Free songs
Ana Sayfa / Edebiyat / *Edebiyat / Bir “TÖRE” Anısı: “Hikmetinden Suâl Olunmaz”

Bir “TÖRE” Anısı: “Hikmetinden Suâl Olunmaz”

Bir “TÖRE” Anısı: “Hikmetinden Suâl Olunmaz”

-Prof.  Dr.  A. Mecid Doğru’nun Aziz Ruhunu Rahmet Niyâzı ile  Anarak-

Dr. Hayati BİCE

Geçen hafta sonu Mefkûre Kitabevi’nde, Türkistan Rüyasıadlı son eserim çerçevesinde düzenlenen söyleşiyi, iki saat boyunca azalmayan bir ilgi ile takip eden genç -ve çoğunluğu üniversiteli- dinleyicilere, yazmalarını tavsiye ettim ve yazma alışkanlığı kazanmak için, yazmaktan başka bir seçenek olmadığını anlattım.

İnternetin sağladığı imkânlar ile  ücretsiz bir blog açarak, akla gelen her konudaki fikirlerini, hatta aşk şiirlerini yazmalarını, kayda almalarını  gençlere tavsiye ederken kendi otuz yıllık yazı deneyimimi göz önüne almıştım.

İnternet ve hatta bilgisayar üzerinde yazı yazmanın, paylaşmanın olmadığı dönemde kaleme aldığım, eski yazılarımın bulunduğu dosyayı karıştırırken tam 30 yıl önce 10 Mayıs 1982 tarihinde TÖRE’ye hitaben yazdığım bir mektubun kopyası elime geçti. (Bkz. FOTOGALERİ)

Mektubum, yayınlanması için TÖRE’ye gönderdiğim“Hikmetinden Suâl Olunmaz” başlıklı bir denemem ile ilgili olarak, dergide yer alan -ve kimin tarafından yazıldığını hâlâ bilmediğim- bir not üzerine, o zamanlar kullandığım müstear ismim olan olan Oğuz Karaçay imzası ile yazılmıştı. [1]

Bu uzun mektubum ile çektiğim ‘rest’ten sonra yazım, TÖRE’de yayınlandı; ancak daha önce bir yazımda işaret ettiğim üzere kütüphanemin üç kez ‘yağmalanması’ nedeniyle,  yazımın çıktığı dergi şu anda elimde yok. [2]

O zamanlar elimin altında klavye, önümde dünyanın envai türlü kaynağına kolayca ulaşabileceğim bir internet deryası olsa idi; herhalde epeyce işime yarar; bugün yüzlerce makaleye ulaşan yazı arşivim herhalde çok daha zengin olurdu.

Otuz yıl önce henüz Tıp Fakültesi son sınıfında, genç bir ülkücü iken TÖRE’ye gönderdiğim mektubu, genç okurlarıma söyleşide verdiğim öğüdün somut bir kanıtı olarak aynen sunmak istiyorum:

***

Değerli “TÖRE”

Ankara, 10 Mayıs 1982

Töre’nin 132. sayısında “Yazmak ve Sizin Yazdıklarınız” başlıklı bölümde daha önce size gönderdiğim “Hikmetinden Suâl Olunmaz” başlıklı nesir hakkında yayınladığınız bazı mülahazalara cevaben bu satırları yazıyorum.

“Yazmak ve Sizin Yazdıklarınız”da diyorsunuz ki: “Birinin eseri üzerinde menfi ve müsbet anlamanın nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek zordur”. Şimdi, -bu güzel hükme ilaveten- şunu sorabilir miyim acaba?: “-Peki ya hiç anlayamama veya zarfa takılıp kalıp mazrufa ulaşamamanın sınırları nicedir?” Bu anlayamama veya anlatamayanın vebali yazana -veya anlatamayana- aitse, bunu tayin edebilme hakkı kimindir? Böyle bir yazının muhatabı olanların, aynı satırlardan, değişik şeyler hissetmesi veya anlaması gayet normal değil midir?

Yine biraz aşağıda diyorsunuz ki “Bir metni değerlendirmek bir metin meydana getirmek kadar dikkat ister”. Ancak bunu diyenlerin öncelikle, bu dikkati gösterdiğinden emin olabilmemiz lazımdır.

