etmektedir.1943 yılının Eylül’ünde sıkıyönetime yapılan asılsız bir ihbar ile gözaltına alınıp İzmir’e gönderilen Abdülhakim Arvasî, zorunlu ikâmete tabi tutulduğu Ankara’da, kısa bir süre sonra, 27 Kasım 1943 tarihinde vefat etti. Ankara’nın Keçiören sırtlarındaki Bağlum Kabristan’ında bulunan kabri halen ziyaretgâhtır.http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=2875
[12]  Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı,  Kastamonu Lâhikası, s.52.

[13] Eskişehir Cezaevinde birlikte tutuldukları sırada Şerafeddin Dağıstanî ile Said Nursî arasında yaşananlar hakkındaki ayrıntılar, İşaret Taşları kitabımda kaynakları ile birlikte yer almaktadır. Dr. Hayati Bice, İşaret Taşları, s.256-258, İnsan Yay., İstanbul-2006.
[Önceki yazımda olduğu gibi bu yazımın da yanında yer alan FOTOGALERİ kaynak olarak kullandığım kitapların ilgili yerlerini içerdiğinden mutlaka incelenmesini de tavsiye ederim.] Mehmed Feyzi Pamukçu’nun hayatı ve fikirleri konusunda ilgili okuru, Musa Özdağ’ın eserlerine havale etmekle yetiniyorum. Şerafeddin Dağıstanî’nin Kurtuluş Savaşı ve TBMM hakkındaki müjdesi ile ilgili yazım ise geçtiğimiz günlerde haberiniz.com’da yayınlanmıştır.
Bkz.http://www.haberiniz.com/yazilar/koseyazisi42618-Kurtulus_Savasinin_Manevi_Cephesi_2.html

[14] Hasan Burkay’ın hazırladığı kitabın ilgili bölümü şöyledir:
“Şerâfeddin hz.’nin Eskişehir hapishanesindeki hatırâtından, beraberinde bulunan Gaffarzâde Yusuf efendinin anlatmış olduğu bir hadiseyi nakledelim:
“Şeyh Efendi bir kaç ihvânı ile birlikle hapishanede bulunuyorlardı. O tarihte meşhur olan bir Zât (Bedi-üzzaman Said-i Nursî) da talebeleri ile beraber orada idi. O zâtın talebeleri ihvanlara mütemadiyen, Şeyh [Şerâfeddin] Efendi’yi kasdederek:
– Sorun, bir müşkülü varsa üstâzımız buradadır, halleder, diyorlardı. Bunu Hazret’e söylediklerinde, Hazret:
– Yokmuş deyin! dediği halde, talebelerin ısrarları  karşısında:
– Peki, soralım! Biz buraya ne için geldik; çıkışımız ne yolda olacaktır? buyurdu.

Talebeler bu suali o zâta götürdüklerinde, o zât [Said Nursî]:
– Makam-ı Yusuf’da sükûtu ihtiyar edelim. Dışarıda görüşürüz, ifâdeli bir pusulayı Şeyh [Şerâfeddin]  Efendi’ye gönderdi. Böylece “Sorun, cevap verelim” meselesi kapanmış oldu.

Sonra ben, bu sorunun cevabını Şeyh [Şerâfeddin] Efendiden öğrenmek istedim. Hazret [Şerâfeddin Dağıstanî]  ısrarıma dayanamayıp:
-Yusuf Efendi! Üzerimizde, söylenilmesi lâzım olan emanetler ve menâkıblar var. Bunları dışarıda, böyle yirmi dokuz kişiyi bir araya getirip söylememize imkân yok Bu emanetleri siz evlâtlarıma tevdi etmek için, buraya toplanmış bulunuyoruz. Zira bizim için buraya gitmek bir iptilâ değildir Söylenmesi lâzım olan sözlerimiz olup da dinleyecek kimsenin bulunmayışı. bir iptilâdır. Çıkışımıza gelince, şu on üç kardeşiniz bir hafta sonra, inşaallah çıkarlar. On beş gün sonra, ikinci postada on altı kardeşinizle birlikte, inşaallah bizler de çıkarız. Bu arada haberiniz olsun ki, altı ay sonra, ricâlullahtan büyük bir zât âhirete intikal edecektir. Ruhânî ve cismânî, cenaze merasimine iştirak etmedik tek bir ricâl kalmayacaktır, buyurdular.
Kaynak: Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in  Varisleri, Derleyen: HASAN BURKAY s.255-256, Ankara-1994