Bu görüşlerimi yazdığınız cevap üzerine -âcizane- belirttiğimi söylemiştim. Ukalâlık olarak anlaşılmaması için bahsi edilen yazıma ait değerlendirmeniz-deki bazı hususlara açıklık getirmek istiyorum.

Öncelikle diyorsunuz ki: “Hikmetinden Suâl Olunmaz” adını taşıyan tahkiyeniz ….” Bu tahkiye etmek -benim bildiğim kadarıyla- bir şeyi hikâye etmeyi ihtiva eder. Şimdi, benin yazdığım yazı bir tahkiye midir değil midir; Ben o yazıyı bir hikâye olarak yazmadım. Hikâye ne kadar realist olursa olsun, bir yerde -yazarın kafasındaki şahıslar ve olaylara dayanır. Hâlbuki, benim yazıdaki şahıslar ve olaylar kafamdan çıkmış değiller. Bu yazının doğuşunu kısaca açıklarsam daha iyi ifade edebileceğim.

Yazım temelde iki şey üzerine bina edilmiştir:
1-  Barış Manço’nun “Dönence” adlı eserinin sözleri.
2- Prof. Dr. Abdulmecid Doğru’nun “Ağrının Zirvesinde 2 Gün” adlı konferansı.

Bu iki temel taşı, yazıda tamamıyla gerçek haliyle çırılçıplak mevcuttur. Burada yazan sıfatıyla benim yaptığım şey, bu birbirinden bağımsız ve de habersiz olarak oluşan iki vakıa arasında bir çağrışımla gönlümden geçen duyguları okuyana yansıtmaktan ibarettir.

Barış Manço, o sözleri yazarken benim düşündüğüm gibi düşünmüş müdür? Orasını bilemeyiz; ama büyük ihtimalle düşünmemiştir. En iyisini Allah bilir. A. Mecid Doğru beğ de o konferansını verirken -muhakkak ki- Barış Manço’nun böyle bir şiir yazacağını bilmiyordu. İşte burada, ben âcizane yaptığım bir yorumla yeni bir duygu, yeni bir düşünce getirmeye çalıştım. Yazının dikkatle okunması halinde, bir realite ve bu realiteden sonsuz ufuklara kanatlanan bir dimağın ve gönlün hasreti görülecektir, hissedilecektir sanırım. Eğer hissedilemiyorsa okuyanı anlayışsızlıkla suçlamak gibi bir kibirden Allah’a sığınırım. Demek ki, ifade edememişimdir.

İkinci olarak şöyle diyorsunuz: ” ….Tahkiyeniz yer yer pek güzel…” Bu “yer yer” tâbirinin yüzdesini tahmin edebilmek benim için imkânsız. Bu “yer yer pek güzel” oluş, aynı zamanda yer yer güzel olmayışı da ihtiva etmekte midir? Öğrenirsem memnun olacağım.

Yine devamla “Bir rüya halinde millî bir hatırayı” diyorsunuz. Az önce yazının bir rüyaya değil -taş gibi sert ve buz kadar soğuk- bir realiteye dayandığımı belirtmiştim. O kadar reel ki, meselâ: Barış Manço ‘nun o eserini ilk defa 7 Şubat 1982 gecesi gece yarısını biraz geçe dinlediğimi belirtmiştim. Yine Mecid Doğru beğin konferansını da yer ve zaman kaydıyle belirtmiştim. Fazla söze ne hacet.

“Millî bir hatıra”da değil tabii ki; bence bu yorumunuzda tek doğru husus: “Işıklı bir geleceği” vermeğe çalıştığım. Bunu biraz açabiliriz: Bu ışıklı gelecek temasını da hayali bir unsur olarak değerlen­dirmek yanlış olacaktır.  Bu hususta bize ulaşan ilk ışıkları -Mehmet Turgut’un “Taşkent’e Doğru” adlı hatıratını okuyanlar, Bahtiyar Vahabzâde’nin “Çörek-Saadet değil; o vetene bağlıdır” deyişini hissedebilenler, Zeynep Hanım Hanlar’ın (Rus takdimi ile Z.Hanlarova değil) “Ey veten toprağın azizdir mene” diye inleyişini bilenler, bir Kerküklü ananın Türkiye’den dönen oğlunu gözlerinden öperken “Türk gören gözlerine gurban olam…” deyişiyle bağrı delinenler pek iyi görmüştür. Ehh.. göremeyen varsa ona da bir sözüm yoktur. O ışıklı geleceğin hakikatini bilemiyorum. Ama yazıda da belirttiğim gibi “…Âlimü’l-gaybı veşşehadeh”.

Son olarak şu hususu da belirttim; mütalaanızda yazıyı yeniden yazmam halinde, beni de tatmin edecek bir yazı ortaya çıkacağını söylüyorsunuz. Şimdi şu da anlaşılmıyor: Yazı hali hazır haliyle sizi tatmin etmiş midir ki, beni de tatmin etmesi için yeniden yazmamı söylüyorsunuz?

O yazı yazıldıktan sonra defalarca gözden geçirilmiştir. Demiyorum ki, mütekâmil bir yazıdır, kusursuzdur. Fakat o yazı; ne bir hikâye, ne de bir masal olmadığı için gerek şahıs, gerekse mekân üzerinde kalem oynatabilmem imkânsız gibi. Ancak ve ancak gerçekler arasında kurduğum köprü üzerine bazı kalem oynatmalar mümkün olabilir ki; o zaman da -bence- yazının aslî hususiyetleri kaybolacaktır. Bu sebeble değişik bir şekilde o yazıyı yazabileceğime inanmıyorum. Bu fikrimi bir kendini beğenmişlik olarak anlamamanızı istirham ediyorum.

Size -hacimce kabarık da olsa- yazmak istediklerimin ancak pek azını yazdım. Sizden ricam eğer bu yazdıklarımın ışığında kendi mütalaanızla beraber yayınlayabilecekseniz “Hikmetinden Suâl Olunmaz”ı yayınlamanızdır.

Eğer bu sizin açınızdan gereksiz ise, mevzubahs yazı ile beraber mütalaanızı adresime yollarsanız, memnun olacağım.

Bilvesile selam ve sevgilerimi iletir, Allah’tan sağlık ve başarılar dilerim

Oğuz KARAÇAY

***

Mektubumda işaret edilen yazıda, kendilerinden söz ettiğim Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden hocam olan Prof. Dr. Abdulmecid Doğru [3] ve sanatıyla Türklük hizmetine kendisini adayan Barış Manço’yu rahmetle anıyorum.

Türkiye’nin en önde gelen profesyonel dağcılarından birisi olan Abdulmecid Doğru’nun Türk Yurtları ile ilgimin rasyonel bir zeminde gelişmesinde büyük payı olmuştur.  Sovyetler Birliği’nin soydaşlarımızla aramıza ördüğü Demirperde’yi “dağcı” olarak defalarca delen Doğru’nun ülkemize dönerken getirdiği plak ve kasetler, Türkiye dışındaki Türkleri müzik kayıtlarını bir araya getirmeğe çalıştığımız Türk Yurdu Kaset Kulübü koleksiyonumuzun oluşmasında, en çok yararlandığımız kaynakların birisi -belki de birincisi- idi. [4]

Doğru Neler Demişti, “Avrasyacılık” Daha Piyasada Yokken…

Abdulmecid Doğru’nun, daha ortalıkta “Avrasyacılık” falan-filan yok iken, ‘Türk dünyası ile sağlıklı ilişkilerin kurulabilmesi’ için Rusya faktörünün dikkate alınmasına dikkat çeken tesbitlerine o zamanların “soğuk savaş” psikolojisi içerisinde, kuşku ile bakan -ve hatta kendisini satılmışlık ile suçlayan- “antikomünist bey”lerin büyük bir kısmı, Azerbaycan ve Türkistan Cumhuriyetleri, 1991 yılında ardı ardına bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” Turancı oldular…