[15] Bu kişiler, uzunca sayılabilecek hayat süresi boyunca ve özellikle Isparta, Eskişehir, Kastamonu,  Denizli ve Afyon’daki tutukluluk ve sürgün süreçlerinde Said Nursî’ye hizmet etmiş temiz gönüllü Türklerdir. Aralarında okur-yazar denebilecek çok az kişinin bulunduğu çoğu ümmi bu kişiler Said Nursî’nin son döneminin en önemli tanıklarıdır. “Son Şahidler”den derlenen Said Nursî anıları, o kadar afâkî ve abartılmış unsurlarla doludur ki; şaşmamak mümkün değildir. Bu kişilerden bir kısmı kendisinin Hz. Hüseyin r.a. soyundan gelen bir seyyid -ve dolayısıyla etnik olarak Arab- olduğunu isbata uğraşırken Kürd yönünü öne çıkartmak isteyenler buna itiraz ederler. Said Nursî’nin bir tarikata intisabı konusundaki rivayetler de aynı şekilde çelişkili ve karışıktır. Said Nursi kendisi de Kürt olarak anılmaktan rahatsızlığını 1935’deki Eskişehir yargılanmasında mahkeme ifadesinin bir bölümünde kendisinden “Kürt” diye bahsedilmesinden yakınırken şöyle ifade eder: “Adalet açısından taraf tutma fikrini veren ve adaletin mahiyetini zulme çeviren bir hadise ile Isparta’da maruz kaldım. Bu da, bazı sorgularda bana karşı ‘Kürt’ diye hitap edilmesidir.”
Bkz. Murat Bardakçı; Said-i Nursî’nin 74 yıl boyunca gizli kalan sorgu tutanakları, Habertürk, 31.08.2009, http://www.haberturk.com/HTYazi.aspx?ID=3844

Neredeyse bir havari pozisyonu verilen bu “son şahidler” arasında  Hz. İsa’nın Said Nursî’nin arkasında namaz kıldığını gördüğünü söyleyenlerden tutun; Mehdilik iddiaları konusunda “Adamın bir elektrik direğine çıkıp “Ben Mehdiyim diye” bağırmadığı kalmış; siz gizlemeğe çalışıyorsunuz” diye şakird arkadaşlarına mertçe efelenen hapsijhane arkadaşlarından  Ahmed Feyzi Kul gibi isimler de vardır. Nurcu camianın önde gelen isimlerinden olan, İslâmi neşriyatın öncülerinden, eski MSP senatörü Salih Özcan’ın Mehdilik konusunda naklettikleri ise çok daha farklıdır. Salih Özcan’ın önemli iddiasını, gazeteci Mustafa Özcan katıldığı bir toplantıdan izlenimlerini naklederken aktarır: “Salih Özcan çok bilinmeyen bir hatırasını paylaştı ve bunu hazirunun huzurunda nakletti:“Keçeli, Mehdi’yi ben göremeyeceğim ama sen göreceksin.”http://www.vanasyanur.net/yhaber.asp?haberid=7612

[16] Akademisyen bir dostum, Türkçe’deki nadir yayınlarda “Yalancı Kutsallık” dediğim Psödo-spiritualitykarşılığı olarak “Sahte Maneviyat” kullanımının daha yaygın olarak bilindiğini iletti. Bir başka psikiatr ise, Said Nursî’nin bugünkü durumunu mistifikasyon (=mystification)  {Türkçesi: gizemselleştirme} olarak adlandırmak gerektiğini söyledi. Her bir terim için de Türkçe’de yapılan yayınların azlığı da ülkemiz entellektüelleri için esef vericidir. Şehirlerinden en küçük köylerine varıncaya kadar yaygın bir “sahte maneviyat” pazarlaması yapılan bir ülkenin aydınlarının ve özellikle psikoloji/psikiatri akademisyenlerinin saha çalışmasına dayalı akademik yayınlarını okumak isterdim. Konunun dinî boyutu ise T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgi alanında olmalıdır. Aksi halde daha çok okuruz; “sahte şeyh” , “sosyetik guru” haberlerini…

 

Hakkında editor

Yoruma kapalı.

Yukarı Kaydır