Prof. Dr. Abdulmecid Doğru ile 19/20 Ocak 1990 Bakû katliamının hemen takiben yaptığım ve Türk Yurtları dergimizin ilk sayısında yayınlanan röportaj bugünlere ışık tutan bir belge olarak kayda girmişti. Bu röportajın Sovyetler’deki ve özellikle Azerbaycan’daki Türklerin millî bilinç düzeyi konulu kısmını kendisini rahmetle anarak okurlara hatırlatmak isterim. Prof. Dr. Abdulmecid Doğru, sözkonusu röportajda Sovyetler’deki Türkler konusunda şunları söylemişti:

“ (…) Sovyetler’in etkisiyle ve propagandaları sonunda oluşması mümkün ancak Türk milliyetçiliği için zararlı eğilimlere gelince; Ruslar milliyetçiliğin kendileri için oluşturduğu tehlikeleri bertaraf edebilmek için, lokal milletçiliğin ötesinde, halkçılığı yaygın hâle getirmek istemişlerdir. Yani, milli duyguları zayıflatarak sınıf temeline dayanan bir hareket Azerbaycan dâhil, bütün Türk bölgelerinde yıllarca propaganda edilmiştir.

Ancak Azerbaycanlı aydınlar başta olmak üzere, Sovyetler’de yaşayan bütün Türklerin aydınları, ilim sahibi olup kendi tarihlerini kaynaklarından araştırmaya başladıklarında Rusların okullarda, yayın organlarında yaptıkları propagandanın ne kadar asılsız olduğunu görmüşlerdir. Yani Sovyetler’deki Türkler, büyük bir Türk kültürü olduğunu, tarihte Türklerin Ruslardan daha büyük medeniyetler meydana getirdiklerini komünist idare altında öğrendiler. Türkiye’de bugün, Sovyetler’deki milli cereyanların 1985’te Gorbaçov’un işbaşına geldikten sonraki siyaseti neticesinde ortaya çıktığı propaganda ediliyor. Halbuki, bu milli cereyanlar, demin bahsettiğim ‘Kültürel Aydınlanma’ sonucunda ortaya çıkmıştır. Ve sağlam tarihî temellere dayandırılmıştır. Sovyetlerdeki duruma baktığımızda, milli şuurun Orta Asya’daki Türkistan Cumhuriyetlerinden çok Kafkasya’da (Kuzey Kafkasya ve Azerbaycan’ın da yer aldığı Güney Kafkasya T.Y.) halk içinde daha fazla yayıldığını görüyoruz.

Türkistan’daki durum şu şekilde; adama kim olduğunu sorduğumda, önce “Özbek’im”, “Kazak’ım”, “Kırgız’ım” diyor. Ama hemen sonra da “Türk’üm” diye ilâve ediyor. Kafkasya’da ise insanlar, kim olduklarını anlatmaya “Türk’üm’ diye başlıyorlar. Ama Türkiye’de bu meseleler doğru dürüst bilinmiyor. Koskoca Kafkasya’dan bahsetmek yerine, Rus’ların öne çıkardığı Azerbaycan kavramı daha yaygın olarak işleniyor.

Bu konuyu biraz açmak istiyorum; Osmanlı zamanında Azerbaycan, Ermenistan falan yoktu. Bu bölgeyi tamamen içine alan bir Eyalet-i Gence vardı. Zaten bütün Azerbaycan bugün Ermenistan diye meydana getirilmiş bölge ve bütün Dağıstan Kafkasya Fâtihi Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından Osmanlı İmparatorluğumun hâkimiyet sahasına sokulmuştu. Revan, Nuha ve Şirvan Hanlıkları ile Dağıstan bu bölgedeki hâkim zümreler olarak, Osmanlı İmparatorluğu’na tâbi birer bölge İdi. Bu yapı ancak, 19. yüzyılda Rus’ların Kuzey Kafkasya’dan başlamak üzere bütün Kafkasya’yı istilâ etmesiyle bozulmuş ve bildiğiniz gibi İngilizler’in de teşvikiyle 20. yüzyıl başında bir ‘İsrail’ olarak burada Ermenistan devletinin kurdurulması ile Kafkasya’ya bir bölücü tohum ekilmiştir. Bugün bölgede meydana gelen olaylar adetâ, İsrail’in Filistin’de yaptıklarıyla aynıdır. Böylece tarihi Türk toprağı olan Kafkasya’da Ermenileri güçlendiren Ruslar, Azerbaycan ve Azeri deyimlerini yerleştirmek suretiyle Kafkasya Türkleri’nin güçlerini zaafa uğratmayı hedeflemişlerdir. Maalesef bu anlayış sadece Azerbaycan’da yerleşmekle kalmamış, Türkiye’de de yaygınlık kazanmıştır.

Bugün Azerbaycan’daki aydınlar arasında önemli bir yaygınlığı olan ve kendilerini Anadolu Türk’ünün aynı olarak değerlendiren Oğuz Türklüğü kavramı çok güçlüdür. (Prof. Dr. Faruk Sümer’in “Oğuzlar” isimli kitabının Kuzey Azerbaycan’da 100.000 tiraj ile basıldığını biliyoruz. T.Y.) Gerçekten de Azerbaycan Türklüğü, Anadolu’nun bir devamı değil, tarihî duruma bakarsak Anadolu Türklüğü, Kafkasya Türklüğü’nün bir devamıdır. Yani Azerbaycan’la ilişkilerimizin bu denli sağlam temelleri vardır, Hazar Denizinden tutun. Ege’ye kadar Dağıstan da dâhil, bütün bölge Oğuz Türkleri’nin yurt edindiği bölgedir. Anadolu’ya gelen Türkler, Orta Asya’dan kalkıp, uçaktan paraşütle bulundukları yerlere inmemiştirler ya!.. Anadolu Türk’ü, Orta Asya’dan bu tarafa yaklaşık 300 yılda, yerleştikleri yerleri Türk Yurdu yapa yapa birkaç nesil boyunca yüzyıllar süren bir yürüyüşle gelmişlerdir. Şimdi Azerbaycan aydınlarının bile reddettiği kısır bir görüş ile, bütün bir Oğuz Türklüğü’nü sadece Azerbaycan’a, sadece İran’a ve hatta sadece Türkiye’ye sıkıştırmak bize yakışmaz. Azerbaycan Türklüğü. Türkiye’ye ilgi duyuyorsa, bunun temelinde bu tarihî realitelerin mühim payı vardır. Ben, 1976’dan bu yana yaptığım ve son olarak da 1989 sonundaki Kafkasya seyahatlerimde oranın Türk aydınlarının bu konuya ne kadar önem verdiklerini gördüm.

Sorunuzun son kısmına gelince; Kuzey Azerbaycan Türkleri arasında kesinlikle mezhep temeline dayanan bir İran etkisi söz konusu değildir. Ancak batılılar, Azerbaycan’daki milli gelişmeleri sabote etmek için, “Humeyni etkisi var” , “Azerbaycanlılar mitinglerinde Humeyni resimleri taşıyorlar” , “Kafkasya’da yeni bir İran” gibi şeyler uyduruyorlar. Kesinlikle söylüyorum: Kafkasya’da tek bir etki var, o da Türkiye’nin etkisi. Son yıllarda Humeyni’nin işbaşına gelmesinden sonra Kuzey Azerbaycan’dan İran’daki Güney Azerbaycan’a gidip gelen artmıştır. Bunu Batılılar, görmek istedikleri şekilde, ” Humeyni’nin etkisi Sovyetler’e taşınıyor” diye değerlendirmektedirler. Gerçekten de Kuzey Azerbaycan’da nüfusun yarıdan fazlası Şiî’dir. Ancak bunlar, hiçbir zaman “Humeynici” olmamışlardır. Zaten bu 70 yıllık komünizm tahribatı düşünüldüğü takdirde olması imkânsız birşeydir. Komünizm, değil mezheplerin, bizzat İslâm dininin kendisini yok etmek için onlarca yıldır, din aleyhtarı propaganda yapmaktadır. Bugün Kuzey Azerbaycan’da dini eğilimler güçlenmekte; bolşevik ihtilâlinden sonra bütün Azerbaycan’daki sayısı dörde kadar indirilen, çoğu yerle bir edilen camiler, yeniden ibadete açılmaktadır. Bildiğiniz gibi, yakın zamanlarda Kur’an-ı Kerim basılmış ve İslâm dininin öğretmeye yönelik olarak Bakû’de bir medrese de faaliyete geçirilmiştir. Kuzey Azerbaycan’da Şiî-Sünnî ihtilâfı, hattâ, Türkiye’deki kadar bile değildir. Sünniler ve Şiîler aynı camilerde namaz kılmaktadırlar. Bugün İslâm’a sarılan Azerbaycan aydını, mezhebine değil, İslâm’ın kendisine sarılmak gayretindedir. Sırf bu yüzden bolşeviklere müteşekkirim bile diyebilirim.

Azerbaycan’da son meydana gelen olaylar, batının Azerbaycan’daki dinî gelişmeleri “Humeyniciliğin yayılması” şeklinde göstermelerinin ne kadar kasıtlı olduğunu ortaya koymuştur. Bütün batılı basın yayın organları, Bakû’de katliam yapan Rus’ları, Haçlı dönemindeki şövalyelere benzetmekten bile utanmamışlardır. Gorbaçov, kendisini haklı gösterebilmek için, Kafkasya’daki “Fanatik İslamcıların ezilmesi” gerektiğini açıkça iddia ederek, Kızılordu’nun Bakû katliamına hak kazandırmak istemiştir. Bu durum batılı güçlerin hâlâ Haçlılık ruhundan vazgeçmediklerini gösterdiği için, bize ibret olmalıdır. (…) [5]

***

Belki değil, muhakkak…

Geçtiğimiz günlerde “Emine Işınsu Özel Sayısı” ile yeniden yayınlanmaya başlayan TÖRE’de ‘genç kalemler’ için özel bir bölüm ayrılmasını ve bu bölümde yayınlanacak yazıların seçimi için ciddî bir editorial mesai sarfedilmesi gereğini buradan hatırlatmak isterim. [6]

Şimdi bir düşünelim: Tam otuz yıl önce TÖRE’ye yazdığım bir mektub, tam yirmiiki yıl önce Prof. Dr. Abdulmecid Doğru ile yaptığım bir röportaj, bugün o yıllarda doğan -ve 22-30 yaşları arasında olan- gençler için bile ne kadar önemli şeyler söylüyor…

Gençlere okumalarını, okudukça oluşacak bilgi, düşünce ve duygu birikimi ile yazma deneyimine geçip yazma alışkanlığı geliştirmelerini tavsiye ederken, bu yazımdaki örnekler üzerinde düşünmelerini öneririm. Belki de,  bugün gencecik bir Türk üniversite öğrencisinin yazacakları, gün gelecek, üzerinden 22-30 yıl geçtikten sonra, başkaları için önemli hale gelecektir… Belki değil, muhakkak…

***

30 yıl önceki yazımda “Dönence” parçası [7] nedeniyle ismini andığım Barış Manço’nun kim olduğunu, ne yapıp ettiğini anlatmama ise, ölümü üzerinden epeyce süre geçmesine rağmen, hâlâ eserleri ile yaşadığına göre gerek yoktur herhalde…

“Evvel giden ahbâba selâm olsun Erenler…”

_________________________________________

İletişim: http://www.hayatibice.net

[1] 1982 yılında TÖRE’ye ‘Okurlardan Gelenler’i kim değerlendiriyordu, bilmiyorum, ama, üslub bana birkaç ismi hatırlatıyor. Belki Yağmur Tunalı, biliyordur.

[2] TÖRE’nin bu yıl başından itibaren yeniden yayınlanmasına emek veren ve ilk sayıyı okurlara ulaştıran Ömer Faruk Beyceoğlu; TÖRE arşivine bakarsa 1982 yılı sayılarından bu yazışmanın ürünü olan Oğuz Karaçay’ın “Hikmetinden Suâl Olunmaz” başlıklı yazısını bulup çıkartabilir. Okurlara değilse bile, yazarına bir örneğini ulaştırırsa memnun olacaktır.

[3] Prof. Dr. Abdulmecid Doğru tıp ve dağcılık yanında yazdığı eserlerle Türk dünyasına büyük hizmetleri yerine getirmiştir. Ardahan’ın Ölçek Köyü’nde 1939’da dünyaya geldi. Türk Dağcılığının bu günlere gelmesinde büyük emeği olan Doğru, 1980 yılının teknolojik ve iletişim şartlarıyla Kafkasya’da Karaçay Türkleri’nin 5642 m.lik Elbruz Dağı, Kırgızistan’da Pamirlerdeki, Tanrı Dağları’nın 7134 m.lik ve 7495 m.lik zirvelerine tırmanarak Türk Bayrağı dikmiştir. Prof. Dr. Abdulmecid Doğru, dağcılık faaliyetleri yanı sıra o dönemde S.S.C.B. sınırlarında olan Türk Cumhuriyetleri’nde yer adları, dil ve kültür birliği araştırmaları da yapmıştır.  Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastahanesi Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı öğretim üyesi olan Doğru, Türkiye Dağcılık Federasyonu Başkanlığı da yapmıştır. 2 Kasım 1991 tarihinde Kayseri’de Erciyes Dağı, Şeytanderesi yamacındaki tırmanışta, bir çığ düşmesi sonucu hayatını kaybetmiştir. Basılmış olan eserleri: Ameliyat Öncesi Ameliyat Sonrası, Azeri Edebiyatında “Hophopname” , Gül Gülebilirsen, Yukarı Kür Boylarının Yeradları Üzerine Bir Araştırma,  Gagauz Türkçesi Sözlüğü, Dağcılık ve Yüksek İrtifa ve Pamirde Türk Dağcıları’dır.

[4] Türk Ocağı Ankara Şubesi’nin o günkü reisi Doç. Dr. Orhan Kavuncu’nun himayesinde oluşturulan ve hemen her bölgeden ve lehçeden altmış kasetten oluşan koleksiyon, Türkiye’de Türk dünyası müziğinin tanınıp yaygınlaşmasında büyük bir hizmeti yerine getirmesi ile tarihe mal olmuştur.

[5] Prof. Dr. Abdulmecid Doğru’nun bu tarihî röportajının da yer aldığı Türk Yurtları dergisinin ilk  sayısını görebilmek için bkz. http://www.flickr.com/photos/73354511@N07/sets/72157628697567827/

[6] TÖRE’nin yeni yayın döneminde her yeni abone kaydı ile verilecek desteğin ülkücü hareketin kültür, sanat ve edebiyat alanında yeniden varlığını hissettirmesinde büyük önemi olacaktır.
Abonelik için iletişim adresi: tore@toredergisi.com
Abonelik şartları için bkz. http://www.toredergisi.com/abone-ol.html

[7] Barış Manço’nun “Dönence” isimli parçasının sözleri şöyledir:

“Gün çoktan döndü buralarda,
Ve ben simsiyah bir gecenin koynunda, yapayalnız, bekliyorum,
Duyuyorum, görüyorum; bir gün gelecek dönence, biliyorum.

Simsiyah gecenin koynundayım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor,
Görüyorum; dönence…
Kupkuru bir ağacın dalıyım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde bir şeyler kök salıyor,
Biliyorum; dönence…
Çatlamış dudağımda ne bir ses ne bir nefes
Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyo,r
Duyuyorum; dönence…

Simsiyah gecenin koynundayım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor,
Görüyorum; dönence…
Kupkuru bir ağacın dalıyım yapayalnız
Uzaklarda bir yerlerde bir şeyler kök salıyor,
Biliyorum; dönence…
Çatlamış dudağımda ne bir ses ne bir nefes
Uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor,
Duyuyorum; dönence…

Duyuyorum, biliyorum, görüyorum, dönence;
Dönence gün dönende; dönence…
Bir gün gelecek dönence, biliyorum…”

Barış Manço’nun “Dönence” sinin tarihî bir TRT kaydını  internetten izleyebilirsiniz:
http://www.youtube.com/watch?v=PbpkCq9RqGo

 

Hakkında editor

Yoruma kapalı.

Yukarı Kaydır